EN BÜYÜK SİLAHIM GÖZLERİM
'Yılanların Öcü', 'Bir Yudum Sevgi', '72. Koğuş', 'Selvi Boylum Al Yazmalım' gibi sayısız filme imza atmış bir efsane Kadir İnanır. 70'li yıllarda başlayan sanat serüveninde zirvede kalmayı büyük bir özveriyle başaran usta oyuncu, bu yıl mesleğinde 40. yılını doldurdu. Bu vesileyle bir araya geldiğimiz Kadir İnanır'ın anlatacakları o kadar çoktu ki, ülke gündeminden sanat hayatına, Yeşilçam'dan siyasete girme ihtimaline kadar her şeyi uzun uzun konuştuk.
Kadir İnanır'dan söyleşi talebinde bulunduğumda 'Tatlı dil yılanı bile deliğinden çıkarırmış' sözünü hatırımda tutarak kendisiyle uzun bir telefon konuşması gerçekleştirdim. İkinci görüşmemizde 'samimiyetine güveniyorum, söyleşiyi yaparız' dediğinde bu kez başka bir telaş kapladı içimi. Çünkü Kadir İnanır'ın çok sinirli olmasına dair rivayetler vardı. Meğer boşuna telaş etmişim çünkü denilenin aksine bambaşka biriyle karşılaşmıştım. Kadir İnanır'ı Faceebook'ta 'dünyanın en güzel gülen adamı' seçmişler, oysa o gülen gözlerinin içinde müthiş bir hüzün barındırdığını gördüm. Kendine dert ettiği meseleler belli ki gözlerine de yansımıştı...
- 'Hayatta çok şeyi erteledim, bu da kayıp bir dünya oluşturdu' demişsiniz...
Sadece ben değil, bütün insanlar bir şeyleri erteliyor bu ülkede. 'Allah'a havale edelim, Allah iyinin yanındadır' diyerek tam bir tevekkül toplumu oluştu Türkiye'de. İşimde başarılı olmak için özel hayatımı erteledim. Hem dünyanın en zor mesleğinin içinde başarılı olmaya çalışacaksınız hem de iyi insan olmaya. Böyle bir kavganın içinde bana ait bütün özel duyguları 'daha sonra yaparım' diye diye 40 yılı geçirdim. Hiç kimsenin özgürce düşüncelerini uygulama şansı yok bugün, varsa da bunlar da çok marjinal tipler. Ne geleceklerinden ne de varoluşlarından bir endişe duyan azınlık bir grup. Ama genel olarak toplumda ertelenmiş hayatlar toplamı var. Onu da bu hale getiren sebepler var zaten.
- Nedir o sebepler?
Eğitim yok, sağlık yok... Sonuçta hastalık, iyi beslenmeyen ve iyi eğitim görmeyen insanlar için kaçınılmaz. Gelir dağılımında dengesizlik var. Müthiş bir adaletsizlik var ve kimse dürüst olarak vergi ödemiyor. Böyle zenginlikleri olan bir ülkeye sahip çıkamazsanız elinizden alırlar. Bu halkı uyanık olmaya davet ediyorum.
BU ÜLKEYİ BİZE BIRAKMAZLAR
- Şu anki hükümeti nasıl değerlendiriyorsunuz?
Siyaset yapmaya kalkanlar, ülkenin sıkıntılarının acı çekmeden, gözyaşı dökmeden ortadan kalkmayacağını çok iyi biliyor. Halkı oyalayarak, ülkeyi daha kötü duruma getirerek, gerçek payı olmayan vaatlerle insanları kandırırsanız paramparça oluruz. Ekonomik sıkıntı, borç düzelmiyorsa o ülkede sosyal hayatın insanlığı yücelten değerlerle kucaklaşması mümkün değildir. Gerçekleri görmeden bu sıkıntıları düzeltemezsiniz. Düşünsenize başka bir yerde bu kadar nehir, ova var mı? Dünyaya karşı 'tarım ürünlerinizi ithal etmeyeceğiz' diyebiliyorlar mı? Diyemezler! Bir dakikada savaşın içine sokarlar bizi... Bir tek Çukurova'yla bu ülkenin geleceği kurtulur. İsrail çölün ortasında dünyanın en büyük tarım toplumunu yarattı. Artık petrol de bitti, yakında dünyada su savaşları başlayacak. Yaşadığımız ülkenin gerçekten bize bırakılmayacağının ikazını yapıyorum.
- Size göre bir çözüm yok mu?
Gelecekten henüz umudumu yitirmedim. Mutlaka bir çıkış yolu bulunur. Önce kendimize gelip iç çatışmalarımızı mutlaka yapacağız ama gerçek sıkıntımız dışarıdan kaynaklanıyor; uyanık olmamız gerekli. Kurtuluş öyle kolay olmaz. Gençlerimizi gelecekte çok kötü günler bekliyor. Bunları görmemek için çok saf olmak lazım. Gerçek olan şu ki, bizi huzurlu biçimde yaşatmayacaklar.
İNSANLARDA GÖZYAŞI KALMADI
- Siyasete gireceğiniz söyleniyordu; bu doğru mu?
Ne zaman seçimler olsa hem kendi çevrem hem de siyasi partiler muhakkak bu konuda telkinler yapar. Siyasi düşüncesi, partisi ne olursa olsun gerçek dertlerin bilincinde olup en azından bu noktada birleşen bir meclis lazım. Ben tek başıma orada ne yapayım? Bu dertleri ortak söyleyebilen en az 100 milletvekili olmalı. Ülkenin sıkıntıları için birleşmek lazım ama birleştirmiyorlar ki! Birikimi olmayan insanları tombaladan çıkarır gibi milletvekili yaparsanız, olmaz. Cumhuriyet tarihi boyunca kurulan meclislerde her dönem 200 tane tarikat mensubu milletvekili olduğu söyleniyor. Böyle bir oyalama-boyalamayla günümüze kadar geldik.
- Anlattıklarınızdan kendinizi çok yalnız hissettiğinizi düşündüm...
Siyasete girersem bu sözünü ettiğim kavgaların peşine düşeceğim, dolayısıyla yanımda insanların olması lazım. Aydın dediklerimiz daha düne kadar var olan anayasa için '12 Eylül faşizminin anayasası' diye lanet okuyordu. Şimdi bu anayasaya sığınıp da çağdaş olmaya çalışıyor. Böyle bir çelişkinin içinde yaşanmaz. Bu insanlarda gözyaşı diye bir şey de kalmadı. Ağlayan adama deli muamelesi yapıyorlar. Bir kere ağlamak saygı duyulacak bir insanlık titremesidir. Gözyaşı dökmeden bu ülkenin sorunları bitmez. Bu kadar duygudan uzak bu insanlar nasıl bir arada olabilecek? Bu düşüncelerle, sanat yapmanın dayanılmazlığını yaşıyorum. Artık büyük bir insanlık savaşının başlangıcı için yaşayacağım.
- Kürt açılımı hakkında ne düşünüyorsunuz?
Doğu'daki bu kargaşanın nedenlerini, hangi güçler tarafından ortaya çıkarıldığını ve yarın-öbür gün tarihi gerçeklerin ne biçimde sonuçlanacağını iyi bilmeden yorum yapmayı sağlıklı bulmuyorum. Şu anda yorum yaparsınız, yarın karşınıza öyle bir gerçek çıkarırlar ki, ne yaptım diye ortada kalırsınız. Toplumun güvendiği bir insan olarak laf söylediğinde, temel dayanaklarını çok iyi bilerek konuşmak lazım. Aslında esas sıkıntının nedeni ekonomik. Yoksa bu konular için iki tane cümle söylemek son derece basit.
- Diyarbakır Cezaevi'nin müzeye dönüştürülmesi kampanyasını destekliyor musunuz?
Benim kadar cezaevinde film çeken aktör yoktur. O cezaevlerini çok iyi bilirim. Eğer orada insanlık dışı birtakım uygulamalar varsa, unutulmaması için ne gerekiyorsa yapılmalı. Nasıl '12 Eylül unutulmasın' diyorsak, tabii ki müze haline gelsin.
GİZLİM SAKLIM YOK
- Yeri gelmişken sizin de 12 Eylül dönemine ait filmleriniz var, sizce daha fazla yapılmalı mı?
İhtilal yapıldıktan hemen sonra 'Sen Türkülerini Söyle' filmini, geçtiğimiz yıl da 'Son Cellat' filmini yaptım. Tabii ki böyle filmler yapılmalı, ama karşılığını görmüyor ki. Öyle bir toplum yarattılar ki 20 yaşındakiler bu durumdan bihaber. 100 binlerce insanın cendereden geçtiği bir dönemi unutturmak için özel bir gayret var. 'Son Cellat' filmini yaparken 'sağcısı, solcusuyla eziyet çekmiş 100 binlerce insanın aileleri, nereden baksanız 500 bin kişi eder, bunlar da filmi seyreder' dedik. Ama onlar da seyretmiyorlar ki! Bir de devlet filme 18 yaş sınırı getirdi, zaten onlar da komedi filmlerine gidiyor. Bir kanal filmi aldı, ama oynatırsa... 'İsyan' 10 yıl yasaklı kalmıştı, sansür kalkınca film televizyonlarda bir defa gösterilmiş, o da sabahın altısında...
- Yeni filmler olacak mı?
Geçtiğimiz aylarda 2 film teklifi geldi, reddettim. Kabul etseydim, güzel paralar kazanırdım, çok büyük ticari başarı gösterecek filmlerdi. Kabul etmeyince 'nasıl olur, daha önce de komedi filmi yaptınız ya' dediler. Ben de 'sizin yaptığınızda salt komedi var ve hiçbir şey söylemiyor' dedim. Sinematografime bir değer koyuyorum. Böylesine kararlı bir yaşam sürdürüyorum mesleğimde. Zaten hayatım ortada, kimseden gizlim, saklım yok. Sırf bu savunduğum değerlerin arkasında duran karakterim yüzünden, saygınlık görüyorum, özellikle de bizi diğer toplumlardan farklı kılan kültürel değerlerimizin sonsuz savunucusu olarak.
NEREDEN BULACAKSINIZ BİZİM GİBİSİNİ?
- Türk sineması için hala yapacaklarınız var mı?
Yetkiyi bana verseler tanıtma fonunun tamamını sinemaya aktarırım. Uluslararası şirketlerle ortak prodüksiyonlar yapıp Türkiye'nin hem coğrafyasını hem de kültürünü tanıtan filmler yaparım. Bütün bakanlıkların tanıtım fonları nereye gidiyor? Neyi nereye, kimi kime tanıtırlar? O paralar telef olur gider. Siz Amerikan Cumhurbaşkanı'na Amerikan sineması için tek bir laf söyleyin kafanızı koparırlar. Çok büyük sanayidir. Seçimlere giderken sanatçılarla beraber giderler. Atatürk, 'Türk sinemasına gereken ehemmiyeti verin' dedi sözüne karşılık; 'doğru, biz de gereken önemi veriyoruz ama bu kadar' diyorlar.
- Sizden sonra ne bir Kadir İnanır ne de bir Türkan Şoray çıktı, sanırım bir daha da olmaz...
Bu işler dayanıklılık, yürek, fedakarlık, dürüstlük, namus, şeref ister. Öyle kolay değil bu işler. Bilgi, birikim ister. Oturup kalkmayı, giyinmeyi bileceksin. İşini yaparken aynı zamanda bu özellikleri de koruyacaksın. Nereden bulacaksınız bizim gibisini?
- Sizi dünyanın en güzel gülen adamı ilan etmişler ama gözlerinize baktığımda hüzün görüyorum...
Mesleğimdeki ve hayatımdaki en büyük silahım gözlerimdir. İyi insan olma kavgası peşindeysen, tüm yaşamının anlamı iyi insan olmaksa eğer, ki benim için en büyük değer budur ve bunu da dışarıya açabilmenin karşılığı diyalog değildir. Mutlaka faydası vardır ama en önemli silah gözlerdir. Bu gözün güzel bakması için kalbinin çok iyi olması lazım. Bu kalbi çok iyi duygularla beslemezsen gözünün güzel bakması mümkün değildir. Vücudun bu iki organı arasındaki bu bağlantı başka organlar arasında yoktur. Güzel bakabiliyorsan, kalbin güzel demektir. Öbür türlü kandıramazsın.
- 'Haneler' dizisindeki 'Yaban' tiplemesi için telif hakkından söz etmiştiniz...
Telif hakları yasasını harekete geçirmek için söyledim. Telif haklarının uygulanmadığı tek ülke Türkiye; Afrika'nın Cibuti ülkesinde bile var. Bugüne kadar kaç tane bakan geldi, biri de şu telif yasasını bitirmedi. Bitirmemesinin arkasında da maddi sebepler var. Çünkü telif hakları ödemeye başladıklarında yayıncılar çok zor durumda kalacak. 40 yılda oluşturduğum markamı, adımı ticari bir amaç olarak kullanıyorsun, sordun mu bana?
İyi insan olma derdindeyim
- Özel hayatınızda neler yaparsınız; mesela hangi şarkıları dinlerken hüzünlenirsiniz?
Özel hayatımla ilgili var olan bütün güzellikler uğraştığım bu sorunlar yüzünden neredeyse körelmek üzere. Ama bir yerlerde duruyor, bir umut, bir ışık çıktığı anda onların hepsi coşar. Böyle şartlarda bir de sanat yapmaya çalışan bir adamım. Gerçekten çok üzgünüm aslında.
- Sizin yerinizde olmayı isteyen eminim birçok erkek vardır, siz hiç bir başkası olmayı ya da görünmez olmayı istediniz mi?
Neler istiyorum da bunlardan fırsat yok işte. Şu sorunlar bir bitse ve ölmeden umut ışıklarının yeşerdiğini bir görsem. Bütün kavgam onun için.
- Sizin kahramanınız var mı?
Kahramanım Mustafa Kemal Atatürk. Başka da yok. Ölünceye kadar da ikinci birisinin olacağını sanmıyorum.
Beni alan olmadı
- Yeşilçam aşkları olur muydu, döneminizde?
Olmaz mı canım? Birçok evlilikler oldu. Dünyanın her yerinde var. Batı'da bunu özellikle yapıyorlar. Evlendiriyorlar, boşanıyorlar ticari bir meta haline getiriyorlar.
- Sizi Türkan Şoray'la yakıştırırlardı...
Filmlerin getirdiği bir şey o.
- Türkan Şoray, Filiz Akın, Hülya Koçyiğit ve Fatma Girik'ten hangisini beğenirdiniz?
Hepsiyle ayrı ayrı filmlerim var. Böyle bir ayrım yapmamı beklemeyin. Filmlerim ortada, bakıp göreceksiniz.
- Neden evlenmediniz?
Beni alan olmadı.
- Yok canım, sizi isteyen çok olmuştur...
Tamam bitti, beni alan olmadı işte.
- Jülide Kural için ne söylemek istersiniz?
Geriye kalan en saygın değer; Jülide Kural. Her şeyi uzun uzun tartıştığım, ilerici, çağdaş ve militan bir kadın. Hem büyük dost, hem güzel, hem sevgili. Sığındığım bir liman...
Söyleşi yapmamaya yemin etmiştim
- Sizin niye bir basın danışmanınız yok?
Aslında dünyada, benim konumumdaki bir aktöre ulaşmak için dört tane menajerden geçmeniz gerekir. Türkiye'de böyle bir sistem oluşmadı. Oturmamış bir sistemde bu Batı özentisinden ileriye gitmez. Yapımcılar, gazeteciler birebir görüşmekten hoşlanıyor. Bunu bozmak son derece kolaydır ama istemiyorum. Size güveniyorum ve yaptığım söyleşileri çok ciddiye alıyorum. Geçenlerde yaptığım bir söyleşiyi istedikleri gibi bir biçime sokmuşlar. Yemin etmiştim bir daha söyleşi yapmamaya ama siz tatlı dilinizle ve samimiyetinizle bu söyleşiyi aldınız. Biz burada bir görev yapıyoruz. Söylediklerimizi milyonlara aktarıyoruz.
- Helin Avşar'ın Habertürk gazetesinde yaptığı röportaj içerikten çok fotoğraflarıyla dikkat çekti; siz nasıl değerlendiriyorsunuz?
Göz ucuyla bakıp geçiyorum. İçeriğini okumadım, yıllardır takip ettiğim günlük yazarlar var, onları okuyorum. Evime 12 tane gazete giriyor. Bir ideal uğruna ciyak ciyak bağırdığımız insanlar, bugün anayasaya sığınmış yazılar yazıyorlar. Bu ülkede bunların hesaplaşması olmayacak mı?
- Aranız pek iyi değildi ama Ahmet Hakan'ı da takip ediyor musunuz?
Bırakın Allah aşkına! Anla işte kendi mesleğinizin nereye geldiğini. Gereken cevabı almıştı zaten. Ciddiye almadığım için de hatırlamıyorum bile. Benim onlar için ayıracak vaktim yok.
26 Kasım 2009 Perşembe
KADİR İNANIR
Etiketler:
12 eylül filmleri,
aşk,
kadir inanır,
selvi boylum al yazmalım,
türkan şoray
14 Kasım 2009 Cumartesi
ZUHAL TOPAL
EVLİLİĞİN AŞKI ÖLDÜRDÜĞÜNE İNANMIYORUM
‘Selena’ da Fitnat Hoca, ‘Sihirli Annem’de Suzan, ‘Geniş Aile’ dizisinde de Şukufe karakterini canlandıran Zuhal Topal, İzdivaç programına başlamadan önce Esra Erol’un yerine geçmesiyle, sonra da programın başına gelen canlı yayın kazalarıyla gündeme damgasını vurmaya devam ediyor.
“Bir oyuncu dublaj da yapabilmeli, sunuculuk da” diyen Zuhal Topal İzdivaç programını sunmaktan çok keyif aldığını söylüyor. Yayına başladığı ilk gün başına gelen canlı yayın kazası hakkında çok da konuşmak istemeyen Zuhal Topal, “böyle bir şey olmasını istemezdim, ilk programın nazarıdır” diyor.
İlginç bir evlilik teklifi almışsınız, bunu sizden dinlesek…
Bir akşam Korhan’a oturmaya gittiğimde “ilginç bir mail geldi, okur musun” deyip içeri geçti. Okudukça “Seninle bir ömür geçirmek isterim” diye başlayan bu mailin bana yazılmış olduğunu anladım. Gerçekten duygularını çok hoş sözlerle ifade eden bir yazıydı. O kadar güzel şeyler yazmıştı ki okurken ağlamaya başlamıştım. Meğer bu esnada haberim olmadan kurduğu kamerayla da beni çekiyormuş. Düşünsenize o sırada kayıt altındayım ve tepkilerimi çekiyor. Mektubun sonuna doğru ben şoka girmiş bir haldeyken elinde bir yüzükle yanıma geldi ve evlenme teklif etti. Hoş bir teklif olmuştu. Sonra da kameraya çekilen görüntülerimi seyretmiştik. Benim için sürpriz oldu.
Evlilikte keramet vardır derler, evliliğin size uğur getirdiğini düşünüyor musunuz?
İnsanların uğuruna, bereketine ve ayağının tozuyla getirdiği hayra çok inanırım. Hayatınızda bir yolun açıldığını hissedersiniz ya; ben Korhan’la birlikte onu gördüm. Ailemle aram çok iyidir ve sevdiklerime çok düşkünümdür, işlerim de fena değildir. Hayatımdaki tek eksik aşktı ve açıkçası pek de umudum yoktu. Karşıma istediğim gibi biri çıkmadığı için artık evlenemem diye düşünüyordum. “Bu gidişle hayatımda aşk da olmaz, varsın olmasın” derken karşıma Korhan çıktı. Evliliğe de sıcak bakmadığım bir dönemdi ve o benim bütün fikirlerimi değiştirdi. Hayatımda manevi olarak da bir boşluk doldu ve başka bir sayfa açıldı. Bunun verdiği iç huzur ve mutluluk sanırım bu iş hayatıma da yansıdı. Onun uğuruyla hayatım bir anda yükselmeye başladı.
Evlenme teklifini böyle yaptıysa yıldönümünde eşinizden ilginç bir sürpriz gelmiştir…
Korhan’ın konseri, benim de çekimlerim olduğu için çok özel bir şey yapamadık. Yıldönümünden üç gün önce Venedik’teydik ve orada kutladık. Yıldönümümüzün olduğu gün Geniş Aile’nin çekimlerine başlamıştık ama iş dönüşü sağ olsun beni yine yemeğe çıkarmıştı.
Sizin gibi yeni evlenmiş mutlu çiftlere evlilik aşkı öldürüyor mu diye de sorulmaz şimdi…
(Kahkahalar)… Rahmetli dedemle babaannem de birbirlerinin ağzının içine bakıp çocuk gibi birbirlerini beslerlerdi. Evliliğin aşkı öldürdüğüne inanmıyorum, eğer doğru insanı bulduysanız bilakis pekiştiriyor. Evlilik zor bir şey, istediğiniz kadar âşık olup sevin, aynı eve girdikten sonra her şey değişiyor. Apayrı kültürden gelmiş iki insanı alıp aynı eve koyuyorsunuz, bu çok da kolay değil. Bütün ilişkilerde samimiyetle laubaliği ayırmak gerekiyor. Tamam, karı kocasın, aynı evi paylaşıyorsun ama hanımlar eşlerinin yanında kaşını, bıyığını da almasın. Yeni evlilerin buna biraz daha dikkat etmesi gerekiyor. Tabii erkekler de saç sakal bir yerde olmayıp biraz özen göstersinler kendilerine.
HAYATIMIN ERKEĞİ DEMİŞTİM…
Evlilik hayali kuran kızlardan mıydınız?
Evlenmeyeceğim diyen biriydim. Tam bir cadalozdum anlayacağınız. Ailem “biz bunu evlendiremeyiz” derdi. Gitarım kolumda rock müzikler dinleyen, konserlere giden gözü kara bir kızdım. Sonra da erken yaşta çalışmaya başladım. Özgürüm, kendi paramı kazanıyorum ne diye evleneyim diyordum. Bu düşüncelerimi de değiştirecek biri de çıkmamıştı karşıma.
Genç kızken talipleriniz çok muydu?
(Kahkahalar)… Korhan da yanımızda ama valla popüler bir insandım diyebilirim. Burada da durum biraz sakat oldu ama (Gülüyor)… Beğenen çok olurdu ve haber gönderirlerdi. Aslında biraz ‘Erkek Fatma’ydım, onlara çok takılmazdım. Kız arkadaşımdan çok erkek arkadaşım vardı, en çok onlarla kankiydim ve birlikte rock müzik konserlerine giderdik. Kimseye yüz vermezdim, ama taliplerim yok muydu? Vardı vallahi, ne yalan söyleyeyim. Ama yanaşamıyorlardı.
Müziğe de merakınız varmış keşke bir müzisyenle evlensem der miydiniz?
Valla, öyle bir hayalim olmadığı için hiç aklıma gelmemişti. Sadece evleneceğim kişinin oyuncu olmasını istemiyordum. Müzisyen olunca da şaşırdım. Ama öyle bir adam ki, ne iş yaparsa yapsın onun için ‘işte bu hayatımın erkeği’ demiştim.
Mahallenizin bakkalı olsaydı da aynı düşüncelere mi sahip olurdunuz?
Vallahi billahi aynen öyle, hangi sektörde çalışırsa çalışsın ben onun için bu adam tamamdır demiştim. Daha ilk buluşmamızda, hiçbir beklentim yokken “bu çocukla bir şeyler olur” demiştim. O da sanatçı olduğu için hayata aynı pencereden bakabiliyoruz. Çalışma saatlerini ve tempoyu çok iyi biliyor, çok anlayışlı bir erkek. Ayrıca çok iyi bir müzisyen onu dinledikçe gözüm, gönlüm açılıyor.
Dinledikçe ayrı baktıkça ayrı diyorsunuz…
Aynen öyle… (Kahkahalar)… Eşim diye söylemiyorum ama Allah herkese onun gibi bir eş nasip etsin. Hani biz programda ‘adam gibi adam’ diyoruz ya; Korhan da öyle biri işte.
CANLI YAYINDA AĞIZDAN BİR ŞEYLER KAÇABİLİYOR!
İzdivaç programını keşke ben sunsaydım diye içinizden geçiyor muydunuz?
Böyle bir düşüncem yoktu. Daha önce de canlı yayın teklifleri gelmişti ve bir türlü vakit ayıramamıştım zamansızlıktan. Değişik kanallardan çok farklı formatlar da teklif edilmişti ama bana da uyan bir format olduğunu düşündüğüm için bu teklifi değerlendirdim. İki tarafta ta ince eleyip sık dokudu. İyi de oldu. Bu programda çok mutluyum ve çok eğleniyorum. Ayrıca herkesin de eğlenmesini istiyorum.
Papatyam dizisinde izdivaç programını sunan birini taklit etmenizin bunda payı var mıdır?
Bu da etkili olmuş tabii. Sadece yapımcıların değil bütün izleyicilerin de dikkatini çekmiş. Benim o yönümü çok görmedikleri için yapımcılar beğenmiş. O dizide yaptığım taklit bu yönümü parlatmış oldu.
Canlı yayın kazaları için ne söylemek istersiniz…
İnsanlar tabii ki heyecanlanıyor, ister istemez ağızdan bir şeyler kaçabiliyor. Ama hemen onu telafi edebiliyoruz. Canlı yayın olunca hemen toparlamak gerekiyor.
İlk programınızda yaşanan canlı yayın kazası için niye benim başıma geliyor diye düşündünüz mü?
Aslında bu konulara girmesek iyi olur ama canlı yayın kazasıdır, olabilir. Daha önce de bir sürü kişinin başına geldi. İlk programda böyle bir şey olmasını hiç istemezdim ama oldu. İlk yayın şanssızlığı, nazarıdır diyelim. Ve bir daha da olmasın diyelim.
Programınıza oldukça ilginç kişiler konuk oluyor, mesela bugün biri Sema Çelebi’ye aşkını itiraf etti…
Daha yeniyim ama gelenler içinde enteresan birileri çıkıyor. Sözünü ettiğiniz seksen yaşında bir beydi. Konuklarım çok tatlı ve beni çok şaşırtıyorlar. …Gelenlerin hepsi de evlenmek istiyor yani hayat arkadaşı arıyorlar.
Aşktan ziyade karşı tarafa paran, emekli maaşın var mı diye soruyorlar…
Bu durum yaşa göre değişiyor. Elli altmış yaş üstü insanlar “artık sınırlı ömrüm var, bu saatten sonra can yoldaşı” bulayım diyor. Daha genç biri tutkulu bir aşk arayabilir ama herkesin şartına, durumuna göre beklentisi oluyor. Mesela huzur evinde yaşayan bir amca ve benim gibi huzur evinde yaşayan bir hanımla hayatımı birleştirmek istiyorum diyordu.
Kızmayın ama bazen bu tür programlara modern pezevenklik dediğim de oluyor…
(Kahkahalar)… Amerika’da da böyle programlar yapılıyor, insanlar buluşturuluyor ve evlendiriliyor. Bu zaten dünya formatı, sadece ülkemize özel değil. Biz insanlara vesile oluyoruz. Mesela aynı memleketten iki kişi geldi. Aynı yerde oturmalarına rağmen imkan olmamış ve tanışmamışlar ama bizim programda tanıştılar. Bir yerde aracı oluyoruz. Herkesin çok fazla sosyal hayatı olmadığı için bu tür programlarda tanışma imkanı doğuyor.
MÜJDE AR İYİ OYUNCUDUR
Bir söyleşide güzelliğim yüzünden rolü kaçırdım demişsiniz, benim bildiğim güzellik bu işlerde pek başa bela olmaz ama…
Zeki Demirkubuz’la bir rol için görüşmüştük beni o rol için fazla güzel bulmuştu çünkü o daha çok sarı benizli ve silik bir tip aradığını söylemişti. Bir röportajda da bunun anlatıp rolün gitmesine üzüldüğümü söylemiştim, röportajı yapan arkadaş da bu sözümü ‘cazibem sinemaya fazla geldi’ diye yazmış. İşin aslı budur. (Bunu yazarsanız çok mutlu olurum. Öyle bir şey demedim, demem de.)
Geniş Aile dizisinde canlandırdığınız karakterin Müjde Ar’a benzetilmesini nasıl yorumluyorsunuz?
Oynadığım karakter mahallenin Fahriye Ablası gibi hani bütün gençlerin gönlünü çelmiş, delikanlı, dürüst bir kız. Sanırım Müjde Hanım da zamanında böyle roller oynadığı için benzettiler. Müjde Ar da iyi bir oyuncudur ve ben de beğenirim.
Geniş aile dizisi birinciliği kaptırmıyor, bu kadar çok sevilmesinin sebebi nedir?
Birinci olmasının yanı sıra reytingi de çok yüksek. On beş yıldır hiçbir yaz dizisi bu kadar çok reyting almamıştı bu bir başarı gerçekten. Yapımcıdan yönetmenine, senaryodan oyunculara kadar dört dörtlük bir set diyebilirim. Bütün doğrular bir araya toplanmış. Yönetmenimiz son derece pratik biri, on saatte çekilebilecek sahneleri birkaç saatte çekebiliyor. Bu da bizim için büyük şans. Sette yaşadığımız keyif seyirciye de geçiyor.
Oynadığınız karakterleri seviyor musunuz? Selena dizisinde bazı çocuklar sizi itici bulmuş olabilir…
Tam tersi çocuklar çok seviyordu. Çünkü ben öyle tatlı komik, tatlı sert birini oynuyorum. Kötücül bir karakterden ziyade komik bir kötü karakterdi ‘Fitnat Hoca’. Farklı yanlarımı gösterebildiğim renkli bir roldü. Senaryoyu okuduğumda rolü sevmezsem zaten kabul etmem.
Klasik bir sorudur ama oynamayı hayal ettiğiniz bir karakter var mı?
Korku filmlerini çok seviyorum ve sıkı bir korku film izleyicisiyim. Hayalimde sağlam bir korku filminde oynamak var. Korku filmleri için senaryodan makyaja, sanat ekibinden teknik araçlara kadar her şey çok önemli. İnsanları korkutmak zordur, bu yüzden çok sağlam bir senaryo gerekir. Hayatta o kadar çok korkunç şeyler oluyor ki, izleyenin de ‘bu da bir şey mi’ dememesi lazım. Türk toplumuna uygun senaryolar yazmak lazım. Korku filmi izlerken en önemli şey, ya benim de başıma gelirse duygusu. Bunu yaşatmanız lazım. Bugün Jaws filmini izlediğimde Fethiye’de ya da Bodrum’da yüzerken ne kadar korkabilirim ki. İnşallah öyle bir senaryo olursa çok mutlu olurum.
‘Selena’ da Fitnat Hoca, ‘Sihirli Annem’de Suzan, ‘Geniş Aile’ dizisinde de Şukufe karakterini canlandıran Zuhal Topal, İzdivaç programına başlamadan önce Esra Erol’un yerine geçmesiyle, sonra da programın başına gelen canlı yayın kazalarıyla gündeme damgasını vurmaya devam ediyor.
“Bir oyuncu dublaj da yapabilmeli, sunuculuk da” diyen Zuhal Topal İzdivaç programını sunmaktan çok keyif aldığını söylüyor. Yayına başladığı ilk gün başına gelen canlı yayın kazası hakkında çok da konuşmak istemeyen Zuhal Topal, “böyle bir şey olmasını istemezdim, ilk programın nazarıdır” diyor.
İlginç bir evlilik teklifi almışsınız, bunu sizden dinlesek…
Bir akşam Korhan’a oturmaya gittiğimde “ilginç bir mail geldi, okur musun” deyip içeri geçti. Okudukça “Seninle bir ömür geçirmek isterim” diye başlayan bu mailin bana yazılmış olduğunu anladım. Gerçekten duygularını çok hoş sözlerle ifade eden bir yazıydı. O kadar güzel şeyler yazmıştı ki okurken ağlamaya başlamıştım. Meğer bu esnada haberim olmadan kurduğu kamerayla da beni çekiyormuş. Düşünsenize o sırada kayıt altındayım ve tepkilerimi çekiyor. Mektubun sonuna doğru ben şoka girmiş bir haldeyken elinde bir yüzükle yanıma geldi ve evlenme teklif etti. Hoş bir teklif olmuştu. Sonra da kameraya çekilen görüntülerimi seyretmiştik. Benim için sürpriz oldu.
Evlilikte keramet vardır derler, evliliğin size uğur getirdiğini düşünüyor musunuz?
İnsanların uğuruna, bereketine ve ayağının tozuyla getirdiği hayra çok inanırım. Hayatınızda bir yolun açıldığını hissedersiniz ya; ben Korhan’la birlikte onu gördüm. Ailemle aram çok iyidir ve sevdiklerime çok düşkünümdür, işlerim de fena değildir. Hayatımdaki tek eksik aşktı ve açıkçası pek de umudum yoktu. Karşıma istediğim gibi biri çıkmadığı için artık evlenemem diye düşünüyordum. “Bu gidişle hayatımda aşk da olmaz, varsın olmasın” derken karşıma Korhan çıktı. Evliliğe de sıcak bakmadığım bir dönemdi ve o benim bütün fikirlerimi değiştirdi. Hayatımda manevi olarak da bir boşluk doldu ve başka bir sayfa açıldı. Bunun verdiği iç huzur ve mutluluk sanırım bu iş hayatıma da yansıdı. Onun uğuruyla hayatım bir anda yükselmeye başladı.
Evlenme teklifini böyle yaptıysa yıldönümünde eşinizden ilginç bir sürpriz gelmiştir…
Korhan’ın konseri, benim de çekimlerim olduğu için çok özel bir şey yapamadık. Yıldönümünden üç gün önce Venedik’teydik ve orada kutladık. Yıldönümümüzün olduğu gün Geniş Aile’nin çekimlerine başlamıştık ama iş dönüşü sağ olsun beni yine yemeğe çıkarmıştı.
Sizin gibi yeni evlenmiş mutlu çiftlere evlilik aşkı öldürüyor mu diye de sorulmaz şimdi…
(Kahkahalar)… Rahmetli dedemle babaannem de birbirlerinin ağzının içine bakıp çocuk gibi birbirlerini beslerlerdi. Evliliğin aşkı öldürdüğüne inanmıyorum, eğer doğru insanı bulduysanız bilakis pekiştiriyor. Evlilik zor bir şey, istediğiniz kadar âşık olup sevin, aynı eve girdikten sonra her şey değişiyor. Apayrı kültürden gelmiş iki insanı alıp aynı eve koyuyorsunuz, bu çok da kolay değil. Bütün ilişkilerde samimiyetle laubaliği ayırmak gerekiyor. Tamam, karı kocasın, aynı evi paylaşıyorsun ama hanımlar eşlerinin yanında kaşını, bıyığını da almasın. Yeni evlilerin buna biraz daha dikkat etmesi gerekiyor. Tabii erkekler de saç sakal bir yerde olmayıp biraz özen göstersinler kendilerine.
HAYATIMIN ERKEĞİ DEMİŞTİM…
Evlilik hayali kuran kızlardan mıydınız?
Evlenmeyeceğim diyen biriydim. Tam bir cadalozdum anlayacağınız. Ailem “biz bunu evlendiremeyiz” derdi. Gitarım kolumda rock müzikler dinleyen, konserlere giden gözü kara bir kızdım. Sonra da erken yaşta çalışmaya başladım. Özgürüm, kendi paramı kazanıyorum ne diye evleneyim diyordum. Bu düşüncelerimi de değiştirecek biri de çıkmamıştı karşıma.
Genç kızken talipleriniz çok muydu?
(Kahkahalar)… Korhan da yanımızda ama valla popüler bir insandım diyebilirim. Burada da durum biraz sakat oldu ama (Gülüyor)… Beğenen çok olurdu ve haber gönderirlerdi. Aslında biraz ‘Erkek Fatma’ydım, onlara çok takılmazdım. Kız arkadaşımdan çok erkek arkadaşım vardı, en çok onlarla kankiydim ve birlikte rock müzik konserlerine giderdik. Kimseye yüz vermezdim, ama taliplerim yok muydu? Vardı vallahi, ne yalan söyleyeyim. Ama yanaşamıyorlardı.
Müziğe de merakınız varmış keşke bir müzisyenle evlensem der miydiniz?
Valla, öyle bir hayalim olmadığı için hiç aklıma gelmemişti. Sadece evleneceğim kişinin oyuncu olmasını istemiyordum. Müzisyen olunca da şaşırdım. Ama öyle bir adam ki, ne iş yaparsa yapsın onun için ‘işte bu hayatımın erkeği’ demiştim.
Mahallenizin bakkalı olsaydı da aynı düşüncelere mi sahip olurdunuz?
Vallahi billahi aynen öyle, hangi sektörde çalışırsa çalışsın ben onun için bu adam tamamdır demiştim. Daha ilk buluşmamızda, hiçbir beklentim yokken “bu çocukla bir şeyler olur” demiştim. O da sanatçı olduğu için hayata aynı pencereden bakabiliyoruz. Çalışma saatlerini ve tempoyu çok iyi biliyor, çok anlayışlı bir erkek. Ayrıca çok iyi bir müzisyen onu dinledikçe gözüm, gönlüm açılıyor.
Dinledikçe ayrı baktıkça ayrı diyorsunuz…
Aynen öyle… (Kahkahalar)… Eşim diye söylemiyorum ama Allah herkese onun gibi bir eş nasip etsin. Hani biz programda ‘adam gibi adam’ diyoruz ya; Korhan da öyle biri işte.
CANLI YAYINDA AĞIZDAN BİR ŞEYLER KAÇABİLİYOR!
İzdivaç programını keşke ben sunsaydım diye içinizden geçiyor muydunuz?
Böyle bir düşüncem yoktu. Daha önce de canlı yayın teklifleri gelmişti ve bir türlü vakit ayıramamıştım zamansızlıktan. Değişik kanallardan çok farklı formatlar da teklif edilmişti ama bana da uyan bir format olduğunu düşündüğüm için bu teklifi değerlendirdim. İki tarafta ta ince eleyip sık dokudu. İyi de oldu. Bu programda çok mutluyum ve çok eğleniyorum. Ayrıca herkesin de eğlenmesini istiyorum.
Papatyam dizisinde izdivaç programını sunan birini taklit etmenizin bunda payı var mıdır?
Bu da etkili olmuş tabii. Sadece yapımcıların değil bütün izleyicilerin de dikkatini çekmiş. Benim o yönümü çok görmedikleri için yapımcılar beğenmiş. O dizide yaptığım taklit bu yönümü parlatmış oldu.
Canlı yayın kazaları için ne söylemek istersiniz…
İnsanlar tabii ki heyecanlanıyor, ister istemez ağızdan bir şeyler kaçabiliyor. Ama hemen onu telafi edebiliyoruz. Canlı yayın olunca hemen toparlamak gerekiyor.
İlk programınızda yaşanan canlı yayın kazası için niye benim başıma geliyor diye düşündünüz mü?
Aslında bu konulara girmesek iyi olur ama canlı yayın kazasıdır, olabilir. Daha önce de bir sürü kişinin başına geldi. İlk programda böyle bir şey olmasını hiç istemezdim ama oldu. İlk yayın şanssızlığı, nazarıdır diyelim. Ve bir daha da olmasın diyelim.
Programınıza oldukça ilginç kişiler konuk oluyor, mesela bugün biri Sema Çelebi’ye aşkını itiraf etti…
Daha yeniyim ama gelenler içinde enteresan birileri çıkıyor. Sözünü ettiğiniz seksen yaşında bir beydi. Konuklarım çok tatlı ve beni çok şaşırtıyorlar. …Gelenlerin hepsi de evlenmek istiyor yani hayat arkadaşı arıyorlar.
Aşktan ziyade karşı tarafa paran, emekli maaşın var mı diye soruyorlar…
Bu durum yaşa göre değişiyor. Elli altmış yaş üstü insanlar “artık sınırlı ömrüm var, bu saatten sonra can yoldaşı” bulayım diyor. Daha genç biri tutkulu bir aşk arayabilir ama herkesin şartına, durumuna göre beklentisi oluyor. Mesela huzur evinde yaşayan bir amca ve benim gibi huzur evinde yaşayan bir hanımla hayatımı birleştirmek istiyorum diyordu.
Kızmayın ama bazen bu tür programlara modern pezevenklik dediğim de oluyor…
(Kahkahalar)… Amerika’da da böyle programlar yapılıyor, insanlar buluşturuluyor ve evlendiriliyor. Bu zaten dünya formatı, sadece ülkemize özel değil. Biz insanlara vesile oluyoruz. Mesela aynı memleketten iki kişi geldi. Aynı yerde oturmalarına rağmen imkan olmamış ve tanışmamışlar ama bizim programda tanıştılar. Bir yerde aracı oluyoruz. Herkesin çok fazla sosyal hayatı olmadığı için bu tür programlarda tanışma imkanı doğuyor.
MÜJDE AR İYİ OYUNCUDUR
Bir söyleşide güzelliğim yüzünden rolü kaçırdım demişsiniz, benim bildiğim güzellik bu işlerde pek başa bela olmaz ama…
Zeki Demirkubuz’la bir rol için görüşmüştük beni o rol için fazla güzel bulmuştu çünkü o daha çok sarı benizli ve silik bir tip aradığını söylemişti. Bir röportajda da bunun anlatıp rolün gitmesine üzüldüğümü söylemiştim, röportajı yapan arkadaş da bu sözümü ‘cazibem sinemaya fazla geldi’ diye yazmış. İşin aslı budur. (Bunu yazarsanız çok mutlu olurum. Öyle bir şey demedim, demem de.)
Geniş Aile dizisinde canlandırdığınız karakterin Müjde Ar’a benzetilmesini nasıl yorumluyorsunuz?
Oynadığım karakter mahallenin Fahriye Ablası gibi hani bütün gençlerin gönlünü çelmiş, delikanlı, dürüst bir kız. Sanırım Müjde Hanım da zamanında böyle roller oynadığı için benzettiler. Müjde Ar da iyi bir oyuncudur ve ben de beğenirim.
Geniş aile dizisi birinciliği kaptırmıyor, bu kadar çok sevilmesinin sebebi nedir?
Birinci olmasının yanı sıra reytingi de çok yüksek. On beş yıldır hiçbir yaz dizisi bu kadar çok reyting almamıştı bu bir başarı gerçekten. Yapımcıdan yönetmenine, senaryodan oyunculara kadar dört dörtlük bir set diyebilirim. Bütün doğrular bir araya toplanmış. Yönetmenimiz son derece pratik biri, on saatte çekilebilecek sahneleri birkaç saatte çekebiliyor. Bu da bizim için büyük şans. Sette yaşadığımız keyif seyirciye de geçiyor.
Oynadığınız karakterleri seviyor musunuz? Selena dizisinde bazı çocuklar sizi itici bulmuş olabilir…
Tam tersi çocuklar çok seviyordu. Çünkü ben öyle tatlı komik, tatlı sert birini oynuyorum. Kötücül bir karakterden ziyade komik bir kötü karakterdi ‘Fitnat Hoca’. Farklı yanlarımı gösterebildiğim renkli bir roldü. Senaryoyu okuduğumda rolü sevmezsem zaten kabul etmem.
Klasik bir sorudur ama oynamayı hayal ettiğiniz bir karakter var mı?
Korku filmlerini çok seviyorum ve sıkı bir korku film izleyicisiyim. Hayalimde sağlam bir korku filminde oynamak var. Korku filmleri için senaryodan makyaja, sanat ekibinden teknik araçlara kadar her şey çok önemli. İnsanları korkutmak zordur, bu yüzden çok sağlam bir senaryo gerekir. Hayatta o kadar çok korkunç şeyler oluyor ki, izleyenin de ‘bu da bir şey mi’ dememesi lazım. Türk toplumuna uygun senaryolar yazmak lazım. Korku filmi izlerken en önemli şey, ya benim de başıma gelirse duygusu. Bunu yaşatmanız lazım. Bugün Jaws filmini izlediğimde Fethiye’de ya da Bodrum’da yüzerken ne kadar korkabilirim ki. İnşallah öyle bir senaryo olursa çok mutlu olurum.
Etiketler:
evlilik,
evlilik teklifi,
izdivaç programı,
mutluluk
LEVENT ERDEN
BANA ‘GOOGLE’ DİYORLAR
Okan Bayülgen’in hazırladığı Sade Vatandaş programında yaptığı yorumlarla ‘bu her şeyi bilen adam da kim’ dedirten ve adından pazarlama gurusu diye söz edilen Levent Erden aynı zamanda NTV’de yayınlanan ‘Şehrin Şifreleri’ adlı programın da yaratıcısı.
Bilgi Üniversite’sinde pazarlama iletişimi, tüketici davranışları, marka yönetimi dersleri veren Levent Erden ile şehrin şifrelerinden ilginç sokak isimlerine, sigara yasağından aşk cinayetlerine kadar her şeyi konuştuk.
Sizi ilk izlediğimde “bu adam galiba ekonomist, yok, pazarlamacı, galiba reklamcı, yok yok sosyolog” deyip ne olduğunuzu çözememiştim sahi siz bunların hepsi misiniz?
Öyle bir iddiam yok. Ne iş yapıyorsun diye sorduklarında maalesef snopluk dahi olsa ben bir marketing’ciyim demeyi tercih ediyorum. Marketing mesleği ile ilgili her şeyi yaptım. Türkiye’de Loreal’i kurdum, reklamcılık yapıyorum, üniversitede marka dersi veriyorum. Gerisi benim, yani mesleğim değil.
Vücudunun herhangi bir yerine basıldığında her türlü soruya cevap verebilecek ayaklı kütüphane gibisiniz. Okan Bayülgen’in size olan hayranlığı ekrandan bile o kadar çok belli oluyor ki...
Şirkette bana ‘Google’ diyorlar zaten. Okan çok rahat konuşabilen, süper profesyonel biri. Hem televizyoncu hem eğitimli bir tiyatrocu hem de entelektüel olarak süper bir adam. NTV’de yaptığımız program oyun alanımızı nispeten genişletiyordu sadece ikimiz olduğunda neredeyse saha kenarındaki çizgiler kalkıyordu. İstediğimiz yerde oynuyorduk.
Nasıl böyle olduğunuzu merak ediyorum. Uyanır uyanmaz kitap okumaya mı başlıyorsunuz?
Yok ya, sadece merak ediyorum. Birçok Galatasaraylı gibi olayların çeşitli taraflarından bakmak gibi bir disiplinle büyüdüm. İkincisi benim kendi hayat felsefem; etrafımla olan alışverişimi, ilişkimi ne kadar fazlalaştırırsam o kadar yaşadığımı hissediyorum. Belki bir tek konunun uzmanı olmak var ama dinlediğim müziği de, yediğim yemeyi de merak ediyorum. Kullandığım aleti de, önünden geçtiğim binayı da...
Peki, sizin bilmediğiniz bir şey var mı?
Var tabii. Mesela otomobille çok fazla ilgilenmem. Bazıları için araba seks objesi gibidir benim için sadece binilip gidilecek bir araçtır, onun için de hiçbir detayını bilmem.
Karmanyola ne demek diye sorsam…
Karmanyolacılar var hala desem. Kahkahalar…
Kadınlarla sohbetiniz nasıldır?
Bilmem, bugüne kadar yeterince boşandım ve üç tane çocuğum var.
Üç kadın, üç çocuk mu?
İki evlilik, üç çocuk. Zor bir adamım, beni çekmek ve benim de kimseyi çekmem kolay değildir.
BU ŞEHİRLE SEVİŞMEKTEN HOŞLANIYORUM
Ofisinizin manzarası muhteşem, buradan bakınca içiniz sıkılıyor mu yoksa açılıyor mu?
Benim içim sıkılmaz, birincisi Galatasaray mezunuyum ve buradan bakınca o binayı görebiliyorum. Şehri çok seviyorum ve her mevsim ayrı bir güzel görünüyor. Burada merak edecek çok şey var. Mesela çatısı aşağı doğru inen yüksek bina yönüne bakın, orada turkuaz bir kubbe göreceksiniz. Onlar üç tane katolodya çatı kilisesi ve onu ancak bu yükseklikteki binadan görebilirsiniz. Gördüğünüz gibi burada hikaye ararsanız buluyorsunuz. Bu abuk subuk binaların arasında bile hayat var. Baktığınızda İstanbul Modern’i de görüyorsunuz, Tophane’yi de.
Şehrin Şifreleri adlı programınızı buradan İstanbul manzarasını seyrederken mi yapmaya karar verdiniz?
Okan’la program yaparken bu şehirle ilgili bir şeyler yapın diyordum, onlar da “sen yap” dediler. Ben de kabul ettim, zaten hobimi yapıyorum. Çünkü bu şehirle sevişmekten hoşlanıyorum. Şehri sevmezsiniz, onunla sevişirsiniz. Her türlü sevişmek gibi bu da emek ister. O emeği verdiğinizde karşılığında bayağı bir şey alıyorsunuz. Onun için bunu biraz daha fazla insanla paylaşmaya gayret etmeye çalıştım.
Sevişmek deyince size göre İstanbul’un cinsiyeti nedir?
İstanbul saatine, gününe, yerine göre cinsiyetini değiştirebilir durumda. Bırakın cinsiyetini kişiliği bile değişiyor. Bazı yerlerde çok baskın, tanımlayıcı, bazı taraflarda çok edilgen, çok kırılgan ve sizin onunla ince bir şekilde ilgilenmenizi gerektiriyor. Bazı yerleri çok çocuksu bazı yerleri yaşlı ve konservatif. Şehrin durumuna, havanın rengine, ışığına göre değişen bir yer. O kadar büyük farklılığı aynı anda bulabilmek çok ilginç ve çok zevkli.
Şehrin ilginç şifrelerinden birini anlatsanız…
Geçenlerde Balat’a gittik ve orada her dükkandaki insan üçüncü jenerasyondandı. Yani bu insanların dedeleri de babaları da aynı dükkanda aynı işi yapmış. Hepsi çocukluk arkadaşları, babaları da çocukluk arkadaşı. Küçük kasabalarda bile kalmamış bir şeyin, İstanbul’un ta göbeğinde, üç dört nesildir yaşanıyor olduğunu görmek gerçekten önemli. Öte taraftan bakıyorsunuz, şehirde 1860’a kadar Ceneviz Surları var, halbuki biz o surların varlığından bile haberdar değiliz. Şehrin altı tamamıyla mazgallarla örülü, duvarlar, kuleler ve dehlizler yani tipik Ceneviz mimarisi şeklinde. Şehirde bunların olduğunu da bilmek lazım.
Size en çok etkileyici gelen şifre…
Her şey çok etkileyici, geçenlerde Haliç Tersanesi’ne gittik. 1800’ün başında yapılmış havuzlar var, bugün hala oralarda şehir hatları vapurları tamir ediliyor. 550 yıllık bir tersane ve 250 yıldır aynı havuzda bu işlerin yapılıyor olması gerçekten çok ilginç. Hayret verici. Şehrin aslında denizle büyük bir ilgisi var. Osmanlı’nın denizle büyük bir ilgisi var bugünkü denizle olan ilginin sorgulanması gerekiyor.
Denizle ilgili sorgulanması gerekiyor derken niye kirlettik, değerini bilemedik gibi mi?
“Ya burada bunlar vardı, tüh, kayboluyor gidiyor” geyikleri sıktı artık. Bunları devletten beklemek enayiliktir. İnsanlar bakmıyor, sahip çıkmıyor ve ilgilenmiyorsa o zaman tabiat boşluk kabul etmez, başka bir şeye dönüşür. Çok basit bir şey söyleyeyim boğaz boğaz diyoruz, hafta sonları bütün millet boğazı gezme sevdasına araba içinde ‘dur kalk, dur kalk’ yapıyor. Boğaz vapuruna bindiğinizde yüzde doksan beşin yabancı turist olduğunu görürsünüz. Niçin bu denizden aynı keyfin yapılması düşünülmez? Ortada bir deniz var, üstüne üstlük bir boğaz turuna verilecek para da çok fazla değil. O kadar benzini dur kalk yaparak zaten harcarsınız.
Sahilde arabayla geçerken yalılarda oturanlara bakıp iç geçiririz dediğiniz gibi bir vapur biletiyle herkes faydalanabilir…
Vapurla sabah onda çıkıp akşam altıda geliyorsunuz ve muhteşem bir şey. Hepimizin zengin olduğumuzun farkına varması lazım. Zenginlik işte orada duruyor ama onu kullanırsanız zenginsiniz demektir. Bu şehirde yaşayan insanların hangi gelir grubuna ait olurlarsa olsunlar zengin olduklarını hissetmesi gerektiğini düşünüyorum. Üstelik bayağı zenginiz, öyle böyle değil.
Yaşasın, bu şehir bizim ve çok zenginiz…
Hakikatten öyle. Zevkini çıkarttığınız sürece zenginsiniz. Bugün trilyonlarınız olup bir kenarda oturuyorsanız da zengin olduğunuzun bir anlamı yoktur. Elinizdeki nimetlerini kullanırsanız, kendi işinize yarar bir hale getirirseniz onun bir değeri vardır.
SİZ DE BENİ HER KONUDA KONUŞTURDUNUZ
Bana sigara yasağı yüzünden bu insanlar çıldırır gibi geliyor, siz ne düşünüyorsunuz?
Sigara yasağını kişisel olarak bir zulüm addediyorum, bir de devlete bu kadar çok vergi verirken devlet zulmü çekiyorum.
Mesela bir başkasının canına kast eden hızlı araba kullanma, hatalı sollama yapanlara şöyle eşek yüküyle bir ceza kesilse daha anlamlı değil mi?
Sonuç olarak sigaradan dolayı çıkan hastalıkların tedavisi de devletin sırtında bir yüktür. Çünkü sigaranın neden olduğu zararları gidermek üzere devletin cebinden inanılmaz derecede para çıkıyor. Bu yasağın dozu artarsa da illegalite artar bu yüzden dozun da iyi ayarlanması gerekiyor.
Aşk cinayetleri için ne düşünüyorsunuz?
Bunlar vardır, olacaktır da. Bunların yeni türemiş olması söz konusu değil. Medyada geniş dozda yer alması yeni bir durum. Bunlar hepimizin bildiği boktan üçüncü sayfa haberleriydi.
Bazı kesimlerden tepki almasına rağmen Münevver Karabulut cinayetinin film yapılması bile düşünülüyor…
Ne filmler yapılıyor, bu da yapılır. Bunlara karşı çıkmanın anlamı yok, gitme abi o zaman bu filmlere.
Belki de gündemde kalması daha iyi…
Sonuç olarak belli insanların anayasaya aykırı güçlere sahip olmaması gerekiyor. Herkes kanunların önünde eşit olduğunu hissetmek istiyor. Dolayısıyla bu tür haberlerin yer alması önemli. Bir yandan öldürme şeklinden rahatsız olurken bir yandan da kim olursa olsun bir adamın parası olsa da cinayetin üzerini kapatamadığı gerçeğini hissetmesi insanları rahatlatıyor.
Bunun bir tür teröpatik yanı var.
Eklemek istediğiniz bir şey var mı?
Siz de beni her konuda konuşturdunuz. Ne istiyorsanız onu cevaplarım. Biliyorsunuz ben nereye basarsanız oradan konuşan bir adamım. Kahkahalar…
Kızdınız mı?
Yok kızmadım. Ben yeni yeni farkına varıyorum insanların hayranlığına.
2010 DİYE BİR ŞEY KALMADI
2010 kültür başkenti üç beş tane iyi niyetli ve özverili birkaç sivil girişimci sayesinde sonra da elbirliğiyle özellikle de regülasyonun burnunu sokmasıyla berbat oldu ve 2010 diye bir şey kalmadı. On dört milyon insanın bu şehirle ilişkisini sağlayabilecek önemli bir projeydi. Çok iyi niyetle başlamıştı ama maalesef burayı yönetmeye kalkışanlar bunu göremedi.
Bu projede sizce aksayan neydi?
Bir stratejisi yoktu ve herkesin kendi 2010’u vardı. Ayrıca kişisel çıkar ve beklentiler de işi zora soktu. Halbuki çok fazla sivil toplum kuruluşu katılmıştı ki; sivil toplum kuruluşlarının en güzel tarafı kişisel hırs ve beklentilerden uzak olmasıdır ama maalesef regülasyonun tanımladığı bir yapıda, regülasyonun klasik alışkanlıklarına sahip insanların yönetmeye çalıştığı bir yer haline geldi. Takım olan yerlerde iyi oyun oynanır, herkesin bireysel oynadığı hatta aynı formayı giymeden takım olmaya çalıştığı yerlerden hiçbir şey olmaz.
BİR HANIM BİN DOLARLIK İÇ ÇAMAŞIRINI NİYE ALIR?
Tüketici davranışları dersi veriyorsunuz ne demektir bu?
Mesela bir hanım bin küsur dolarlık iç çamaşırını niye alır? Bunu diğer kadınlar görmez, erkekler oraya kadar geldiğinde zaten ilgi oradan kaymıştır. Sizin de saçınızdaki mor renk ben göreyim diye değildir, aynadaki görüntünüzle olan ilişkiniz sizin için çok daha önemli. Saçınızdaki morları görüp ya deli ya da ne acayip kadın diyebilirim ama bunlar sizi ilgilendirmez. Çünkü aynaya baktığınızda kendinizi nasıl daha farklı hissetmek istediğinizle ilgili bir durum söz konusu. Yani ‘buna layığım, aferin ben’ demektir. Klasik olarak çalışan bir kadın olsaydınız döpiyes, beyaz bluz ve boktan inci kolyenizle dolanırdınız. Bankada çalışsaydınız ne olursa olsun o mor rengi saçınıza süremezdiniz. Ne yaparsanız yapın bu kolyeyi sadece hafta sonları takabilirdiniz. Tüketici davranışları bu işte. Artık alışkanlıklarımız da kendimizi iyi hissetmek üzerine kurulu.
BEYOĞLU’NUN ADI BALYOS’TAN GELİR
Gümüşsuyu’ndaki sokaklar çok ilginçtir mesela Alman Konsolosluğu’nun yanındaki sokağın adi ‘çifte vav’dır, onun bir altındaki sokağın ise ‘bağ odaları’dır. Çifte vav yeniçeri sembolüdür ve dolayısıyla bütün yeniçeri odalarını o taraflara atmışlardır. Bağ odaları işte yeniçeri odalarıdır, insanlar eğer orada bir bağ bekliyorlarsa yanılırlar. Biraz eşelediğinizde altından çok daha fazla ilginç şeyler çıkmaya başlıyor. Beyoğlu’nun adı Balyos’tan gelir çünkü Balyos’un oğlu burada oturur, ‘Balyos’ bey anlamına geldiği için ve bey oğlunun burada konağı olması nedeniyle zaman içinde Beyoğlu olmuş. Bunun gibi fazlaca isim var ve bunun niye olduğunu insanların merak etmesi gerekir.
Okan Bayülgen’in hazırladığı Sade Vatandaş programında yaptığı yorumlarla ‘bu her şeyi bilen adam da kim’ dedirten ve adından pazarlama gurusu diye söz edilen Levent Erden aynı zamanda NTV’de yayınlanan ‘Şehrin Şifreleri’ adlı programın da yaratıcısı.
Bilgi Üniversite’sinde pazarlama iletişimi, tüketici davranışları, marka yönetimi dersleri veren Levent Erden ile şehrin şifrelerinden ilginç sokak isimlerine, sigara yasağından aşk cinayetlerine kadar her şeyi konuştuk.
Sizi ilk izlediğimde “bu adam galiba ekonomist, yok, pazarlamacı, galiba reklamcı, yok yok sosyolog” deyip ne olduğunuzu çözememiştim sahi siz bunların hepsi misiniz?
Öyle bir iddiam yok. Ne iş yapıyorsun diye sorduklarında maalesef snopluk dahi olsa ben bir marketing’ciyim demeyi tercih ediyorum. Marketing mesleği ile ilgili her şeyi yaptım. Türkiye’de Loreal’i kurdum, reklamcılık yapıyorum, üniversitede marka dersi veriyorum. Gerisi benim, yani mesleğim değil.
Vücudunun herhangi bir yerine basıldığında her türlü soruya cevap verebilecek ayaklı kütüphane gibisiniz. Okan Bayülgen’in size olan hayranlığı ekrandan bile o kadar çok belli oluyor ki...
Şirkette bana ‘Google’ diyorlar zaten. Okan çok rahat konuşabilen, süper profesyonel biri. Hem televizyoncu hem eğitimli bir tiyatrocu hem de entelektüel olarak süper bir adam. NTV’de yaptığımız program oyun alanımızı nispeten genişletiyordu sadece ikimiz olduğunda neredeyse saha kenarındaki çizgiler kalkıyordu. İstediğimiz yerde oynuyorduk.
Nasıl böyle olduğunuzu merak ediyorum. Uyanır uyanmaz kitap okumaya mı başlıyorsunuz?
Yok ya, sadece merak ediyorum. Birçok Galatasaraylı gibi olayların çeşitli taraflarından bakmak gibi bir disiplinle büyüdüm. İkincisi benim kendi hayat felsefem; etrafımla olan alışverişimi, ilişkimi ne kadar fazlalaştırırsam o kadar yaşadığımı hissediyorum. Belki bir tek konunun uzmanı olmak var ama dinlediğim müziği de, yediğim yemeyi de merak ediyorum. Kullandığım aleti de, önünden geçtiğim binayı da...
Peki, sizin bilmediğiniz bir şey var mı?
Var tabii. Mesela otomobille çok fazla ilgilenmem. Bazıları için araba seks objesi gibidir benim için sadece binilip gidilecek bir araçtır, onun için de hiçbir detayını bilmem.
Karmanyola ne demek diye sorsam…
Karmanyolacılar var hala desem. Kahkahalar…
Kadınlarla sohbetiniz nasıldır?
Bilmem, bugüne kadar yeterince boşandım ve üç tane çocuğum var.
Üç kadın, üç çocuk mu?
İki evlilik, üç çocuk. Zor bir adamım, beni çekmek ve benim de kimseyi çekmem kolay değildir.
BU ŞEHİRLE SEVİŞMEKTEN HOŞLANIYORUM
Ofisinizin manzarası muhteşem, buradan bakınca içiniz sıkılıyor mu yoksa açılıyor mu?
Benim içim sıkılmaz, birincisi Galatasaray mezunuyum ve buradan bakınca o binayı görebiliyorum. Şehri çok seviyorum ve her mevsim ayrı bir güzel görünüyor. Burada merak edecek çok şey var. Mesela çatısı aşağı doğru inen yüksek bina yönüne bakın, orada turkuaz bir kubbe göreceksiniz. Onlar üç tane katolodya çatı kilisesi ve onu ancak bu yükseklikteki binadan görebilirsiniz. Gördüğünüz gibi burada hikaye ararsanız buluyorsunuz. Bu abuk subuk binaların arasında bile hayat var. Baktığınızda İstanbul Modern’i de görüyorsunuz, Tophane’yi de.
Şehrin Şifreleri adlı programınızı buradan İstanbul manzarasını seyrederken mi yapmaya karar verdiniz?
Okan’la program yaparken bu şehirle ilgili bir şeyler yapın diyordum, onlar da “sen yap” dediler. Ben de kabul ettim, zaten hobimi yapıyorum. Çünkü bu şehirle sevişmekten hoşlanıyorum. Şehri sevmezsiniz, onunla sevişirsiniz. Her türlü sevişmek gibi bu da emek ister. O emeği verdiğinizde karşılığında bayağı bir şey alıyorsunuz. Onun için bunu biraz daha fazla insanla paylaşmaya gayret etmeye çalıştım.
Sevişmek deyince size göre İstanbul’un cinsiyeti nedir?
İstanbul saatine, gününe, yerine göre cinsiyetini değiştirebilir durumda. Bırakın cinsiyetini kişiliği bile değişiyor. Bazı yerlerde çok baskın, tanımlayıcı, bazı taraflarda çok edilgen, çok kırılgan ve sizin onunla ince bir şekilde ilgilenmenizi gerektiriyor. Bazı yerleri çok çocuksu bazı yerleri yaşlı ve konservatif. Şehrin durumuna, havanın rengine, ışığına göre değişen bir yer. O kadar büyük farklılığı aynı anda bulabilmek çok ilginç ve çok zevkli.
Şehrin ilginç şifrelerinden birini anlatsanız…
Geçenlerde Balat’a gittik ve orada her dükkandaki insan üçüncü jenerasyondandı. Yani bu insanların dedeleri de babaları da aynı dükkanda aynı işi yapmış. Hepsi çocukluk arkadaşları, babaları da çocukluk arkadaşı. Küçük kasabalarda bile kalmamış bir şeyin, İstanbul’un ta göbeğinde, üç dört nesildir yaşanıyor olduğunu görmek gerçekten önemli. Öte taraftan bakıyorsunuz, şehirde 1860’a kadar Ceneviz Surları var, halbuki biz o surların varlığından bile haberdar değiliz. Şehrin altı tamamıyla mazgallarla örülü, duvarlar, kuleler ve dehlizler yani tipik Ceneviz mimarisi şeklinde. Şehirde bunların olduğunu da bilmek lazım.
Size en çok etkileyici gelen şifre…
Her şey çok etkileyici, geçenlerde Haliç Tersanesi’ne gittik. 1800’ün başında yapılmış havuzlar var, bugün hala oralarda şehir hatları vapurları tamir ediliyor. 550 yıllık bir tersane ve 250 yıldır aynı havuzda bu işlerin yapılıyor olması gerçekten çok ilginç. Hayret verici. Şehrin aslında denizle büyük bir ilgisi var. Osmanlı’nın denizle büyük bir ilgisi var bugünkü denizle olan ilginin sorgulanması gerekiyor.
Denizle ilgili sorgulanması gerekiyor derken niye kirlettik, değerini bilemedik gibi mi?
“Ya burada bunlar vardı, tüh, kayboluyor gidiyor” geyikleri sıktı artık. Bunları devletten beklemek enayiliktir. İnsanlar bakmıyor, sahip çıkmıyor ve ilgilenmiyorsa o zaman tabiat boşluk kabul etmez, başka bir şeye dönüşür. Çok basit bir şey söyleyeyim boğaz boğaz diyoruz, hafta sonları bütün millet boğazı gezme sevdasına araba içinde ‘dur kalk, dur kalk’ yapıyor. Boğaz vapuruna bindiğinizde yüzde doksan beşin yabancı turist olduğunu görürsünüz. Niçin bu denizden aynı keyfin yapılması düşünülmez? Ortada bir deniz var, üstüne üstlük bir boğaz turuna verilecek para da çok fazla değil. O kadar benzini dur kalk yaparak zaten harcarsınız.
Sahilde arabayla geçerken yalılarda oturanlara bakıp iç geçiririz dediğiniz gibi bir vapur biletiyle herkes faydalanabilir…
Vapurla sabah onda çıkıp akşam altıda geliyorsunuz ve muhteşem bir şey. Hepimizin zengin olduğumuzun farkına varması lazım. Zenginlik işte orada duruyor ama onu kullanırsanız zenginsiniz demektir. Bu şehirde yaşayan insanların hangi gelir grubuna ait olurlarsa olsunlar zengin olduklarını hissetmesi gerektiğini düşünüyorum. Üstelik bayağı zenginiz, öyle böyle değil.
Yaşasın, bu şehir bizim ve çok zenginiz…
Hakikatten öyle. Zevkini çıkarttığınız sürece zenginsiniz. Bugün trilyonlarınız olup bir kenarda oturuyorsanız da zengin olduğunuzun bir anlamı yoktur. Elinizdeki nimetlerini kullanırsanız, kendi işinize yarar bir hale getirirseniz onun bir değeri vardır.
SİZ DE BENİ HER KONUDA KONUŞTURDUNUZ
Bana sigara yasağı yüzünden bu insanlar çıldırır gibi geliyor, siz ne düşünüyorsunuz?
Sigara yasağını kişisel olarak bir zulüm addediyorum, bir de devlete bu kadar çok vergi verirken devlet zulmü çekiyorum.
Mesela bir başkasının canına kast eden hızlı araba kullanma, hatalı sollama yapanlara şöyle eşek yüküyle bir ceza kesilse daha anlamlı değil mi?
Sonuç olarak sigaradan dolayı çıkan hastalıkların tedavisi de devletin sırtında bir yüktür. Çünkü sigaranın neden olduğu zararları gidermek üzere devletin cebinden inanılmaz derecede para çıkıyor. Bu yasağın dozu artarsa da illegalite artar bu yüzden dozun da iyi ayarlanması gerekiyor.
Aşk cinayetleri için ne düşünüyorsunuz?
Bunlar vardır, olacaktır da. Bunların yeni türemiş olması söz konusu değil. Medyada geniş dozda yer alması yeni bir durum. Bunlar hepimizin bildiği boktan üçüncü sayfa haberleriydi.
Bazı kesimlerden tepki almasına rağmen Münevver Karabulut cinayetinin film yapılması bile düşünülüyor…
Ne filmler yapılıyor, bu da yapılır. Bunlara karşı çıkmanın anlamı yok, gitme abi o zaman bu filmlere.
Belki de gündemde kalması daha iyi…
Sonuç olarak belli insanların anayasaya aykırı güçlere sahip olmaması gerekiyor. Herkes kanunların önünde eşit olduğunu hissetmek istiyor. Dolayısıyla bu tür haberlerin yer alması önemli. Bir yandan öldürme şeklinden rahatsız olurken bir yandan da kim olursa olsun bir adamın parası olsa da cinayetin üzerini kapatamadığı gerçeğini hissetmesi insanları rahatlatıyor.
Bunun bir tür teröpatik yanı var.
Eklemek istediğiniz bir şey var mı?
Siz de beni her konuda konuşturdunuz. Ne istiyorsanız onu cevaplarım. Biliyorsunuz ben nereye basarsanız oradan konuşan bir adamım. Kahkahalar…
Kızdınız mı?
Yok kızmadım. Ben yeni yeni farkına varıyorum insanların hayranlığına.
2010 DİYE BİR ŞEY KALMADI
2010 kültür başkenti üç beş tane iyi niyetli ve özverili birkaç sivil girişimci sayesinde sonra da elbirliğiyle özellikle de regülasyonun burnunu sokmasıyla berbat oldu ve 2010 diye bir şey kalmadı. On dört milyon insanın bu şehirle ilişkisini sağlayabilecek önemli bir projeydi. Çok iyi niyetle başlamıştı ama maalesef burayı yönetmeye kalkışanlar bunu göremedi.
Bu projede sizce aksayan neydi?
Bir stratejisi yoktu ve herkesin kendi 2010’u vardı. Ayrıca kişisel çıkar ve beklentiler de işi zora soktu. Halbuki çok fazla sivil toplum kuruluşu katılmıştı ki; sivil toplum kuruluşlarının en güzel tarafı kişisel hırs ve beklentilerden uzak olmasıdır ama maalesef regülasyonun tanımladığı bir yapıda, regülasyonun klasik alışkanlıklarına sahip insanların yönetmeye çalıştığı bir yer haline geldi. Takım olan yerlerde iyi oyun oynanır, herkesin bireysel oynadığı hatta aynı formayı giymeden takım olmaya çalıştığı yerlerden hiçbir şey olmaz.
BİR HANIM BİN DOLARLIK İÇ ÇAMAŞIRINI NİYE ALIR?
Tüketici davranışları dersi veriyorsunuz ne demektir bu?
Mesela bir hanım bin küsur dolarlık iç çamaşırını niye alır? Bunu diğer kadınlar görmez, erkekler oraya kadar geldiğinde zaten ilgi oradan kaymıştır. Sizin de saçınızdaki mor renk ben göreyim diye değildir, aynadaki görüntünüzle olan ilişkiniz sizin için çok daha önemli. Saçınızdaki morları görüp ya deli ya da ne acayip kadın diyebilirim ama bunlar sizi ilgilendirmez. Çünkü aynaya baktığınızda kendinizi nasıl daha farklı hissetmek istediğinizle ilgili bir durum söz konusu. Yani ‘buna layığım, aferin ben’ demektir. Klasik olarak çalışan bir kadın olsaydınız döpiyes, beyaz bluz ve boktan inci kolyenizle dolanırdınız. Bankada çalışsaydınız ne olursa olsun o mor rengi saçınıza süremezdiniz. Ne yaparsanız yapın bu kolyeyi sadece hafta sonları takabilirdiniz. Tüketici davranışları bu işte. Artık alışkanlıklarımız da kendimizi iyi hissetmek üzerine kurulu.
BEYOĞLU’NUN ADI BALYOS’TAN GELİR
Gümüşsuyu’ndaki sokaklar çok ilginçtir mesela Alman Konsolosluğu’nun yanındaki sokağın adi ‘çifte vav’dır, onun bir altındaki sokağın ise ‘bağ odaları’dır. Çifte vav yeniçeri sembolüdür ve dolayısıyla bütün yeniçeri odalarını o taraflara atmışlardır. Bağ odaları işte yeniçeri odalarıdır, insanlar eğer orada bir bağ bekliyorlarsa yanılırlar. Biraz eşelediğinizde altından çok daha fazla ilginç şeyler çıkmaya başlıyor. Beyoğlu’nun adı Balyos’tan gelir çünkü Balyos’un oğlu burada oturur, ‘Balyos’ bey anlamına geldiği için ve bey oğlunun burada konağı olması nedeniyle zaman içinde Beyoğlu olmuş. Bunun gibi fazlaca isim var ve bunun niye olduğunu insanların merak etmesi gerekir.
Etiketler:
balat,
istanbul,
levent erden,
okan bayülgen,
sigara yasağı,
şehrin şifreleri
DÜNYADAKİ SON ERKEK ARKADAŞIMIN SEVGİLİSİ DEĞİLDİR
‘Uzak İhtimal’ filmiyle 28. İstanbul Film Festivali’nde en iyi senaryo, Rotterdam Film Festivali’nde Kaplan, 16. Altın Koza Film Festivali’nde de en iyi kadın oyuncu ödülünü alan Görkem Yeltan, şu sıralarda ATV ekranlarında yayınlanan ‘Ey Aşk Neredesin’ adlı dizide oynuyor. Dizi konusu itibarıyla otuz yaşına gelip de henüz evlenmemiş kadınların oldukça ilgisini çekeceğe benziyor.
Görkem Yeltan, sadece başarılı bir oyuncu değil aynı zamanda çocuk kitapları yazarı. “Kimimiz çalışarak kimimiz doğuştan gelen bir yetenekle yazıyoruz. Ben çalışan taraftayım ve bunu da seviyorum diyen Yeltan, Radikal kitap Eki’nde ‘Kabarüko’ adlı köşesinde en çok sevdiği kitapların tanıtımını da yapıyor. Aldığı ödüllerle çifte mutluluğu yaşamış sanatçı ile hayatımızın neredeyse çoğunu kapsayan aşk konusuyla söyleşimize başladık.
‘Ey Aşk Neredesin’ dizisinde nasıl bir hikaye bekliyor bizi?
‘Ey Aşk Neredesin’ dizisi otuzlu yaşlarındaki insanların ilişkilere bakış açısını anlatıyor. Başrolde Tayanç Ayaydın ve Burçin Terzioğlu oynuyor. Bu iki karakterin evlilik hikayesi üzerine kurulu bir teması var. Ben de onların yakın arkadaşıyım, mutlu evliliği olan birini oynuyorum ama ‘kayınvalide’ faktörü söz konusu! Dizinin yazarları çok samimi ve yazılanların dili çok güzel dolayısıyla bu projede olduğum için çok mutluyum.
Dizi adlarına baktığımızda ‘Ey aşk Neredesin’, ‘Aşk Yakar’ gibi hep aşktan dem vuran isimlere rastlıyoruz, derdimiz aşk ve kadın erkek ilişkisi üzerine galiba, siz ne dersiniz?
Aşk çok güzel ve sağalabilecek bir konu. En büyük duyguların yaşandığı bir cevheri barındırıyor içinde. Aşk bir yandan büyük bir mutluluk hali, bir yandan da hastalıklı bir hal. Çok değişken ve yaratıcı bir konu tabii ki. Neden böyle filmler yapılıyor ve Türk toplumu da bu tip filmleri neden çok izliyor diye düşündüğümde bu konuda ahkam kesmek istemem ama nedenin;
insanların yaşamadıkları şeyleri televizyonda görmek istemesi olduğunu düşünüyorum.
‘Gölge’ ve size iki ödül getiren ‘Uzak İhtimal’ filminden söz etsek…
Ağabeyimiz, dostumuz ve yol göstericimiz olan Mehmet Güreli’nin ‘Gölge’ filmi Peyami Safa’nın Selma ve Gölgesi adlı romanından uyarlanmıştı. Senaryosu Nilgün Öneş’e ait filmin oyuncu kadrosu da eş ve dosttan ibaretti. Bizim çok sevdiğimiz ve heyecanlandığımız bir dönem filmiydi. Bu dönemde ‘Uzak İhtimal’ filminin yönetmeni Mahmut Fazıl Coşkun rahibe karakterini oynayacak birini arıyormuş. Mehmet Güreli ‘Gölge’ filminde beni ‘Femme Fatale’ bir kadın rolünde çalıştırmasına rağmen bu zıt karakter için beni önerdi. ‘Gölge’ filmi bittikten sonra ‘Uzak İhtimal’ filmine başladım. Ayrıca senaryo yazma kısmına da katıldım.
İki filmde birbirinden çok farklı karakterleri canlandırdınız…
Gerçekten hayata bakış ve ilişkiler anlamında bu iki film birbirine oldukça zıttı.
Gölge filminde iki erkeğin aynı kadına aşık olması ve bu erkeklerin arasını açan bir kadın söz konusuyken diğerinde rahibe olmak isteyen bir kadın karakter vardı. Onun tek aşkı tanrı ve ona ulaşma çabasıydı. Uzak İhtimal için söylenemeyen sözler üzerine kurulu bir film diyebiliriz.
AŞK İŞLERİNDE ÇOK BÜYÜK KONUŞMAMAK LAZIM
Gölge filminde Selma karakteri ‘arkadaşımın aşkısın’ şeklinde sevgilisinin arkadaşıyla daha sonra bir ilişki de yaşıyor değil mi?
Selma karakteri hastalıklı bir yapıya sahip nemfoman bir kadın ve çocukluğundan kalma travmatik durumları var. O filmdeki çok uç bir bakış açısıydı. Çünkü o tamamen bir ipin üzerinde yürüyen ve karakteri hemen başka bir yere devredebilecek, çift karakterli diyebileceğimiz bir yapıydı. Onun için iki erkek ya da beş erkekle birlikte olması ve bunların üzerine hayatını kurması ancak o karakter içinde algılanabilir bir durum. Görkem olarak böyle bir şeye nasıl bakıyorsunuz derseniz korkunç bir durum derim.
Peki, ben de soruyorum o zaman sizin ‘arkadaşımın aşkı’ durumuna bakışınız nasıl olurdu?
Aşk çok güzel bir şey, tabii ki birilerinin başına gelirse bunu eleştirmem. Ama böyle bir durum benim başıma gelmez ve bu durumdan hiç hoşnut olmam. Çünkü dünyadaki son erkek benim arkadaşımın sevgilisi değildir. Açıkçası bunu çok da namuslu bulmam. Ama bu aşk işlerinde çok büyük konuşmamak lazım, belki bir gün yaşanabilir. Şimdi yazdığım hikayeler üzerinden düşünüyorum da bir gün öyle bir şey olur ki; onların ilişkisi biter, çok yaşlanabiliriz, ben ölürüm eşim ya da kocam arkadaşımla bir yakınlık yaşayabilir. Bunu bilemem.
‘Gölge’ filminde aşk gibi ‘kıskançlık’ da söz konusu, peki, kıskançlık size tanıdık gelen bir duygu mudur?
Kıskançlık bana tanıdık gelen bir duygu. Hayatımda bir kez kıskançlığımla yüzleştim, benim için çok enteresan bir andı. Bu arada kıskançlık duygusunu da çok doğru bulmam. Flüt dersi alıyordum ve bir gün çalışırken yanıma küçük bir çocuk gelip “Görkem abla flütünü versene” deyip benim çıkamadığım oktava çıktı ve benim çalamadığım parçayı çalmaya başlayıverdi. (Bu arada ilk kez bu söyleşide anlatıyorum.) O gün kıskançlığın ne demek olduğunu işte o zaman anladım. Çok acayip bir duyguydu. Aslında ufacık bir çocuk ve ona bir şey yapamam ama ne yalan söyleyeyim onu kıskandım. Bu durumdan çok utandım. Tabii ki benden daha yetenekli olabilirdi ama o flüt onun eline çok küçüktü. Gözümün önünde parçayı o kadar kolay çaldı ki, ne yapacağımı bilemedim.
Bir daha kıskançlıkla karşı karşıya kalmadınız mı?
Bir daha olmadı çünkü bu eğitilebilen bir durum. İnsan bir şekilde hatalarını ve defolarını kapatabilir. Zaten böyle bir süreç için yaşıyoruz. Birtakım hatalarımız ve zaaflarımız var ve onları doğru bir noktaya getirmeye çalışıyoruz. Ne yapalım hayat böyle bir şey zaten.
Selma ve Gölgesi’nden devam edersek Görkem Yeltan’ın da zıt duyguları barındıran gölgesi var mı?
Bir gün hiç tanımadığım insanlar içimden çıkabilir. Şu anda altmış yaşında ne yaşayacağımı bilmiyorum. O yaşta öyle bir şey olur ki, ben bugün baktığım noktanın çok başka bir yerinden hayata bakabilirim. O yüzden evet, var diyebilirim. Çocukken yazarlar benim dostlarımdır diyebilecek bir bakış açım yoktu ama şimdi var. Çok başka yerlere gidiyorum ve her zaman gitmeliyim. Gitmemek biraz tuhaf olur, çünkü insan çocukluğuyla ya da gençliğiyle aynı noktada kalırsa aldığımız yaşların ne anlamı olur ki?
ÇOCUK KARAKTERLER ÜZERİNE YAZMAK ÇOK BAŞKA BİR DUYGU
Tercihiniz neden çocuk kitapları yazmaktan yana?
Çocuk kitapları yazmayı ve çocuk dünyasını seviyorum. Onlar her şeyi soruyor ve araştırıyor. Bakış açıları o kadar temiz ve olması gereken yerde ki. Dünyayı merak edişleri ve algılamaları çok güzel. Çocuklardan çok şey öğreniyorsunuz. Onlarla yaşarsanız çok mutlu oluyorsunuz ve hayat enerjiniz artıyor. Bazı konulardaki yorumlarına bakıp ‘söyledikleri çok doğru, kirlenen ve yanlış düşünen biziz’ diyebiliyorsunuz bu yüzden çok hoşuma gidiyor.
Çocuk kitabı yazmanın bir formülü var mı?
Her yazarın kendi formülü var. Ben daha çok yüreğimin götürdüğü gibi yazıyorum. Çocuk kitabı yazarken çok heyecanlanıyorum sanki bütün dünya önüme sunulmuş gibi hissediyorum. Artık Radikal Kitap ekiyle birlikte sınıflandırma yapmaya başladım. Mesela öykülerin çizeriyle bir yolculuğa başladım ve o çizeri o kadar çok sevdim ki, hayatımda bir sürü şeyi demesine izin verdim. Eskiden karakterleri anlıyordum ve hikaye üzerine gidiyordum, şimdiyse başka şeylere de bakmaya başladım.
Yazma süreci sizin için eğlenceli mi yoksa dertlere derman bulunan bir alan mı?
Kendi başıma yapabildiğim bir şey olduğu için yazmak çok heyecan verici. Diğer işim de oyunculuk ve bu tek başıma yapabileceğim bir şey değil. Oyunculukta yaratılan bir şeye hizmet ediyorsunuz, diğerinde siz yaratıyorsunuz. Evde olduğum zamanlarda yazmak beni kurtaran can simidim oluyor. Yazmak, hayata başka türlü bakmamı ve başka şeyler hissetmemi sağlıyor. En çok çocuk kitabı yazmayı seviyorum. Çocuklar için yazmak değil çocuk karakterler üzerine yazmak çok başka bir duygu. Olmayan bir şeyi var etme duygusu insanı çok heyecanlandırıyor.
Hem senaryo yazarlığı hem de oyunculuk dalında ödül almanın mutluluğu ayrı olsa gerek…
Bir iş yaptığınızda onun bir şekilde duyulmasını sağlamak çok güzel. Ödül almak çok önemli değil, herkes bir gün alabilir. Ödül, daha fazla insanın filminizi izlemesine katkıda bulunuyorsa eğer tabii ki çok sevindirici. Sizi dünyada izleyen başka insanların olması çok büyük bir mutluluk getiriyor. Hayatımda ilk kez sevinçten ağlamanın ne demek olduğunu ‘Rotterdam Film Festivali’nde ‘Kaplan’ ödülünü aldığımızda yaşadım.
MESLEĞİM BENİ İFADE EDEMEZ
Dünyada o kadar çok öfke ve nefretle kuşanmış insan var ki, sizin için nefret
duygusu ne ifade eder?
Hayata bakış açım iyi insan olmak üzerinedir, bence hayattaki en önemli şey iyi insan olmaktır. Bunun dışındaki durumlar için mücadele gerekir tıpkı savaşlar gibi. Savaşta çocuklar öldürülürken orada yaşanan bir nefret olduğunu görüyorsunuz.
Savaş karşıtı eylemlere katıldığınızı biliyoruz, söz konusu savaş ve çocuklar olunca heyecanlandınız…
Bu beni çok heyecanlandırıyor. Bazı insanlar evde oturup bir şey yapmadan tepkilerini dile getirir ve sadece konuşurlar. Irak’ta bir sürü insan ölüyor diye televizyon karşısında ağlayıp tepkilerini dile getirirler. Kendi adıma çocuk kitapları yazarak ne kadar mutluyum deyip gerçek dünyadan kopamam. Bu kitapları yazarken başka bir yerde çocuklar öldürülüyorsa o zaman o kitabı sen bir zahmet çöpe at. Dünyanın bir yerinde kötü bir şey olduğunda sokağa çıkacak çok insan var ve bu da çok doyurucu. Artık insanlar dertlerini dile getirmeli. Ayrıca bütün dünya siyasetinde de sokağa çıkmak çok önemli.
Bazı insanları meslekleri çok iyi ifade eder diyorsunuz, sizin mesleğiniz hangi yönünüzü ifade ediyor?
Yaptığımız bütün işler bir yerlere göndermeler yapar. Ben mesela niye oyuncu olmayı seçtim? Çünkü farklı karakterlerle ilgilenmeyi ve onlar üzerine düşünmeyi çok seviyorum. Keza yazarlık için de aynısı geçerli. Farklı karakterlerin konuşması, can bulması bana çok eğlenceli geliyor. Mesleğim beni ifade edemez, çünkü mesleğim çok öte bir şey.
Hayal dünyası içinde kaybolup gitmeyi sever misiniz?
Gerçek dünyada yaşadığın şeylere de hikaye gibi bakmaya başlıyorsun. Buda mesleki deformasyon. Oyunculukta da aynısı oluyor. Sizi dinlerken nasıl baktığınıza, gözlerini nerede kırpıştırdığınıza, elinizi nasıl koyduğunuza dikkat ediyorum. Bazen hayalle gerçeğin karıştığı anlar olabiliyor. Bazen karşınızdakini dinlerken acaba başka ne düşünüyor diye merak edip kopabilirsiniz. Bu tuhaf bir şey değil, belki de olması gerekendir.
Hayatla dalga geçmeyi sevenlerden misiniz?
Hayat sizinle dalga geçerse görürsünüz gününüzü. (kahkahalar)… Mutlu olmanın yolu neyse onu yapmayı çok severim. Bisiklete binmeyi ve üzerinden düşünce de kendime gülmeyi çok severim. Çocuk kitapları yazdığım için zaten böyle şeylere yatkınlığım var.
Görkem Yeltan, sadece başarılı bir oyuncu değil aynı zamanda çocuk kitapları yazarı. “Kimimiz çalışarak kimimiz doğuştan gelen bir yetenekle yazıyoruz. Ben çalışan taraftayım ve bunu da seviyorum diyen Yeltan, Radikal kitap Eki’nde ‘Kabarüko’ adlı köşesinde en çok sevdiği kitapların tanıtımını da yapıyor. Aldığı ödüllerle çifte mutluluğu yaşamış sanatçı ile hayatımızın neredeyse çoğunu kapsayan aşk konusuyla söyleşimize başladık.
‘Ey Aşk Neredesin’ dizisinde nasıl bir hikaye bekliyor bizi?
‘Ey Aşk Neredesin’ dizisi otuzlu yaşlarındaki insanların ilişkilere bakış açısını anlatıyor. Başrolde Tayanç Ayaydın ve Burçin Terzioğlu oynuyor. Bu iki karakterin evlilik hikayesi üzerine kurulu bir teması var. Ben de onların yakın arkadaşıyım, mutlu evliliği olan birini oynuyorum ama ‘kayınvalide’ faktörü söz konusu! Dizinin yazarları çok samimi ve yazılanların dili çok güzel dolayısıyla bu projede olduğum için çok mutluyum.
Dizi adlarına baktığımızda ‘Ey aşk Neredesin’, ‘Aşk Yakar’ gibi hep aşktan dem vuran isimlere rastlıyoruz, derdimiz aşk ve kadın erkek ilişkisi üzerine galiba, siz ne dersiniz?
Aşk çok güzel ve sağalabilecek bir konu. En büyük duyguların yaşandığı bir cevheri barındırıyor içinde. Aşk bir yandan büyük bir mutluluk hali, bir yandan da hastalıklı bir hal. Çok değişken ve yaratıcı bir konu tabii ki. Neden böyle filmler yapılıyor ve Türk toplumu da bu tip filmleri neden çok izliyor diye düşündüğümde bu konuda ahkam kesmek istemem ama nedenin;
insanların yaşamadıkları şeyleri televizyonda görmek istemesi olduğunu düşünüyorum.
‘Gölge’ ve size iki ödül getiren ‘Uzak İhtimal’ filminden söz etsek…
Ağabeyimiz, dostumuz ve yol göstericimiz olan Mehmet Güreli’nin ‘Gölge’ filmi Peyami Safa’nın Selma ve Gölgesi adlı romanından uyarlanmıştı. Senaryosu Nilgün Öneş’e ait filmin oyuncu kadrosu da eş ve dosttan ibaretti. Bizim çok sevdiğimiz ve heyecanlandığımız bir dönem filmiydi. Bu dönemde ‘Uzak İhtimal’ filminin yönetmeni Mahmut Fazıl Coşkun rahibe karakterini oynayacak birini arıyormuş. Mehmet Güreli ‘Gölge’ filminde beni ‘Femme Fatale’ bir kadın rolünde çalıştırmasına rağmen bu zıt karakter için beni önerdi. ‘Gölge’ filmi bittikten sonra ‘Uzak İhtimal’ filmine başladım. Ayrıca senaryo yazma kısmına da katıldım.
İki filmde birbirinden çok farklı karakterleri canlandırdınız…
Gerçekten hayata bakış ve ilişkiler anlamında bu iki film birbirine oldukça zıttı.
Gölge filminde iki erkeğin aynı kadına aşık olması ve bu erkeklerin arasını açan bir kadın söz konusuyken diğerinde rahibe olmak isteyen bir kadın karakter vardı. Onun tek aşkı tanrı ve ona ulaşma çabasıydı. Uzak İhtimal için söylenemeyen sözler üzerine kurulu bir film diyebiliriz.
AŞK İŞLERİNDE ÇOK BÜYÜK KONUŞMAMAK LAZIM
Gölge filminde Selma karakteri ‘arkadaşımın aşkısın’ şeklinde sevgilisinin arkadaşıyla daha sonra bir ilişki de yaşıyor değil mi?
Selma karakteri hastalıklı bir yapıya sahip nemfoman bir kadın ve çocukluğundan kalma travmatik durumları var. O filmdeki çok uç bir bakış açısıydı. Çünkü o tamamen bir ipin üzerinde yürüyen ve karakteri hemen başka bir yere devredebilecek, çift karakterli diyebileceğimiz bir yapıydı. Onun için iki erkek ya da beş erkekle birlikte olması ve bunların üzerine hayatını kurması ancak o karakter içinde algılanabilir bir durum. Görkem olarak böyle bir şeye nasıl bakıyorsunuz derseniz korkunç bir durum derim.
Peki, ben de soruyorum o zaman sizin ‘arkadaşımın aşkı’ durumuna bakışınız nasıl olurdu?
Aşk çok güzel bir şey, tabii ki birilerinin başına gelirse bunu eleştirmem. Ama böyle bir durum benim başıma gelmez ve bu durumdan hiç hoşnut olmam. Çünkü dünyadaki son erkek benim arkadaşımın sevgilisi değildir. Açıkçası bunu çok da namuslu bulmam. Ama bu aşk işlerinde çok büyük konuşmamak lazım, belki bir gün yaşanabilir. Şimdi yazdığım hikayeler üzerinden düşünüyorum da bir gün öyle bir şey olur ki; onların ilişkisi biter, çok yaşlanabiliriz, ben ölürüm eşim ya da kocam arkadaşımla bir yakınlık yaşayabilir. Bunu bilemem.
‘Gölge’ filminde aşk gibi ‘kıskançlık’ da söz konusu, peki, kıskançlık size tanıdık gelen bir duygu mudur?
Kıskançlık bana tanıdık gelen bir duygu. Hayatımda bir kez kıskançlığımla yüzleştim, benim için çok enteresan bir andı. Bu arada kıskançlık duygusunu da çok doğru bulmam. Flüt dersi alıyordum ve bir gün çalışırken yanıma küçük bir çocuk gelip “Görkem abla flütünü versene” deyip benim çıkamadığım oktava çıktı ve benim çalamadığım parçayı çalmaya başlayıverdi. (Bu arada ilk kez bu söyleşide anlatıyorum.) O gün kıskançlığın ne demek olduğunu işte o zaman anladım. Çok acayip bir duyguydu. Aslında ufacık bir çocuk ve ona bir şey yapamam ama ne yalan söyleyeyim onu kıskandım. Bu durumdan çok utandım. Tabii ki benden daha yetenekli olabilirdi ama o flüt onun eline çok küçüktü. Gözümün önünde parçayı o kadar kolay çaldı ki, ne yapacağımı bilemedim.
Bir daha kıskançlıkla karşı karşıya kalmadınız mı?
Bir daha olmadı çünkü bu eğitilebilen bir durum. İnsan bir şekilde hatalarını ve defolarını kapatabilir. Zaten böyle bir süreç için yaşıyoruz. Birtakım hatalarımız ve zaaflarımız var ve onları doğru bir noktaya getirmeye çalışıyoruz. Ne yapalım hayat böyle bir şey zaten.
Selma ve Gölgesi’nden devam edersek Görkem Yeltan’ın da zıt duyguları barındıran gölgesi var mı?
Bir gün hiç tanımadığım insanlar içimden çıkabilir. Şu anda altmış yaşında ne yaşayacağımı bilmiyorum. O yaşta öyle bir şey olur ki, ben bugün baktığım noktanın çok başka bir yerinden hayata bakabilirim. O yüzden evet, var diyebilirim. Çocukken yazarlar benim dostlarımdır diyebilecek bir bakış açım yoktu ama şimdi var. Çok başka yerlere gidiyorum ve her zaman gitmeliyim. Gitmemek biraz tuhaf olur, çünkü insan çocukluğuyla ya da gençliğiyle aynı noktada kalırsa aldığımız yaşların ne anlamı olur ki?
ÇOCUK KARAKTERLER ÜZERİNE YAZMAK ÇOK BAŞKA BİR DUYGU
Tercihiniz neden çocuk kitapları yazmaktan yana?
Çocuk kitapları yazmayı ve çocuk dünyasını seviyorum. Onlar her şeyi soruyor ve araştırıyor. Bakış açıları o kadar temiz ve olması gereken yerde ki. Dünyayı merak edişleri ve algılamaları çok güzel. Çocuklardan çok şey öğreniyorsunuz. Onlarla yaşarsanız çok mutlu oluyorsunuz ve hayat enerjiniz artıyor. Bazı konulardaki yorumlarına bakıp ‘söyledikleri çok doğru, kirlenen ve yanlış düşünen biziz’ diyebiliyorsunuz bu yüzden çok hoşuma gidiyor.
Çocuk kitabı yazmanın bir formülü var mı?
Her yazarın kendi formülü var. Ben daha çok yüreğimin götürdüğü gibi yazıyorum. Çocuk kitabı yazarken çok heyecanlanıyorum sanki bütün dünya önüme sunulmuş gibi hissediyorum. Artık Radikal Kitap ekiyle birlikte sınıflandırma yapmaya başladım. Mesela öykülerin çizeriyle bir yolculuğa başladım ve o çizeri o kadar çok sevdim ki, hayatımda bir sürü şeyi demesine izin verdim. Eskiden karakterleri anlıyordum ve hikaye üzerine gidiyordum, şimdiyse başka şeylere de bakmaya başladım.
Yazma süreci sizin için eğlenceli mi yoksa dertlere derman bulunan bir alan mı?
Kendi başıma yapabildiğim bir şey olduğu için yazmak çok heyecan verici. Diğer işim de oyunculuk ve bu tek başıma yapabileceğim bir şey değil. Oyunculukta yaratılan bir şeye hizmet ediyorsunuz, diğerinde siz yaratıyorsunuz. Evde olduğum zamanlarda yazmak beni kurtaran can simidim oluyor. Yazmak, hayata başka türlü bakmamı ve başka şeyler hissetmemi sağlıyor. En çok çocuk kitabı yazmayı seviyorum. Çocuklar için yazmak değil çocuk karakterler üzerine yazmak çok başka bir duygu. Olmayan bir şeyi var etme duygusu insanı çok heyecanlandırıyor.
Hem senaryo yazarlığı hem de oyunculuk dalında ödül almanın mutluluğu ayrı olsa gerek…
Bir iş yaptığınızda onun bir şekilde duyulmasını sağlamak çok güzel. Ödül almak çok önemli değil, herkes bir gün alabilir. Ödül, daha fazla insanın filminizi izlemesine katkıda bulunuyorsa eğer tabii ki çok sevindirici. Sizi dünyada izleyen başka insanların olması çok büyük bir mutluluk getiriyor. Hayatımda ilk kez sevinçten ağlamanın ne demek olduğunu ‘Rotterdam Film Festivali’nde ‘Kaplan’ ödülünü aldığımızda yaşadım.
MESLEĞİM BENİ İFADE EDEMEZ
Dünyada o kadar çok öfke ve nefretle kuşanmış insan var ki, sizin için nefret
duygusu ne ifade eder?
Hayata bakış açım iyi insan olmak üzerinedir, bence hayattaki en önemli şey iyi insan olmaktır. Bunun dışındaki durumlar için mücadele gerekir tıpkı savaşlar gibi. Savaşta çocuklar öldürülürken orada yaşanan bir nefret olduğunu görüyorsunuz.
Savaş karşıtı eylemlere katıldığınızı biliyoruz, söz konusu savaş ve çocuklar olunca heyecanlandınız…
Bu beni çok heyecanlandırıyor. Bazı insanlar evde oturup bir şey yapmadan tepkilerini dile getirir ve sadece konuşurlar. Irak’ta bir sürü insan ölüyor diye televizyon karşısında ağlayıp tepkilerini dile getirirler. Kendi adıma çocuk kitapları yazarak ne kadar mutluyum deyip gerçek dünyadan kopamam. Bu kitapları yazarken başka bir yerde çocuklar öldürülüyorsa o zaman o kitabı sen bir zahmet çöpe at. Dünyanın bir yerinde kötü bir şey olduğunda sokağa çıkacak çok insan var ve bu da çok doyurucu. Artık insanlar dertlerini dile getirmeli. Ayrıca bütün dünya siyasetinde de sokağa çıkmak çok önemli.
Bazı insanları meslekleri çok iyi ifade eder diyorsunuz, sizin mesleğiniz hangi yönünüzü ifade ediyor?
Yaptığımız bütün işler bir yerlere göndermeler yapar. Ben mesela niye oyuncu olmayı seçtim? Çünkü farklı karakterlerle ilgilenmeyi ve onlar üzerine düşünmeyi çok seviyorum. Keza yazarlık için de aynısı geçerli. Farklı karakterlerin konuşması, can bulması bana çok eğlenceli geliyor. Mesleğim beni ifade edemez, çünkü mesleğim çok öte bir şey.
Hayal dünyası içinde kaybolup gitmeyi sever misiniz?
Gerçek dünyada yaşadığın şeylere de hikaye gibi bakmaya başlıyorsun. Buda mesleki deformasyon. Oyunculukta da aynısı oluyor. Sizi dinlerken nasıl baktığınıza, gözlerini nerede kırpıştırdığınıza, elinizi nasıl koyduğunuza dikkat ediyorum. Bazen hayalle gerçeğin karıştığı anlar olabiliyor. Bazen karşınızdakini dinlerken acaba başka ne düşünüyor diye merak edip kopabilirsiniz. Bu tuhaf bir şey değil, belki de olması gerekendir.
Hayatla dalga geçmeyi sevenlerden misiniz?
Hayat sizinle dalga geçerse görürsünüz gününüzü. (kahkahalar)… Mutlu olmanın yolu neyse onu yapmayı çok severim. Bisiklete binmeyi ve üzerinden düşünce de kendime gülmeyi çok severim. Çocuk kitapları yazdığım için zaten böyle şeylere yatkınlığım var.
KEMAL SAYAR
HER ŞEYİN BİR ANLAMI VAR
Psikiyatri profesörü Kemal Sayar’ın Timaş Yayınlarından yeni bir kitabı daha çıktı. ‘Her Şeyin Bir Anlamı Var’. ‘Yavaşla’ ve ‘Merhamet’ adlı kitapların devamı niteliğinde yazılan bu son kitap da diğerleri gibi ‘neden daha fazla mutsuzuz, mutsuzluktan çıkmak için ne yapabiliriz ve hayatın anlamı nedir’ sorularına cevap aramaya devam ediyor.
Yıllar önce Kemal Sayar’ı hasta olarak ziyaret ettiğimde o bitmek bilmeyen ilk seans ağlayarak geçmişti. Uzun bir süre sonra bu kez söyleşi için bir araya geldiğimiz ilk dakikalarda kahkahalarla gülmeye başlamıştık bile. “Bu yazıları hem kendime hem de kendim gibi ruhlara bir şifa mektubu niyetine yazıyorum” diyen Kemal Sayar’ın ‘Her Şeyin Bir Anlamı Var’ adlı kitabını okumak da bana yeniden şifa vermişti anlaşılan.
Kitabınızın adı ‘Her Şeyin Bir Anlamı Var’, peki, size göre hayatın bir anlamı var mı?
Elbette var, ama söylemem. (Kahkahalar)… Gertrud Stein diye bir yazar var ve hayatı boyunca da hep ‘cevap neydi, cevap neydi?’ diye soruyor. Ölüm döşeğindeyken üstadın öğrencileri yanına çöküp “lütfen söyleyin, cevap neydi, cevap neydi?” diye sorunca üstat onlara dönüp “soru neydi? diyor. Kahkahalar… Hayatın muhakkak bir anlamı var. Bunu herkesin kendisi keşfetmeli. Kimse bir başkası için doğru yaşamanın vaadini veremez, onu propaganda edemez. Bir anlam duygusuna yaslanarak yaşayan insanlar daha huzurlu ve iç tatmini yüksek insanlardır. Yaşadığı hayatı hiç sorgulamayan, onun içinde saklı olan anlamı keşfetmeye yanaşmayan insanlar, görünüşte ne kadar mutlu olsalar da içeride büyük bir boşluk duygusundan muzdariplerdir.
Herkesin sırrı kendinde gizli yani, hayatın anlamını bulmanın da bir formülü yok…
Valla bazen sadece aramak bile yeter. Bir şeylerin peşinde olmak insana kafi derecede mutluluk ve enerji verir. O yüzden Sufi’lerin, ‘Her arayan bulamaz, ancak bulanlar sadece arayanlardır’ sözünü çok seviyorum.
Gençlerle yaptığınız terapilerde hayatın anlamı üzerine ne düşünüyorlar?
Bir ümitsizlik ve anlamsızlık salgını görüyorum. Gençlerin önemli bir kısmında yılgınlık ve nihilizm var. Niye yaşadıklarının cevabını bulamıyorlar. Bir grup genç ‘Trendy’ akımlara kapılıyor, marka giyiyor, çok harcıyor ve yeme-içme mekanlarında dolaşarak kendilerini gösteriyor. Yoksul ailelerin çocukları ise içlerinde çok büyük bir öfke biriktiriyor. Şiddet kullanarak dünyayı dönüştürmek gibi bir projenin parçası olabiliyor ya da çok ezik ve çaresiz kalıyorlar.
‘MUTLU AŞK’ ACIYI VE ÖFKEYİ KABULLENMEKLE MÜMKÜN
Günümüzdeki gençler için bırakın hayatı, aşkın bile anlamı yok gibi…
‘Issız Adam’ filminde sevemeyen, ilişkilerinde tam bir derinlik yaşayamayan bir erkek tipolojisi anlatılıyordu. Bugünkü topluma baktığınız zaman aşkın da bir anlam kaybına uğradığını görüyorsunuz. Aşkın da içeriği boşaltılmış durumda. Sadakatsiz beraberlikler ortaya çıkıyor. İlişkiler sadece fiziksel yakınlaşma üzerine dayalı. Günümüz insanı aşkta da, kadın erkek ilişkisinde de yüzeyselleşiyor.
‘Mutlu aşk yoktur’ sözü tam da günümüze uyan bir durum değil mi?
İnsanlarda tahammül duygusu ve ilişkilerde derinleşme olmadığı için aşk da sadece tutkudan ibaret hale geliyor. Halbuki; tahammül duygusuyla, fedakarlıkla aşk yücelir ve kanatlanır. Bu duyguları kaybettiğimiz için aşk da kirlenmeden nasibini alıyor.
Mutlu aşkın formülü olsa…
Hayatın formülü yoktur ki aşkın olsun. Herkes formülünü kendi başına yapmak zorunda. Kişiye özel reçete gerekir. Mutlu aşkın sırrı da her insan için ayrıdır. Kafanızı duvarlara vura vura bazen acı çeke çeke hayatın manasını kavramanız gerekebilir.
Kitabınızda başka bir dünya mümkün mü diye soruyorsunuz, ben de mutlu aşk mümkün mü diye sorsam?
‘Mutlu aşk’, aşkın içindeki acıyı, öfkeyi ve ayrılığı kabullenmekle mümkün. Aşkı, tamamen acısız ve çok tatlı bir kendinden geçme hali olarak tanımlarsak onun gerçek olmayan bir aptallık hali olduğunu düşünürüm.
YALNIZLIK MUTSUZLUĞU GETİRİYOR
Mutluluk dediğimiz şey ya geçmişte kaldı ya da ileri bir tarihe ertelendi. Genç, yetişkin herkes çok mutsuz…
Söylediğiniz tespit çok önemli. Batı dünyasında yapılan istatistikler gerek gençliğin gerekse genel manada insanlığın geçmiş çağlara göre çok daha mutsuz olduğunu gösteriyor. Daha büyük arabalarımız, bilgisayarlarımız, cep telefonlarımız var, evlerimiz daha sağlam ama neden daha mutsuzuz? Bu soru pek çok ruh sağlığı bilim adamının ilgisini çekiyor. İnsan ilişkisini kaybettiğimiz için daha fazla mutsuzuz. Belki daha güzel evlerde oturuyoruz ama komşularımızı tanımıyoruz. Daha büyük şehirlerde yaşıyoruz ama dostlarımıza ulaşamıyoruz. Arabalarımıza binip daha uzaklara gidebiliyoruz ama bayramlarda sevdiklerimiz ziyaret etmiyoruz da tatil yörelerine kaçıyoruz. Yalnızlık mutsuzluğu getiriyor. Sufi’lerin söylediği gibi ‘şimdi ve burada anın çocuğu olmak’ çok önemli. Ne geleceğe ertelemek ne de geçmişe sığınmak, burada ve şimdi dolu dolu yaşamak. Bunu yapabilirsek ne ala.
Mutluluk belki de yanı başımızda ama onu niye göremediğimizi anlayamıyorum?
Şartlamalarımız, bakma biçimlerimiz neyi nasıl gördüğümüzü çok etkiliyor. O yüzden bakışlarımızı güzelliğe ayarlamamız gerekiyor. Hayatın içinde saklı olan mucizeleri her gün görebilmek, ufak şeylerden büyük tatlar alabilmek lazım. Yani şu yaprakların yeşermesi ve sararması bence büyük bir lezzet. İnsan hikayelerine ortak olmak da çok keyifli. Başka insanları dinlemek, paylaşmak, dertlerine ortak olmak çok güzel bir şey. İnsan ilişkisini sıcak tutan biri hayatı her zaman hayret ve mucize duygusuyla yaşar.
SECRET TÜRÜ KİTAPLAR HER ŞEYİ YÜZEYSELLEŞTİRİYOR
Hayata ilişkin soruların cevaplarını Sufi öğretisinde bulabileceğimizin ipuçlarını ilk kitabınızdan beri veriyorsunuz… Mevlana’nın söylediklerini şimdilerde moda olan Secret’vari kitaplar söylüyor…
Söylediğiniz gibi onun çok daha derini Mevlana’da var. Yunus’a baktığınız zaman bir umman görüyorsunuz. Hakikaten bu toprakların bilgeliğine çok dikkatli bakmak gerekiyor. ‘Secret’ her şeyi yüzeyselleştiriyor ve pazarlanabilir bir hale getiriyor. Biraz kazıyınca arkasında büyük bir boşluk görüyorum.
Secret’vari kitaplar insanı hem paranoyaklaştırıyor hem de insanı insandan uzaklaştırıyor. Arkadaşlarımın yanına biraz üzgün gitsem “enerjimizi düşürme” diyorlar…
Bu durum insanın başına kötü bir şey geldiği zaman kendini suçlamasına da yol açıyor. Mesela kişi “Allah kahretsin, çok büyük kötülük yaptım ve kanser oldum” diye düşünmeye başlıyor. Bu çok çok yüzeysel ve çok saçma bir akım. Bunlarla mücadele edip insanların ‘yüzeysel manevi reçetelerle’ kendilerini kandırmalarını önlemek lazım. Geçmişinde Hacı Bektaş-ı Veli’si, Yunus Emre’si, Mevlana’sı olan bir toplumun ‘The Secret’ gibi aptal şeylere hiç inanması gerekiyor.
BİZLER DE DOKTOR OLARAK DERTLİ İNSANLARIZ!
Neredeyse anne karnından başlayarak aldığımız yaralara çare var mı?
Nietzsche “beni öldürmeyen yumruk, beni daha güçlü kılar” diyor. Hayat bir problem çözme sürecidir. Bazen yaşadığımız zorluklar bizi daha sonrakilere karşı daha akıllı kılar böylece daha kolay çözüm yolları bulabiliriz. İnsan hiçbir zaman çocukluğunun kurbanı değildir, bugün psikolojide ‘düzeltici duygusal yaşantılar’ diye bir kavram var. Böylece çocuklukta yaşadığımız travmalar ilerleyen hayatımızda yaşadığımız güzel deneyimlerle dengelenebiliyor.
Hayat teselli bulmaktır bölümünde “bizler de doktor olarak dertli insanlarız” diyorsunuz, siz yaralarınızı nasıl sarıyorsunuz? Biz size geliyoruz da siz kime gidiyorsunuz?
Valla biz de dostlarımıza koşuyoruz. Sevdiğimiz insanlarla bir araya gelip onlardan bizi dinlemelerini bekliyoruz. Biz de birilerine bir şeyler anlatmak istiyoruz. O yüzden psikiyatristlerin ve psikoterapistlerin dertsiz insanlar olduğunu düşünenler yanılıyorlar. Tam aksine onlar da gayet dertli, hayatın içinde dertlerine çare arayan insanlardır.
HORMONLU ÇOCUKLAR
Hormonlu çocuklar; duygusal olarak hazır olmadan çok fazla şişirilmiş, çok fazla pohpohlanmış, her şeyi yapabileceklerine inandırılmış çocuklardır. Anne ve babalar çocuklarına baktıklarında kendi güç ve azametlerini görmek istiyor. Bu ‘proje çocuklar’ o kadar çok öne çıkarılıp erişkin projesi haline getiriliyorlar ki çocukluklarını yaşayamıyorlar. Duygusal hayatlarını yaşayamıyorlar ve mükemmel bir varlık olduklarına inandırılarak büyütülüyorlar. Sonra bu çocuklar hayata çıktıklarında kendilerinden daha zeki, daha yetenekli ve daha yakışıklı çocukların olduğunu görünce büyük bir hayal kırıklığı yaşayıp depresyona giriyorlar. Hatta bir kısmı baş edemem duygusuyla hayattan çekiliyor. Çocukları hayatın içinde, hayatın dertleriyle haşır neşir, kendisinin en yakışıklı en zeki olmadığını bilen, başka insanlara saygı duyan organik çocuklar olarak yetiştirmeliyiz.
HASET DUYGUSU İNSANI MUTSUZLUĞA HAPSEDER
Türkiye’de çok yarışmacı bir haset kültürü var. İnsanlar kendi yaptıklarına değil
başkalarının yaptıklarına bakıyor. Kendimizi bu duygudan yaptığımız işi severek ve hayallerimizin peşi sıra giderek koruyacağız. Bir başkasının ne olduğu ve ne yaptığı beni niye ilgilendirsin ki? Ben kendi yaptığıma ve kendi olduğuma bakarım. Herkesin kendi iç yolculuğuna bakması lazım. Nereden nereye geldiğimize ve neyi ne kadar başardığına bakarsak kendimizi haset kültüründen sıyırmış oluruz.
TANRILIĞA SOYUNMAK MUTSUZLUĞUN EN KÖTÜSÜDÜR
Mutlu olmanın formüllerinden bir tanesi de hiçbir şeyi o kadar çok ciddiye almamak, her şeyin gelip geçeceğini bilmektir. Kendimizi aşırı derecede ciddiye aldığımızda hayal kırıklıkları ve üzüntüler yaşıyoruz. Biz koskoca okyanusta bir damlayız ya da sahilde bir kum tanesiyiz. Hayatta güzel şeyler yapabildiysek ve başkalarının hayatlarını güzelleştirebildiysek ne mutlu bize. Yeryüzünde tanrılığa soyunmak mutsuzluğun en kötüsüdür.
Psikiyatri profesörü Kemal Sayar’ın Timaş Yayınlarından yeni bir kitabı daha çıktı. ‘Her Şeyin Bir Anlamı Var’. ‘Yavaşla’ ve ‘Merhamet’ adlı kitapların devamı niteliğinde yazılan bu son kitap da diğerleri gibi ‘neden daha fazla mutsuzuz, mutsuzluktan çıkmak için ne yapabiliriz ve hayatın anlamı nedir’ sorularına cevap aramaya devam ediyor.
Yıllar önce Kemal Sayar’ı hasta olarak ziyaret ettiğimde o bitmek bilmeyen ilk seans ağlayarak geçmişti. Uzun bir süre sonra bu kez söyleşi için bir araya geldiğimiz ilk dakikalarda kahkahalarla gülmeye başlamıştık bile. “Bu yazıları hem kendime hem de kendim gibi ruhlara bir şifa mektubu niyetine yazıyorum” diyen Kemal Sayar’ın ‘Her Şeyin Bir Anlamı Var’ adlı kitabını okumak da bana yeniden şifa vermişti anlaşılan.
Kitabınızın adı ‘Her Şeyin Bir Anlamı Var’, peki, size göre hayatın bir anlamı var mı?
Elbette var, ama söylemem. (Kahkahalar)… Gertrud Stein diye bir yazar var ve hayatı boyunca da hep ‘cevap neydi, cevap neydi?’ diye soruyor. Ölüm döşeğindeyken üstadın öğrencileri yanına çöküp “lütfen söyleyin, cevap neydi, cevap neydi?” diye sorunca üstat onlara dönüp “soru neydi? diyor. Kahkahalar… Hayatın muhakkak bir anlamı var. Bunu herkesin kendisi keşfetmeli. Kimse bir başkası için doğru yaşamanın vaadini veremez, onu propaganda edemez. Bir anlam duygusuna yaslanarak yaşayan insanlar daha huzurlu ve iç tatmini yüksek insanlardır. Yaşadığı hayatı hiç sorgulamayan, onun içinde saklı olan anlamı keşfetmeye yanaşmayan insanlar, görünüşte ne kadar mutlu olsalar da içeride büyük bir boşluk duygusundan muzdariplerdir.
Herkesin sırrı kendinde gizli yani, hayatın anlamını bulmanın da bir formülü yok…
Valla bazen sadece aramak bile yeter. Bir şeylerin peşinde olmak insana kafi derecede mutluluk ve enerji verir. O yüzden Sufi’lerin, ‘Her arayan bulamaz, ancak bulanlar sadece arayanlardır’ sözünü çok seviyorum.
Gençlerle yaptığınız terapilerde hayatın anlamı üzerine ne düşünüyorlar?
Bir ümitsizlik ve anlamsızlık salgını görüyorum. Gençlerin önemli bir kısmında yılgınlık ve nihilizm var. Niye yaşadıklarının cevabını bulamıyorlar. Bir grup genç ‘Trendy’ akımlara kapılıyor, marka giyiyor, çok harcıyor ve yeme-içme mekanlarında dolaşarak kendilerini gösteriyor. Yoksul ailelerin çocukları ise içlerinde çok büyük bir öfke biriktiriyor. Şiddet kullanarak dünyayı dönüştürmek gibi bir projenin parçası olabiliyor ya da çok ezik ve çaresiz kalıyorlar.
‘MUTLU AŞK’ ACIYI VE ÖFKEYİ KABULLENMEKLE MÜMKÜN
Günümüzdeki gençler için bırakın hayatı, aşkın bile anlamı yok gibi…
‘Issız Adam’ filminde sevemeyen, ilişkilerinde tam bir derinlik yaşayamayan bir erkek tipolojisi anlatılıyordu. Bugünkü topluma baktığınız zaman aşkın da bir anlam kaybına uğradığını görüyorsunuz. Aşkın da içeriği boşaltılmış durumda. Sadakatsiz beraberlikler ortaya çıkıyor. İlişkiler sadece fiziksel yakınlaşma üzerine dayalı. Günümüz insanı aşkta da, kadın erkek ilişkisinde de yüzeyselleşiyor.
‘Mutlu aşk yoktur’ sözü tam da günümüze uyan bir durum değil mi?
İnsanlarda tahammül duygusu ve ilişkilerde derinleşme olmadığı için aşk da sadece tutkudan ibaret hale geliyor. Halbuki; tahammül duygusuyla, fedakarlıkla aşk yücelir ve kanatlanır. Bu duyguları kaybettiğimiz için aşk da kirlenmeden nasibini alıyor.
Mutlu aşkın formülü olsa…
Hayatın formülü yoktur ki aşkın olsun. Herkes formülünü kendi başına yapmak zorunda. Kişiye özel reçete gerekir. Mutlu aşkın sırrı da her insan için ayrıdır. Kafanızı duvarlara vura vura bazen acı çeke çeke hayatın manasını kavramanız gerekebilir.
Kitabınızda başka bir dünya mümkün mü diye soruyorsunuz, ben de mutlu aşk mümkün mü diye sorsam?
‘Mutlu aşk’, aşkın içindeki acıyı, öfkeyi ve ayrılığı kabullenmekle mümkün. Aşkı, tamamen acısız ve çok tatlı bir kendinden geçme hali olarak tanımlarsak onun gerçek olmayan bir aptallık hali olduğunu düşünürüm.
YALNIZLIK MUTSUZLUĞU GETİRİYOR
Mutluluk dediğimiz şey ya geçmişte kaldı ya da ileri bir tarihe ertelendi. Genç, yetişkin herkes çok mutsuz…
Söylediğiniz tespit çok önemli. Batı dünyasında yapılan istatistikler gerek gençliğin gerekse genel manada insanlığın geçmiş çağlara göre çok daha mutsuz olduğunu gösteriyor. Daha büyük arabalarımız, bilgisayarlarımız, cep telefonlarımız var, evlerimiz daha sağlam ama neden daha mutsuzuz? Bu soru pek çok ruh sağlığı bilim adamının ilgisini çekiyor. İnsan ilişkisini kaybettiğimiz için daha fazla mutsuzuz. Belki daha güzel evlerde oturuyoruz ama komşularımızı tanımıyoruz. Daha büyük şehirlerde yaşıyoruz ama dostlarımıza ulaşamıyoruz. Arabalarımıza binip daha uzaklara gidebiliyoruz ama bayramlarda sevdiklerimiz ziyaret etmiyoruz da tatil yörelerine kaçıyoruz. Yalnızlık mutsuzluğu getiriyor. Sufi’lerin söylediği gibi ‘şimdi ve burada anın çocuğu olmak’ çok önemli. Ne geleceğe ertelemek ne de geçmişe sığınmak, burada ve şimdi dolu dolu yaşamak. Bunu yapabilirsek ne ala.
Mutluluk belki de yanı başımızda ama onu niye göremediğimizi anlayamıyorum?
Şartlamalarımız, bakma biçimlerimiz neyi nasıl gördüğümüzü çok etkiliyor. O yüzden bakışlarımızı güzelliğe ayarlamamız gerekiyor. Hayatın içinde saklı olan mucizeleri her gün görebilmek, ufak şeylerden büyük tatlar alabilmek lazım. Yani şu yaprakların yeşermesi ve sararması bence büyük bir lezzet. İnsan hikayelerine ortak olmak da çok keyifli. Başka insanları dinlemek, paylaşmak, dertlerine ortak olmak çok güzel bir şey. İnsan ilişkisini sıcak tutan biri hayatı her zaman hayret ve mucize duygusuyla yaşar.
SECRET TÜRÜ KİTAPLAR HER ŞEYİ YÜZEYSELLEŞTİRİYOR
Hayata ilişkin soruların cevaplarını Sufi öğretisinde bulabileceğimizin ipuçlarını ilk kitabınızdan beri veriyorsunuz… Mevlana’nın söylediklerini şimdilerde moda olan Secret’vari kitaplar söylüyor…
Söylediğiniz gibi onun çok daha derini Mevlana’da var. Yunus’a baktığınız zaman bir umman görüyorsunuz. Hakikaten bu toprakların bilgeliğine çok dikkatli bakmak gerekiyor. ‘Secret’ her şeyi yüzeyselleştiriyor ve pazarlanabilir bir hale getiriyor. Biraz kazıyınca arkasında büyük bir boşluk görüyorum.
Secret’vari kitaplar insanı hem paranoyaklaştırıyor hem de insanı insandan uzaklaştırıyor. Arkadaşlarımın yanına biraz üzgün gitsem “enerjimizi düşürme” diyorlar…
Bu durum insanın başına kötü bir şey geldiği zaman kendini suçlamasına da yol açıyor. Mesela kişi “Allah kahretsin, çok büyük kötülük yaptım ve kanser oldum” diye düşünmeye başlıyor. Bu çok çok yüzeysel ve çok saçma bir akım. Bunlarla mücadele edip insanların ‘yüzeysel manevi reçetelerle’ kendilerini kandırmalarını önlemek lazım. Geçmişinde Hacı Bektaş-ı Veli’si, Yunus Emre’si, Mevlana’sı olan bir toplumun ‘The Secret’ gibi aptal şeylere hiç inanması gerekiyor.
BİZLER DE DOKTOR OLARAK DERTLİ İNSANLARIZ!
Neredeyse anne karnından başlayarak aldığımız yaralara çare var mı?
Nietzsche “beni öldürmeyen yumruk, beni daha güçlü kılar” diyor. Hayat bir problem çözme sürecidir. Bazen yaşadığımız zorluklar bizi daha sonrakilere karşı daha akıllı kılar böylece daha kolay çözüm yolları bulabiliriz. İnsan hiçbir zaman çocukluğunun kurbanı değildir, bugün psikolojide ‘düzeltici duygusal yaşantılar’ diye bir kavram var. Böylece çocuklukta yaşadığımız travmalar ilerleyen hayatımızda yaşadığımız güzel deneyimlerle dengelenebiliyor.
Hayat teselli bulmaktır bölümünde “bizler de doktor olarak dertli insanlarız” diyorsunuz, siz yaralarınızı nasıl sarıyorsunuz? Biz size geliyoruz da siz kime gidiyorsunuz?
Valla biz de dostlarımıza koşuyoruz. Sevdiğimiz insanlarla bir araya gelip onlardan bizi dinlemelerini bekliyoruz. Biz de birilerine bir şeyler anlatmak istiyoruz. O yüzden psikiyatristlerin ve psikoterapistlerin dertsiz insanlar olduğunu düşünenler yanılıyorlar. Tam aksine onlar da gayet dertli, hayatın içinde dertlerine çare arayan insanlardır.
HORMONLU ÇOCUKLAR
Hormonlu çocuklar; duygusal olarak hazır olmadan çok fazla şişirilmiş, çok fazla pohpohlanmış, her şeyi yapabileceklerine inandırılmış çocuklardır. Anne ve babalar çocuklarına baktıklarında kendi güç ve azametlerini görmek istiyor. Bu ‘proje çocuklar’ o kadar çok öne çıkarılıp erişkin projesi haline getiriliyorlar ki çocukluklarını yaşayamıyorlar. Duygusal hayatlarını yaşayamıyorlar ve mükemmel bir varlık olduklarına inandırılarak büyütülüyorlar. Sonra bu çocuklar hayata çıktıklarında kendilerinden daha zeki, daha yetenekli ve daha yakışıklı çocukların olduğunu görünce büyük bir hayal kırıklığı yaşayıp depresyona giriyorlar. Hatta bir kısmı baş edemem duygusuyla hayattan çekiliyor. Çocukları hayatın içinde, hayatın dertleriyle haşır neşir, kendisinin en yakışıklı en zeki olmadığını bilen, başka insanlara saygı duyan organik çocuklar olarak yetiştirmeliyiz.
HASET DUYGUSU İNSANI MUTSUZLUĞA HAPSEDER
Türkiye’de çok yarışmacı bir haset kültürü var. İnsanlar kendi yaptıklarına değil
başkalarının yaptıklarına bakıyor. Kendimizi bu duygudan yaptığımız işi severek ve hayallerimizin peşi sıra giderek koruyacağız. Bir başkasının ne olduğu ve ne yaptığı beni niye ilgilendirsin ki? Ben kendi yaptığıma ve kendi olduğuma bakarım. Herkesin kendi iç yolculuğuna bakması lazım. Nereden nereye geldiğimize ve neyi ne kadar başardığına bakarsak kendimizi haset kültüründen sıyırmış oluruz.
TANRILIĞA SOYUNMAK MUTSUZLUĞUN EN KÖTÜSÜDÜR
Mutlu olmanın formüllerinden bir tanesi de hiçbir şeyi o kadar çok ciddiye almamak, her şeyin gelip geçeceğini bilmektir. Kendimizi aşırı derecede ciddiye aldığımızda hayal kırıklıkları ve üzüntüler yaşıyoruz. Biz koskoca okyanusta bir damlayız ya da sahilde bir kum tanesiyiz. Hayatta güzel şeyler yapabildiysek ve başkalarının hayatlarını güzelleştirebildiysek ne mutlu bize. Yeryüzünde tanrılığa soyunmak mutsuzluğun en kötüsüdür.
Etiketler:
ego,
haset kültürü,
hayatın anlamı,
hormon,
kemal sayar,
mutlu aşk,
mutluluk,
secret
SABA TÜMER
TRANSFER SEZONUNU BEN AÇTIM
Saba Tümer önce Cnntürk kanalına transfer olmasıyla sonra da Habertürk kanalına ödediği tazminatla gündemdeki yerini korumaya devam ediyor. “Cnntürk’e transferimden sonra birçok kişi başka kanallara transfer oldu ve bu sayede çok da para kazandılar” diyen Saba Tümer bu durumdan çok da mutlu olduğunu sözlerine ekledi.
Saba Tümer kimdir diye sorulsa herkesin aklına önce şen şakrak kahkahalarıyla ortalığı neşeye boğan kadın cevabı gelir herhalde. Söyleşiye giderken gülmekten konuşamazsak diye bayağı tedirgin olmuştum. Ama hiç öyle olmadı. Hem çok güldük hem de çok keyifli bir söyleşi yaptık. Ama en çok güldük… ‘Sizi ne güldürür’ sorusu ona sorulacak en saçma soru olurdu herhalde. Ama ben sordum, o da “Demek ki olurmuş. Bak buna da gülüyorum” diyerek ortalığı kahkahaya boğmakta geç kalmadı bile. Kahkahalar…
Habertürk'ten ayrılışınızla ilgili ne söylemek istersiniz?
Çok güzel ve çok keyifli günlerim geçmişti artık önüme bakıyorum. Bana imkan verdikleri için çalışan herkese çok teşekkür ederim. Ama artık geçmişte kaldı, artık şimdiyle ilgileniyorum. Hüseyin ve diğer ekip arkadaşlarımla çok güzel bir heyecanla başlıyoruz. İzleyicilerimize daha önce verdiğimiz sözlerin hepsi geçerli. Onları bir tebessümle uykuya yollayacağımızı vaat etmiştik, bunu başardık ve başarmaya da devam edeceğiz. Yaptıklarımız yapacaklarımızın garantisidir.
Siz değil de karşı taraf anlaşmayı iptal etseydi aynı yaptırımı siz uygulayabilecek miydiniz?
Tabii, o zaman da ben onlardan para alacaktım.
O zaman yüklü miktarda tazminat ödediğiniz haberleri doğru…
Sözleşme çerçevesi içinde üzerime düşen parayı ödedim. Ama rakamsal olarak konuşmak istemiyorum çünkü ticari bir unsur söz konusu. Ama ödedim.
Öküz öldü ortaklık ayrıldı gibi olmuş. Onca süre orada çalışmışlığınız var, peki, bunu etik buluyor musunuz?
Onlar öyle uygun gördüyse öyledir.
Star'daki programınız neden yayından kalktı birtakım aksilikler de oldu…
Birkaç hafta devam edecek yazlık programdı. Açıkçası tatildeydim ve haftada bir gün programa geliyordum. Çok merak eden biri değilim, o yüzden çok detay sormadım. Tatilime devam ettim.
Programa nazar değdiğini düşündünüz mü?
Yok canım, ne nazar değecek. (Kahkahalar) Kimsenin kimseye nazarı değmez.
Midyat'a pirinç almaya gideyim derken eldeki bulgurdan olduğunuzu düşündünüz mü hiç?
Hiç düşünmedim. Ben pirinci almak üzere yola çıktım diyelim. Birçok teklif geliyordu. En iyi olanını seçtim.
TORPİLLE BİR YERE GELENLER SAPIR SAPIR DÖKÜLÜYOR!
Sizin yerinize Hülya Avşar'ın geleceği söylendi. Bununla ilgili neler söylemek istersiniz?
Bir sürü söylenti var. Alternatiftir. Çok da iyi olur.
Peki, size alternatif olabilir mi?
Kişilerin hepsi kendine has. Benim alternatifim olur mu, ona da seyirci karar verecek.
Yeni programda Habertürk'teki gibi mi olacak?
Aynısı olacak. ‘Saba Tümer’le Bu Gece’. Seyirciler artık CNN Türk'ün frekansı 42'ye basacaklar. Seyircilerden her gece 42'yi tuşlamalarını rica ediyorum. Beni orada bulacaklar.
Helin Avşar'ın Habertürk'te yazmasıyla ilgili olarak ne düşünüyorsunuz?
Olabilir, Paris Hilton bile neler yapıyor?
Bu kadar işsiz gazeteci ve Helin Avşar'ın da birçok alternatifi varken normal mi?
Helin'i çok severim. İyi bir şeyler yaptığı sürece başarılı olmasını canı gönülden isterim. İki kere ekranda gözüküp dizi oyuncusu olan da var, iki kursa gidip ahkam kesen de. Onun için maalesef o kavramlar kalktı. Hoşgörüyle bakmak lazım. Yapabilenin yolu açık olsun.
Eskiden parayı veren düdüğü çalardı şimdi torpili olan düdüğü çalıyor...
Bu sektör hep öyleydi, artık her yerde var. Bunlar şans işi. O yüzden her şeyi yargılamadan, hoşgörüyle bakmalı. zaten o size gelir.
Nazar etme ne olur, çalış senin de olur gibi...
Aynen öyle. (kahkahalar) Bırakınız yapsınlar, kim neyi istiyorsa yapsın. Zamanla herkes kendini belli ediyor bir şekilde. Onun için kimseyi yargılamadan, hoşgörüyle bakıp yolumuza devam etmeliyiz. Çünkü siz yargılayınca kendinizden yiyorsunuz, enerjinizi tüketiyorsunuz. Buna gerek yok. Yargılamayınca farkındalığınız da artıyor. Böylece daha doğru kararlar veriyorsunuz.
Yazılı ve görsel medyada adam kayırma, bazılarını (durup dururken) öne çıkartma moda gibi…
Zaman zaman bu tarz şeyler oluyor. Ama sonuçta torpille bir yere gelenin yeri belli, kendi çabasıyla bir yere gelenin de. Kişi kendini gösteriyor zaten. Öteki mutlaka bir yerlerde açık veriyor.
Birileri öyle ya da böyle eleğin içine girmeye hak kazanıyor sonrası da malum…
Aynen elek gibi. Zaman içinde torpille gelenler sapır sapır dökülüyor. Kendi çabasıyla bir yere gelen insanlar da belli. Ama bir tek şey var ki, tırnağıyla kazıyıp gelen insan da yaşamak için karşısındakini öldürüyor. O zaman da kendini öldürüyor. Eğer içindeki dürtüyü en aza indirebilirse onun da yolu uzun oluyor. Önemli olan iyi insan olmak. Hiçbir zaman ‘Ayşe ne yapmış, Mehmet ne yapmış’ diye düşünmem. Kendi yaptığıma bakarım.
O KADAR PATAVATSIZ BİRİYİM Kİ…
Sizin transferliğinizin gündeme geldiğinde kanallar arası adeta bir savaş çıkmış gibiydi. Mahalle çocukları gibi aldım verdim ben seni yendim durumlar olmuştu…
Benim Cnntürk’e transferimden sonra birçok kişi de başka kanallara transfer oldu. (Oturduğu yerde doğrulup)Sibel Hanım, işin açıkçası medyada bir hareket gerekiyordu. Çok iyi oldu ve bunu da ben yapmış oldum. Bu hareketimle birlikte çok insan da para kazandı, ben de çok mutluyum. Çünkü herkes işsizlik yüzünden değerinden daha az paraya çalışmak zorunda kalıyordu. Şimdi herkes değerini buldu. O yüzden benim dışımda transfer olanlar bana da bir ‘Allah razı olsun’ derlerse çok sevinirim.
Bu arada Hüseyin ne olacak, sizinle beraber geliyor mu?
Evvett, (kahkahalar). Hüseyin'siz çıkmam.
Şapkasız çıkmam abi der gibi…
Aynen öyle. Hüseyin'siz çıkmam. Henüz hiçbir kanal onaylamamışken Hüseyin'le bu proje için temas halindeydik. Beraber yola çıktık ve bu ikimizin projesi. Allah ayırmasın diyorum.
Program esnasında Hüseyin'le aranızda geçen diyaloglar spontan mı oluşmuştu?
Tabii canım, hepsi spontan oldu. Düşünsenize, canlı yayındasınız yapabileceğiniz bir şey yok ve onu duymayınca bir anda "ne diyorsun, anlamıyorum" deyince herkesin çok hoşuna gitti. Biz de çok sevdik ve devam ettik. Güzel de oldu. Ben öyle kendimi kasıp da bin bir şekle sokamam. Onun için öyle rahat rahat, evimizde gibi yapıyoruz.
Bazen konuğunuz bir şeyler anlatırken siz bilgisayarın içine gömülüyorsunuz konuk da susup sizi izlemeye başlıyordu…
Çok akıllı, çok zeki ve çok matrak bir izleyici kitlem var, o güzel mesajları okumamak elde değil. Zaten o mesajları okurken o kadar çok enerjik oluyorum ve çok eğleniyorum. Program bittikten sonra da okuyup gülmeye devam ediyoruz.
Programınıza en çok kimi konuk etmek isterdiniz?
Tayyip Erdoğan, Emine Erdoğan, Hayrunisa Hanım, Sezen Aksu ve Tarkan mesela... Bu isteğimi ilk kez bu röportajdan öğrenecekler. Köşkte Hayrunisa Hanım'ı gördüğümde bu isteğimi ilettim ama çok yoğundu. İnşallah bu sezon arzu ediyoruz.
Hayrunisa Hanım'la ne konuşmak isterdiniz?
Ben siyasi bir şey konuşmak istemezdim. Bir First Lady nasıl biridir onu konuşmak isterdim.
Kafanıza esen her şeyi sorar mıydınız mesela cinsellikle ilgili birşeyler?
Bir takım şeyleri sorarım ama bir first lady ile konuşmanın mantığı çerçevesinde tabii ki.
Soru soran taraf mı olmak kolay yoksa soru sorulan taraf mı?
O kadar alıştım ki soru sormaya. Bir de karşımdaki kişi hangi sorudan sonra neyi soracak, bu iş nereye gider biliyorum. (Kahkahalar)
Samimiyet buhranına kapılıp aklınıza gelen her şeyi söylüyor musunuz?
O kadar patavatsız biriyim ki, ağzımdan çıkıyor, söylüyorum. Artık çıkan laf çıkmıştır, yapacak bir şey de yoktur. (Kahkahalar)
KENDİMDEN ÇOK MEMNUNUM
Ekşi Sözlük'te sizin için yazılanlara baktım da seviyorlar mı, nefret mi ediyorlar anlamadım?
Bayılırım onlara ve okuyunca çok eğleniyorum. Çok mantıklı şeyler yazıyorlar, hakkımdaki eleştirileri okurken de kendi kendime gülüyorum.
Kızmıyor musunuz hiç?
Yoo. O da onun düşüncesi, demek ki öyle görmek istiyor. Yargılamamak lazım. Ben aştım artık. (Kahkahalar) Benim için önemli olan yakınlarımın ne düşündüğü. Zaten herkes beni sevse o zaman bende bir sorun var demektir.
Ekşi Sözlük'te sizin için televizyonu pavyona çeviriyor diye de yazmışlar gördünüz mü?
Eğleniyorlar. Ama pavyona gitmeye de bayılırlar. (Kahkahalar)
Eksi sözlükte gülmeniz de çok eleştiriliyor. Gülen insana kimsenin tahammülü yok…
İlk başta her şeye neden bu kadar çok gülüyor diye tepki alıyorduk. Ama şimdi alıştılar. Ajitasyonu seven bir toplumuz ve şimdiye kadar ekranlardan hep ağlamayı öğrenmişler. Mesela hasta yatağında yatan biri o sırada programı açıp gülüyorsa, beş dakika da olsa ona hastalığını unutturabiliyorsam ne mutlu bana. Gelen mailler içinde konuşamayan ve hiç tepki veremeyen bir hastanın ekranda beni gördüğü anda gülmeye, tebessüm etmeye başladığı yazıyordu. Artık bunu duyduktan sonra diğer eleştirileri kulak ardı ediyorum. Geçenlerde de bir hanımefendi “32 yıllık evliliğim boyunca ilk defa kocamla her akşam sizin programınızı birlikte izliyoruz" dedi. Bir başka hanımın kocası yatak odasına gidip televizyonu açıyormuş ve eşine "Hadi gel artık ayıp oluyor, Saba bekliyor" diyormuş. Etrafta o kadar mutsuzluk var ki gerçekten gülmek ve güldürebilmek çok önemli. O kadar çok dert tasa var ki insanlar bir saatliğine kredi borcunu, işsizliğini, hastalığını unutsun. Belki de konuktan ya da benden duyacağı bir cümle onun hayatının akışını değiştirecek. Belki hastalığıyla ilgili bir şifa öğrenecek.
Devletin bile yapamadığını siz bir saatliğine de olsa sağlıyorsunuz yani...
Benim hiç mi derdim, tasam yok? Tabii ki var. Bende o programın içerisinde onları unutuyorum. Önemli olan bir saati keyifli geçirmek. Program bittikten sonra bizde kendi hayatımıza, tasalarımıza, dertlerimize dönüyoruz.
Peki, ünse ün, paraysa para istediğimi yapıyorum ama mutlu değilim. Keşke bende evlenip çocuk doğursaydım dediğiniz oluyor mu?
Hiç öyle şeylere kapılmıyorum, çünkü ‘şimdi’yi yaşıyorum. Ama yarın ne isterim bilmiyorum. Onu da o zaman düşünürüm. Geçmiş zaten geçti. Oyum var, buyum var demek de önemli değil. Ben meşhur olduğumun bile farkında değilim ki. Zaten farkındaysan bir sürü şeyi kısıtlarsın, hem huyun suyun, karakterin değişir. Ben kendimden çok memnunum. Hiçbir şeyimin değişmesini istemiyorum. Ekranda da normal hayatta olduğum gibiyim.
Peki, beğendiğiniz birini sırf tanışmak için programınıza davet ettiğiniz oldu mu?
Öyle beğenip de programa çağırayım dediğim olmadı. Ama Türkiye'ye reklam filmi çekmeye gelen çok yakışıklı bir model vardı; Marcus Schenkenberg. Onu davet etmiştim. Yakından da çok yakışıklı mı diye merak ediyordum. Çok yakışıklıydı gerçekten.
Hiç ahlaksız teklif aldığınız oldu mu?
Böyle bir şeye cüret eden olmadı. Zaten o elektriği alıyorlar ve kime bulaşıp kime bulaşmayacaklarını biliyorlar. Herkesle belirli seviyede bir tanışıklığım, arkadaşlığım oluyor. Daha sonra bir daha programıma konuk olabilir.
Peki, size gelen mesajlarda neyse parası vereyim, gel bizi güldür diyenler oluyor mu?
Mesajlarda aşkını ilan eden, yemeğe çıkmak isteyen, tanışmak isteyen oluyor. Ama tatlı bir şekilde dile getiriyorlar. Ben onlarla çok eğleniyorum.
İÇİNİZDE BİR SIZI KALIYORSA İŞTE O AŞKTIR…
Çok isteyip de birlikte olamadığınız, içinizde ukde kalan biri oldu mu?
Olmadı. Çok istersem olurum. (Kahkahalar)
Ya o sizi istemezse?
Daha olmadı. (Kahkahalar)
Şimdi bir ilişkiniz var mı?
Sorma onu. Var mı onu da bilmiyorum. Kahkahalar…
Unutamadığınız aşkınız var mı?
Var. İçinizde bir sızı kalıyorsa o hissettiğiniz aşktır. O zaman aşık olduğunu anlarsın. Öteki türlü bitmiş gitmiştir.
Peki, eski aşkınız kapınızı çalsa…
Hoş geldin derim. (Kahkahalar)… Ama önce zehri akıtıp ‘geç kalmadın mı’ diye sorarım. Aslında o zamanki hislerle şimdikinin aynı olacağını bilemiyorsunuz. İçinde bir sızı var ama üstünden üç gün geçmesi ve başka yaşanmışlıkların işin içine girmesiyle aynı tadı, aynı keyfi ve aşkı bulamayabilirsin. Tekrar aynı ilişkiyi deneyip birbirinden nefret edeceğine belki de içindeki o sızıyla hatırlaman daha iyidir.
Peki, cinsellik sizin için ne kadar önemlidir?
Bir şey hissediyorsan olmalı, hissetmiyorsan da bulaşmaya hiç gerek yok. Aşk olmadan cinsellik olmaz, cinsellik olmadan da aşk olmaz. İkisi de birbirine paralel giden şeyler.
Aşk acısını nasıl yaşarsınız? O zaman da güler misiniz?
Yok canım, ne gülmesi. Aptallığıma gülebiliyorum, kendimi nasıl bu hale getirdiğime mesela. En son Boğaz'da balık sayıyordum kafayı dağıtmak için.
Bekar kadınların arkadaşlarının eşlerini beğenebildiklerini ve duygularına engel olamadıklarını itiraf ettiklerine şahit oluyorum. Bunun için ne söylemek istersiniz?
Hemen arkadaşlığı kesmek lazım, hatta kapıcınla bile tanıştırmamak lazım. Olur mu öyle şey? Arkadaşlık, dostluk denilen kavramlar var. Onlara uymayacak bir insanın zaten hayatımda işi olamaz. Ben bir arkadaşımın bakışından bile onu hemen silebilirim. Arkadaşımın kocamı ya da sevgilimi arayıp mesaj çekmesini bile istemem.
Kıskançsınız yani…
Hayır, kıskançlıktan değil. Bu karşı tarafın saygısızlığı ve terbiyesizliği olur. Bu tip insanları yanımda barındırmam. Hayatımda kocamı aynı yatakta yatırabileceğim tek kadın sensin dediğim bir tek kız arkadaşım var. Erkek arkadaşımla bir kadın hakkında kötü de konuşmam. Çünkü bunu kullanabilir. Yanımdaki adam bir kadın hakkında çok fazla kötü konuşuyorsa da uyuz olurum.
Sevgililerinizi arkadaşlarınızla tanıştırır mısınız?
Çok aşıksam onu ikili yaşamayı severim. Çok fazla arkadaşımla da tanıştırmam. Bugünkü ruh halimle bunu söylüyorum. Bir hafta sonra ne söylerim bilmiyorum. Maalesef kadınlar arasında bilinen biriyle birlikte olduğunda adamın tirajı artıyor. Ne gerek var ki tiraj arttırmaya, tanıştırmam daha iyi.
Sizi taklit edenler oluyor mu?
Saçım, başım, makyajım, diksiyonum ve vurgulamamla ekrana ilk çıktığım günden beri taklit ediliyorum. İçlerinde haberciler de var. Bu aslında güzel bir şey ve çok hoşuma gidiyor. Onları görünce “A, bu da benim gibi olmuş” diyorum.
Yazın gündemini bikinili pozlarınızla siz belirlediniz neredeyse, milletçe onun bunun poposuna pek meraklıyız değil mi?
Delirmişler ayol. Vücudumla para kazanmadığımı, sanatçı ve manken olmadığımı da söylemiştim. Böyle bir malzeme olduğumu da zannetmiyordum aslında.
Saba Tümer önce Cnntürk kanalına transfer olmasıyla sonra da Habertürk kanalına ödediği tazminatla gündemdeki yerini korumaya devam ediyor. “Cnntürk’e transferimden sonra birçok kişi başka kanallara transfer oldu ve bu sayede çok da para kazandılar” diyen Saba Tümer bu durumdan çok da mutlu olduğunu sözlerine ekledi.
Saba Tümer kimdir diye sorulsa herkesin aklına önce şen şakrak kahkahalarıyla ortalığı neşeye boğan kadın cevabı gelir herhalde. Söyleşiye giderken gülmekten konuşamazsak diye bayağı tedirgin olmuştum. Ama hiç öyle olmadı. Hem çok güldük hem de çok keyifli bir söyleşi yaptık. Ama en çok güldük… ‘Sizi ne güldürür’ sorusu ona sorulacak en saçma soru olurdu herhalde. Ama ben sordum, o da “Demek ki olurmuş. Bak buna da gülüyorum” diyerek ortalığı kahkahaya boğmakta geç kalmadı bile. Kahkahalar…
Habertürk'ten ayrılışınızla ilgili ne söylemek istersiniz?
Çok güzel ve çok keyifli günlerim geçmişti artık önüme bakıyorum. Bana imkan verdikleri için çalışan herkese çok teşekkür ederim. Ama artık geçmişte kaldı, artık şimdiyle ilgileniyorum. Hüseyin ve diğer ekip arkadaşlarımla çok güzel bir heyecanla başlıyoruz. İzleyicilerimize daha önce verdiğimiz sözlerin hepsi geçerli. Onları bir tebessümle uykuya yollayacağımızı vaat etmiştik, bunu başardık ve başarmaya da devam edeceğiz. Yaptıklarımız yapacaklarımızın garantisidir.
Siz değil de karşı taraf anlaşmayı iptal etseydi aynı yaptırımı siz uygulayabilecek miydiniz?
Tabii, o zaman da ben onlardan para alacaktım.
O zaman yüklü miktarda tazminat ödediğiniz haberleri doğru…
Sözleşme çerçevesi içinde üzerime düşen parayı ödedim. Ama rakamsal olarak konuşmak istemiyorum çünkü ticari bir unsur söz konusu. Ama ödedim.
Öküz öldü ortaklık ayrıldı gibi olmuş. Onca süre orada çalışmışlığınız var, peki, bunu etik buluyor musunuz?
Onlar öyle uygun gördüyse öyledir.
Star'daki programınız neden yayından kalktı birtakım aksilikler de oldu…
Birkaç hafta devam edecek yazlık programdı. Açıkçası tatildeydim ve haftada bir gün programa geliyordum. Çok merak eden biri değilim, o yüzden çok detay sormadım. Tatilime devam ettim.
Programa nazar değdiğini düşündünüz mü?
Yok canım, ne nazar değecek. (Kahkahalar) Kimsenin kimseye nazarı değmez.
Midyat'a pirinç almaya gideyim derken eldeki bulgurdan olduğunuzu düşündünüz mü hiç?
Hiç düşünmedim. Ben pirinci almak üzere yola çıktım diyelim. Birçok teklif geliyordu. En iyi olanını seçtim.
TORPİLLE BİR YERE GELENLER SAPIR SAPIR DÖKÜLÜYOR!
Sizin yerinize Hülya Avşar'ın geleceği söylendi. Bununla ilgili neler söylemek istersiniz?
Bir sürü söylenti var. Alternatiftir. Çok da iyi olur.
Peki, size alternatif olabilir mi?
Kişilerin hepsi kendine has. Benim alternatifim olur mu, ona da seyirci karar verecek.
Yeni programda Habertürk'teki gibi mi olacak?
Aynısı olacak. ‘Saba Tümer’le Bu Gece’. Seyirciler artık CNN Türk'ün frekansı 42'ye basacaklar. Seyircilerden her gece 42'yi tuşlamalarını rica ediyorum. Beni orada bulacaklar.
Helin Avşar'ın Habertürk'te yazmasıyla ilgili olarak ne düşünüyorsunuz?
Olabilir, Paris Hilton bile neler yapıyor?
Bu kadar işsiz gazeteci ve Helin Avşar'ın da birçok alternatifi varken normal mi?
Helin'i çok severim. İyi bir şeyler yaptığı sürece başarılı olmasını canı gönülden isterim. İki kere ekranda gözüküp dizi oyuncusu olan da var, iki kursa gidip ahkam kesen de. Onun için maalesef o kavramlar kalktı. Hoşgörüyle bakmak lazım. Yapabilenin yolu açık olsun.
Eskiden parayı veren düdüğü çalardı şimdi torpili olan düdüğü çalıyor...
Bu sektör hep öyleydi, artık her yerde var. Bunlar şans işi. O yüzden her şeyi yargılamadan, hoşgörüyle bakmalı. zaten o size gelir.
Nazar etme ne olur, çalış senin de olur gibi...
Aynen öyle. (kahkahalar) Bırakınız yapsınlar, kim neyi istiyorsa yapsın. Zamanla herkes kendini belli ediyor bir şekilde. Onun için kimseyi yargılamadan, hoşgörüyle bakıp yolumuza devam etmeliyiz. Çünkü siz yargılayınca kendinizden yiyorsunuz, enerjinizi tüketiyorsunuz. Buna gerek yok. Yargılamayınca farkındalığınız da artıyor. Böylece daha doğru kararlar veriyorsunuz.
Yazılı ve görsel medyada adam kayırma, bazılarını (durup dururken) öne çıkartma moda gibi…
Zaman zaman bu tarz şeyler oluyor. Ama sonuçta torpille bir yere gelenin yeri belli, kendi çabasıyla bir yere gelenin de. Kişi kendini gösteriyor zaten. Öteki mutlaka bir yerlerde açık veriyor.
Birileri öyle ya da böyle eleğin içine girmeye hak kazanıyor sonrası da malum…
Aynen elek gibi. Zaman içinde torpille gelenler sapır sapır dökülüyor. Kendi çabasıyla bir yere gelen insanlar da belli. Ama bir tek şey var ki, tırnağıyla kazıyıp gelen insan da yaşamak için karşısındakini öldürüyor. O zaman da kendini öldürüyor. Eğer içindeki dürtüyü en aza indirebilirse onun da yolu uzun oluyor. Önemli olan iyi insan olmak. Hiçbir zaman ‘Ayşe ne yapmış, Mehmet ne yapmış’ diye düşünmem. Kendi yaptığıma bakarım.
O KADAR PATAVATSIZ BİRİYİM Kİ…
Sizin transferliğinizin gündeme geldiğinde kanallar arası adeta bir savaş çıkmış gibiydi. Mahalle çocukları gibi aldım verdim ben seni yendim durumlar olmuştu…
Benim Cnntürk’e transferimden sonra birçok kişi de başka kanallara transfer oldu. (Oturduğu yerde doğrulup)Sibel Hanım, işin açıkçası medyada bir hareket gerekiyordu. Çok iyi oldu ve bunu da ben yapmış oldum. Bu hareketimle birlikte çok insan da para kazandı, ben de çok mutluyum. Çünkü herkes işsizlik yüzünden değerinden daha az paraya çalışmak zorunda kalıyordu. Şimdi herkes değerini buldu. O yüzden benim dışımda transfer olanlar bana da bir ‘Allah razı olsun’ derlerse çok sevinirim.
Bu arada Hüseyin ne olacak, sizinle beraber geliyor mu?
Evvett, (kahkahalar). Hüseyin'siz çıkmam.
Şapkasız çıkmam abi der gibi…
Aynen öyle. Hüseyin'siz çıkmam. Henüz hiçbir kanal onaylamamışken Hüseyin'le bu proje için temas halindeydik. Beraber yola çıktık ve bu ikimizin projesi. Allah ayırmasın diyorum.
Program esnasında Hüseyin'le aranızda geçen diyaloglar spontan mı oluşmuştu?
Tabii canım, hepsi spontan oldu. Düşünsenize, canlı yayındasınız yapabileceğiniz bir şey yok ve onu duymayınca bir anda "ne diyorsun, anlamıyorum" deyince herkesin çok hoşuna gitti. Biz de çok sevdik ve devam ettik. Güzel de oldu. Ben öyle kendimi kasıp da bin bir şekle sokamam. Onun için öyle rahat rahat, evimizde gibi yapıyoruz.
Bazen konuğunuz bir şeyler anlatırken siz bilgisayarın içine gömülüyorsunuz konuk da susup sizi izlemeye başlıyordu…
Çok akıllı, çok zeki ve çok matrak bir izleyici kitlem var, o güzel mesajları okumamak elde değil. Zaten o mesajları okurken o kadar çok enerjik oluyorum ve çok eğleniyorum. Program bittikten sonra da okuyup gülmeye devam ediyoruz.
Programınıza en çok kimi konuk etmek isterdiniz?
Tayyip Erdoğan, Emine Erdoğan, Hayrunisa Hanım, Sezen Aksu ve Tarkan mesela... Bu isteğimi ilk kez bu röportajdan öğrenecekler. Köşkte Hayrunisa Hanım'ı gördüğümde bu isteğimi ilettim ama çok yoğundu. İnşallah bu sezon arzu ediyoruz.
Hayrunisa Hanım'la ne konuşmak isterdiniz?
Ben siyasi bir şey konuşmak istemezdim. Bir First Lady nasıl biridir onu konuşmak isterdim.
Kafanıza esen her şeyi sorar mıydınız mesela cinsellikle ilgili birşeyler?
Bir takım şeyleri sorarım ama bir first lady ile konuşmanın mantığı çerçevesinde tabii ki.
Soru soran taraf mı olmak kolay yoksa soru sorulan taraf mı?
O kadar alıştım ki soru sormaya. Bir de karşımdaki kişi hangi sorudan sonra neyi soracak, bu iş nereye gider biliyorum. (Kahkahalar)
Samimiyet buhranına kapılıp aklınıza gelen her şeyi söylüyor musunuz?
O kadar patavatsız biriyim ki, ağzımdan çıkıyor, söylüyorum. Artık çıkan laf çıkmıştır, yapacak bir şey de yoktur. (Kahkahalar)
KENDİMDEN ÇOK MEMNUNUM
Ekşi Sözlük'te sizin için yazılanlara baktım da seviyorlar mı, nefret mi ediyorlar anlamadım?
Bayılırım onlara ve okuyunca çok eğleniyorum. Çok mantıklı şeyler yazıyorlar, hakkımdaki eleştirileri okurken de kendi kendime gülüyorum.
Kızmıyor musunuz hiç?
Yoo. O da onun düşüncesi, demek ki öyle görmek istiyor. Yargılamamak lazım. Ben aştım artık. (Kahkahalar) Benim için önemli olan yakınlarımın ne düşündüğü. Zaten herkes beni sevse o zaman bende bir sorun var demektir.
Ekşi Sözlük'te sizin için televizyonu pavyona çeviriyor diye de yazmışlar gördünüz mü?
Eğleniyorlar. Ama pavyona gitmeye de bayılırlar. (Kahkahalar)
Eksi sözlükte gülmeniz de çok eleştiriliyor. Gülen insana kimsenin tahammülü yok…
İlk başta her şeye neden bu kadar çok gülüyor diye tepki alıyorduk. Ama şimdi alıştılar. Ajitasyonu seven bir toplumuz ve şimdiye kadar ekranlardan hep ağlamayı öğrenmişler. Mesela hasta yatağında yatan biri o sırada programı açıp gülüyorsa, beş dakika da olsa ona hastalığını unutturabiliyorsam ne mutlu bana. Gelen mailler içinde konuşamayan ve hiç tepki veremeyen bir hastanın ekranda beni gördüğü anda gülmeye, tebessüm etmeye başladığı yazıyordu. Artık bunu duyduktan sonra diğer eleştirileri kulak ardı ediyorum. Geçenlerde de bir hanımefendi “32 yıllık evliliğim boyunca ilk defa kocamla her akşam sizin programınızı birlikte izliyoruz" dedi. Bir başka hanımın kocası yatak odasına gidip televizyonu açıyormuş ve eşine "Hadi gel artık ayıp oluyor, Saba bekliyor" diyormuş. Etrafta o kadar mutsuzluk var ki gerçekten gülmek ve güldürebilmek çok önemli. O kadar çok dert tasa var ki insanlar bir saatliğine kredi borcunu, işsizliğini, hastalığını unutsun. Belki de konuktan ya da benden duyacağı bir cümle onun hayatının akışını değiştirecek. Belki hastalığıyla ilgili bir şifa öğrenecek.
Devletin bile yapamadığını siz bir saatliğine de olsa sağlıyorsunuz yani...
Benim hiç mi derdim, tasam yok? Tabii ki var. Bende o programın içerisinde onları unutuyorum. Önemli olan bir saati keyifli geçirmek. Program bittikten sonra bizde kendi hayatımıza, tasalarımıza, dertlerimize dönüyoruz.
Peki, ünse ün, paraysa para istediğimi yapıyorum ama mutlu değilim. Keşke bende evlenip çocuk doğursaydım dediğiniz oluyor mu?
Hiç öyle şeylere kapılmıyorum, çünkü ‘şimdi’yi yaşıyorum. Ama yarın ne isterim bilmiyorum. Onu da o zaman düşünürüm. Geçmiş zaten geçti. Oyum var, buyum var demek de önemli değil. Ben meşhur olduğumun bile farkında değilim ki. Zaten farkındaysan bir sürü şeyi kısıtlarsın, hem huyun suyun, karakterin değişir. Ben kendimden çok memnunum. Hiçbir şeyimin değişmesini istemiyorum. Ekranda da normal hayatta olduğum gibiyim.
Peki, beğendiğiniz birini sırf tanışmak için programınıza davet ettiğiniz oldu mu?
Öyle beğenip de programa çağırayım dediğim olmadı. Ama Türkiye'ye reklam filmi çekmeye gelen çok yakışıklı bir model vardı; Marcus Schenkenberg. Onu davet etmiştim. Yakından da çok yakışıklı mı diye merak ediyordum. Çok yakışıklıydı gerçekten.
Hiç ahlaksız teklif aldığınız oldu mu?
Böyle bir şeye cüret eden olmadı. Zaten o elektriği alıyorlar ve kime bulaşıp kime bulaşmayacaklarını biliyorlar. Herkesle belirli seviyede bir tanışıklığım, arkadaşlığım oluyor. Daha sonra bir daha programıma konuk olabilir.
Peki, size gelen mesajlarda neyse parası vereyim, gel bizi güldür diyenler oluyor mu?
Mesajlarda aşkını ilan eden, yemeğe çıkmak isteyen, tanışmak isteyen oluyor. Ama tatlı bir şekilde dile getiriyorlar. Ben onlarla çok eğleniyorum.
İÇİNİZDE BİR SIZI KALIYORSA İŞTE O AŞKTIR…
Çok isteyip de birlikte olamadığınız, içinizde ukde kalan biri oldu mu?
Olmadı. Çok istersem olurum. (Kahkahalar)
Ya o sizi istemezse?
Daha olmadı. (Kahkahalar)
Şimdi bir ilişkiniz var mı?
Sorma onu. Var mı onu da bilmiyorum. Kahkahalar…
Unutamadığınız aşkınız var mı?
Var. İçinizde bir sızı kalıyorsa o hissettiğiniz aşktır. O zaman aşık olduğunu anlarsın. Öteki türlü bitmiş gitmiştir.
Peki, eski aşkınız kapınızı çalsa…
Hoş geldin derim. (Kahkahalar)… Ama önce zehri akıtıp ‘geç kalmadın mı’ diye sorarım. Aslında o zamanki hislerle şimdikinin aynı olacağını bilemiyorsunuz. İçinde bir sızı var ama üstünden üç gün geçmesi ve başka yaşanmışlıkların işin içine girmesiyle aynı tadı, aynı keyfi ve aşkı bulamayabilirsin. Tekrar aynı ilişkiyi deneyip birbirinden nefret edeceğine belki de içindeki o sızıyla hatırlaman daha iyidir.
Peki, cinsellik sizin için ne kadar önemlidir?
Bir şey hissediyorsan olmalı, hissetmiyorsan da bulaşmaya hiç gerek yok. Aşk olmadan cinsellik olmaz, cinsellik olmadan da aşk olmaz. İkisi de birbirine paralel giden şeyler.
Aşk acısını nasıl yaşarsınız? O zaman da güler misiniz?
Yok canım, ne gülmesi. Aptallığıma gülebiliyorum, kendimi nasıl bu hale getirdiğime mesela. En son Boğaz'da balık sayıyordum kafayı dağıtmak için.
Bekar kadınların arkadaşlarının eşlerini beğenebildiklerini ve duygularına engel olamadıklarını itiraf ettiklerine şahit oluyorum. Bunun için ne söylemek istersiniz?
Hemen arkadaşlığı kesmek lazım, hatta kapıcınla bile tanıştırmamak lazım. Olur mu öyle şey? Arkadaşlık, dostluk denilen kavramlar var. Onlara uymayacak bir insanın zaten hayatımda işi olamaz. Ben bir arkadaşımın bakışından bile onu hemen silebilirim. Arkadaşımın kocamı ya da sevgilimi arayıp mesaj çekmesini bile istemem.
Kıskançsınız yani…
Hayır, kıskançlıktan değil. Bu karşı tarafın saygısızlığı ve terbiyesizliği olur. Bu tip insanları yanımda barındırmam. Hayatımda kocamı aynı yatakta yatırabileceğim tek kadın sensin dediğim bir tek kız arkadaşım var. Erkek arkadaşımla bir kadın hakkında kötü de konuşmam. Çünkü bunu kullanabilir. Yanımdaki adam bir kadın hakkında çok fazla kötü konuşuyorsa da uyuz olurum.
Sevgililerinizi arkadaşlarınızla tanıştırır mısınız?
Çok aşıksam onu ikili yaşamayı severim. Çok fazla arkadaşımla da tanıştırmam. Bugünkü ruh halimle bunu söylüyorum. Bir hafta sonra ne söylerim bilmiyorum. Maalesef kadınlar arasında bilinen biriyle birlikte olduğunda adamın tirajı artıyor. Ne gerek var ki tiraj arttırmaya, tanıştırmam daha iyi.
Sizi taklit edenler oluyor mu?
Saçım, başım, makyajım, diksiyonum ve vurgulamamla ekrana ilk çıktığım günden beri taklit ediliyorum. İçlerinde haberciler de var. Bu aslında güzel bir şey ve çok hoşuma gidiyor. Onları görünce “A, bu da benim gibi olmuş” diyorum.
Yazın gündemini bikinili pozlarınızla siz belirlediniz neredeyse, milletçe onun bunun poposuna pek meraklıyız değil mi?
Delirmişler ayol. Vücudumla para kazanmadığımı, sanatçı ve manken olmadığımı da söylemiştim. Böyle bir malzeme olduğumu da zannetmiyordum aslında.
Etiketler:
ahlaksız teklif,
akıllı,
ekşi sözlük,
eski aşk,
habertürk,
helin avşar,
medya,
saba tümer,
torpil
BU KALP SENİ UNUTUR MU? BERRAK TÜZÜNATAÇ-MELİS BİRKAN
Hatırla Sevgili’nin şöhretini gölgede bırakması beklenen ‘Bu Kalp Seni Unutur mu?’ adlı dizi Tomris Giritlioğlu ile Bahadır Atay’ın yapımcılığında Show TV’de başlıyor. Bülent İnal, Melis Birkan, Berrak Tüzünataç, Saygın Soysal, Okan Yalabık, Hale Soygazi ve Salih Güney ’in paylaştığı dizi değişim, savrulma, yalnızlaşma ve farkındalık duyguları ile birlikte 1980’leri anlatıyor.
Tomris Giritlioğlu sanki adil bir gelecek ancak geçmişin karanlık yollarını aydınlatmakla mümkündür düşüncesiyle bu projesinde de bilinenin tekrarı yerine ‘suyun öte yanına’ dokunmayı ihmal etmiyor. ‘Bu Kalp Seni Unutur mu?’ adlı dizi 80 dönemi ve sonrasını bireysellikle bireyciliğin iç içe geçmesi, rekabete dayalı ilişkiler ve kaybolan masumiyet duygusunu hikayede yaratılan kahramanlar üzerinden anlatıyor. Önümüzdeki günlerde çekimlerine başlanacak dizinin başrol oyuncuları Berrak Tüzünataç ve Melis Birkan ile bu yeni projeleri hakkında bir söyleşi yaptık.
Bu projeyi seçmenizdeki en büyük etken neydi?
Melis Birkan: Dönem olarak çok iyi hatırlamasam da ‘Hatırla Sevgili’ zaten severek izlediğim bir projeydi. Biz de bu projeyle Türkiye için çok önemli olan 80 döneminin gerçeklerini yansıtacağız. Güzel cümleleri olan ve topluma bir mesaj verebilen bir projenin içinde bulunmak çok keyifli, o yüzden teklif gelir gelmez kabul ettim.
Berrak Tüzünataç: Tek bir şey söylemek zor. Konsepten kasta, yönetmenden senariste kadar her şey bu projede yer almamın nedeni oldu. Tabii bir de canlandıracağım karakterin de etkisi var.
Hangi karakterleri canlandıracaksınız?
Berrak Tüzünataç: Ülke sorunlarını kendine dert edip sorgulamayı seven devrimci bir kızı yani Yıldız karakterini canlandırıyorum.
Yıldız aynı zamanda evin en asi kızı olacak galiba…
Berrak Tüzünataç: Yıldız köklü bir aileden geliyor ve ülkede olup bitenler onların hayatına çok fazla değmiyor. Buna rağmen böyle bir yolu seçmesi belki asilik belki daha duyarlı olma halinden kaynaklanıyor.
Melis Birkan: Ben de ailenin büyük kızı Cemile karakterini canlandırıyorum. Şimdilik Yıldız’a göre daha apolitik bir durumu var. Kocasıyla bulunduğu çevre ve yaşadıklarından dolayı başta izole bir hayatı var. Ama sonrasında başına gelenler ve yaşadıklarıyla o da başka bir tarafa doğru kayacak gibi görünüyor.
Birbirine zıt iki kardeş anlaşacaklar mı?
Melis Birkan: Kardeşlerin bir problemi yok, aksine birbirlerine karşı saygıları var. Olabildiğince birbirlerine destek oluyorlar. Her kardeş gibi paylaşılamadıkları olabilir.
Berrak Tüzünataç: Kendi tercihleri doğrultusunda öyle ya da böyle özgür yetiştirilmiş ve birbirini çok seven iki kardeşi oynuyoruz. Politik görüş ve yaşam biçimlerinin farklı olması birbirleriyle anlaşmasına engel olmayacak. Ayrıca hikaye boyunca birbirlerine en çok bu iki kardeş destek olacak.
Varlıklı bir ailede yetişmiş bir kızın solcu olmasındaki en büyük etken nedir?
Berrak Tüzünataç: En önemli etken Yıldız’ın solcu babası. O da politik görüşü yüzünden hapse girmemek için yurt dışına kaçmak zorunda kalmış. Baba figürü Yıldız’ın kahramanı ve ona hayranlık duyuyor. Bir de Yıldız’ın mizaç olarak da babaya benzemesi ve karşısında böyle bir örnek olması sanırım bir diğer neden.
AŞK HAYATIN BİR GERÇEĞİ
İlerleyen bölümlerde evin apolitik büyük kızı solcu bir adamla aşk yaşayacak sizce birbirlerini anlamaları mümkün olacak mı?
Melis Birkan: Bence herkesin birbirini anlayabilmesi mümkün. Nasıl anlattığınız ya da bakış açınızın ne kadar geniş olup olmadığı önemli olan. O kişiyle birlikte kendinizdeki eksiklikleri tamamlamak ve karşı tarafa da farklı şeyleri vermek adına anlaşmak mümkün olabilir.
Farklı iki karakteri bir araya getiren aşk gibi çok güçlü bir duygu var ama sadece aşk mı bu iki karakteri bir araya getirecek?
Melis Birkan: Aslında tabii ki politik görüş ve yaşantıları adına çok zıt kutuplar. İşin içine duyguların girmesiyle bir şeyleri anlamak, konuşmak ve paylaşmak için bir yol açılmış oluyor.
Genelde hikayeler meseleye aşk penceresinden bakıyor, bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Melis Birkan: Aşk, hayatın bir gerçeği. Yıllara yayılan bir hikaye anlattığınızda ister istemez o gerçekliğin içinde aşk da duygusu da yer alıyor. Çünkü bir devri bütün olarak anlatıyorsunuz. Bunun ne şekilde konulduğu ve kurgulandığı çok önemli.
Berrak Tüzünataç: İnsanın sorgulanmayan, en naif hali âşık olduğu zaman. O duyguyu anlıyorsunuz ve bunun numarası da yapılmıyor. Anlatmak istediğiniz şeyi daha kolay geçirebiliyorsunuz izleyiciye. O zaman niye kullanılmasın ki?
Aşk sizde nasıl bir etki yaratır, aklınızı başınızdan alan bir duygumu dur?
Melis Birkan: Ben aşkın asla bir tanımı olabileceğini düşünmüyorum. Herkese yaşattığı duygu başkadır. Bu duygunun tanımının biraz özel kalması gerektiğini düşünüyorum.
Berrak Tüzünataç: Ben de anlatabildiğim gün bir şiir olarak ifade etmek istiyorum. (Kahkahalar)… Gördüğünüz gibi anlatmayı beceremiyorum, takılıyorum işte. (Sesini değiştirerek) Bakınız aşk öyle bir şeydir ki… Kahkahalar…
APOLİTİK OLDUĞUMUZU DÜŞÜNMÜYORUM
Yaş itibarıyla o dönemi çok bilmiyor ya da ilgilenmemiş olabilirsiniz bu hikaye için nasıl bir ön hazırlık yaptınız?
Melis Birkan: O dönemle ilgili birçok kişiyle konuştum. Herkesin bakış açısı ve yaşadıkları farklı olduğu için de herkesten başka bir şey öğreniyorsunuz. Okuduğunuz kitaplar, izlediğiniz belgeseller ve filmler dahil olmak üzere. Bir şekilde bildiklerimiz vardı ama şimdi üzerine eklediklerimiz ve ekleyeceklerimiz de olacak.
Berrak Tüzünataç: Senaryo grubunda yer alabilecek kadar yoğun bir bilgiye sahip değilim ama hiç de ilgisiz olduğum bir dönem değil. Kendi merakımla zaten takip edip anlamaya çalışıyordum. Şimdi de ekibimizin tavsiye ettiği kitaplardan öğrenmeye çalışıyoruz, çalışacağız.
12 Eylül sizin için ne ifade ediyor?
Melis Birkan: Birçok talihsizliğin yaşandığı ve insanların birbirlerini anlayamadığı bir dönem olmuş. Adil olmayan sert kararların verilmesi Türkiye için şanssızlık tabii ki. O dönemi anlamaya çalışıyoruz ama bunun cevabı en çok asıl o dönemi yaşayanlarda.
Berrak Tüzünataç: Toplumu bu kadar susturma, püskürtme ve saldırma hali çok korkunç geliyor bana. Ülkenin bütün nüfusuna müdahale edilmesi ve baskı yapılmasını çok korkutucu buluyorum. İnsanın dinlerken tüyleri diken diken oluyor. Herhalde o dönemi yaşayan insanlar için durum çok daha dehşet verici olmuştur. Birileri “sokağa çıkma yasağı var” diyor ve siz çıkamıyorsunuz. Ne akıl almaz bir şey.
Sadece evden çıkamamak olsa…
Berrak Tüzünataç: Çok daha sert şeyler de yaşanmış tabii. Devletin ve ordunun herkesin zihnine ve bilincine müdahale çabası çok korkunç. ‘Toplu halde bu düşünülecek, düşün!’ durumları çok akılmaz bir şey.
80 sonrası gençliğin apolitik olarak eleştirilmesi konusunda ne düşünüyorsunuz?
Melis Birkan: Bunun kişisel bir şey olduğunu düşünüyorum. İnsanın kendini geliştirmesiyle ilgili bir durum söz konusu. Siz ne kadar kendiniz geliştirir ya da bir şeylere meraklı olursanız o kadar çok öğrenirsiniz. Belki ailelerimiz bu zorlu süreci yaşadıkları için kendi çocuklarını korumak adına biraz daha izole etmiş olabilir. Ama bu belirli bir yaşa kadar olabiliyor. Sonrası tamamen size kalmış
Berrak Tüzünataç: Apolitik olmayı ‘durumdan bi haber olmak’ gibi kullandıkları için böyle olduğumuzu düşünmüyorum. Sadece ekonomi ve kültür değil politika da küreselleşmiş durumda. Artık bireysel öğrenci ya da düşünce kulüpleriyle bir şeylerin değişebileceği dönemler geride kaldı. O dönem herkes mecburi bir saf almak durumundaymış, şu an dünyanın geçirdiği dönemi de düşünmek lazım. Yaşadığımız dönemde kişisel olma özgürlüğü var.
Bir gruba ait değiliz ama bizim de politik görüşümüz var diyorsunuz…
Berrak Tüzünataç: Tabii ki, yeni akımlar ve yeni düşünceler oluşacaktır. Biz 68 ve 78kuşağını 80 sonrası yetişen gençlerde arayamayız. Dünyadaki her şey değişti. Birebir tavırlar bekleyemeyiz ve bu da onları her şeyden bi haber diye damgalamak için yeterli bir sebep değil.
Tomris Giritlioğlu sanki adil bir gelecek ancak geçmişin karanlık yollarını aydınlatmakla mümkündür düşüncesiyle bu projesinde de bilinenin tekrarı yerine ‘suyun öte yanına’ dokunmayı ihmal etmiyor. ‘Bu Kalp Seni Unutur mu?’ adlı dizi 80 dönemi ve sonrasını bireysellikle bireyciliğin iç içe geçmesi, rekabete dayalı ilişkiler ve kaybolan masumiyet duygusunu hikayede yaratılan kahramanlar üzerinden anlatıyor. Önümüzdeki günlerde çekimlerine başlanacak dizinin başrol oyuncuları Berrak Tüzünataç ve Melis Birkan ile bu yeni projeleri hakkında bir söyleşi yaptık.
Bu projeyi seçmenizdeki en büyük etken neydi?
Melis Birkan: Dönem olarak çok iyi hatırlamasam da ‘Hatırla Sevgili’ zaten severek izlediğim bir projeydi. Biz de bu projeyle Türkiye için çok önemli olan 80 döneminin gerçeklerini yansıtacağız. Güzel cümleleri olan ve topluma bir mesaj verebilen bir projenin içinde bulunmak çok keyifli, o yüzden teklif gelir gelmez kabul ettim.
Berrak Tüzünataç: Tek bir şey söylemek zor. Konsepten kasta, yönetmenden senariste kadar her şey bu projede yer almamın nedeni oldu. Tabii bir de canlandıracağım karakterin de etkisi var.
Hangi karakterleri canlandıracaksınız?
Berrak Tüzünataç: Ülke sorunlarını kendine dert edip sorgulamayı seven devrimci bir kızı yani Yıldız karakterini canlandırıyorum.
Yıldız aynı zamanda evin en asi kızı olacak galiba…
Berrak Tüzünataç: Yıldız köklü bir aileden geliyor ve ülkede olup bitenler onların hayatına çok fazla değmiyor. Buna rağmen böyle bir yolu seçmesi belki asilik belki daha duyarlı olma halinden kaynaklanıyor.
Melis Birkan: Ben de ailenin büyük kızı Cemile karakterini canlandırıyorum. Şimdilik Yıldız’a göre daha apolitik bir durumu var. Kocasıyla bulunduğu çevre ve yaşadıklarından dolayı başta izole bir hayatı var. Ama sonrasında başına gelenler ve yaşadıklarıyla o da başka bir tarafa doğru kayacak gibi görünüyor.
Birbirine zıt iki kardeş anlaşacaklar mı?
Melis Birkan: Kardeşlerin bir problemi yok, aksine birbirlerine karşı saygıları var. Olabildiğince birbirlerine destek oluyorlar. Her kardeş gibi paylaşılamadıkları olabilir.
Berrak Tüzünataç: Kendi tercihleri doğrultusunda öyle ya da böyle özgür yetiştirilmiş ve birbirini çok seven iki kardeşi oynuyoruz. Politik görüş ve yaşam biçimlerinin farklı olması birbirleriyle anlaşmasına engel olmayacak. Ayrıca hikaye boyunca birbirlerine en çok bu iki kardeş destek olacak.
Varlıklı bir ailede yetişmiş bir kızın solcu olmasındaki en büyük etken nedir?
Berrak Tüzünataç: En önemli etken Yıldız’ın solcu babası. O da politik görüşü yüzünden hapse girmemek için yurt dışına kaçmak zorunda kalmış. Baba figürü Yıldız’ın kahramanı ve ona hayranlık duyuyor. Bir de Yıldız’ın mizaç olarak da babaya benzemesi ve karşısında böyle bir örnek olması sanırım bir diğer neden.
AŞK HAYATIN BİR GERÇEĞİ
İlerleyen bölümlerde evin apolitik büyük kızı solcu bir adamla aşk yaşayacak sizce birbirlerini anlamaları mümkün olacak mı?
Melis Birkan: Bence herkesin birbirini anlayabilmesi mümkün. Nasıl anlattığınız ya da bakış açınızın ne kadar geniş olup olmadığı önemli olan. O kişiyle birlikte kendinizdeki eksiklikleri tamamlamak ve karşı tarafa da farklı şeyleri vermek adına anlaşmak mümkün olabilir.
Farklı iki karakteri bir araya getiren aşk gibi çok güçlü bir duygu var ama sadece aşk mı bu iki karakteri bir araya getirecek?
Melis Birkan: Aslında tabii ki politik görüş ve yaşantıları adına çok zıt kutuplar. İşin içine duyguların girmesiyle bir şeyleri anlamak, konuşmak ve paylaşmak için bir yol açılmış oluyor.
Genelde hikayeler meseleye aşk penceresinden bakıyor, bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Melis Birkan: Aşk, hayatın bir gerçeği. Yıllara yayılan bir hikaye anlattığınızda ister istemez o gerçekliğin içinde aşk da duygusu da yer alıyor. Çünkü bir devri bütün olarak anlatıyorsunuz. Bunun ne şekilde konulduğu ve kurgulandığı çok önemli.
Berrak Tüzünataç: İnsanın sorgulanmayan, en naif hali âşık olduğu zaman. O duyguyu anlıyorsunuz ve bunun numarası da yapılmıyor. Anlatmak istediğiniz şeyi daha kolay geçirebiliyorsunuz izleyiciye. O zaman niye kullanılmasın ki?
Aşk sizde nasıl bir etki yaratır, aklınızı başınızdan alan bir duygumu dur?
Melis Birkan: Ben aşkın asla bir tanımı olabileceğini düşünmüyorum. Herkese yaşattığı duygu başkadır. Bu duygunun tanımının biraz özel kalması gerektiğini düşünüyorum.
Berrak Tüzünataç: Ben de anlatabildiğim gün bir şiir olarak ifade etmek istiyorum. (Kahkahalar)… Gördüğünüz gibi anlatmayı beceremiyorum, takılıyorum işte. (Sesini değiştirerek) Bakınız aşk öyle bir şeydir ki… Kahkahalar…
APOLİTİK OLDUĞUMUZU DÜŞÜNMÜYORUM
Yaş itibarıyla o dönemi çok bilmiyor ya da ilgilenmemiş olabilirsiniz bu hikaye için nasıl bir ön hazırlık yaptınız?
Melis Birkan: O dönemle ilgili birçok kişiyle konuştum. Herkesin bakış açısı ve yaşadıkları farklı olduğu için de herkesten başka bir şey öğreniyorsunuz. Okuduğunuz kitaplar, izlediğiniz belgeseller ve filmler dahil olmak üzere. Bir şekilde bildiklerimiz vardı ama şimdi üzerine eklediklerimiz ve ekleyeceklerimiz de olacak.
Berrak Tüzünataç: Senaryo grubunda yer alabilecek kadar yoğun bir bilgiye sahip değilim ama hiç de ilgisiz olduğum bir dönem değil. Kendi merakımla zaten takip edip anlamaya çalışıyordum. Şimdi de ekibimizin tavsiye ettiği kitaplardan öğrenmeye çalışıyoruz, çalışacağız.
12 Eylül sizin için ne ifade ediyor?
Melis Birkan: Birçok talihsizliğin yaşandığı ve insanların birbirlerini anlayamadığı bir dönem olmuş. Adil olmayan sert kararların verilmesi Türkiye için şanssızlık tabii ki. O dönemi anlamaya çalışıyoruz ama bunun cevabı en çok asıl o dönemi yaşayanlarda.
Berrak Tüzünataç: Toplumu bu kadar susturma, püskürtme ve saldırma hali çok korkunç geliyor bana. Ülkenin bütün nüfusuna müdahale edilmesi ve baskı yapılmasını çok korkutucu buluyorum. İnsanın dinlerken tüyleri diken diken oluyor. Herhalde o dönemi yaşayan insanlar için durum çok daha dehşet verici olmuştur. Birileri “sokağa çıkma yasağı var” diyor ve siz çıkamıyorsunuz. Ne akıl almaz bir şey.
Sadece evden çıkamamak olsa…
Berrak Tüzünataç: Çok daha sert şeyler de yaşanmış tabii. Devletin ve ordunun herkesin zihnine ve bilincine müdahale çabası çok korkunç. ‘Toplu halde bu düşünülecek, düşün!’ durumları çok akılmaz bir şey.
80 sonrası gençliğin apolitik olarak eleştirilmesi konusunda ne düşünüyorsunuz?
Melis Birkan: Bunun kişisel bir şey olduğunu düşünüyorum. İnsanın kendini geliştirmesiyle ilgili bir durum söz konusu. Siz ne kadar kendiniz geliştirir ya da bir şeylere meraklı olursanız o kadar çok öğrenirsiniz. Belki ailelerimiz bu zorlu süreci yaşadıkları için kendi çocuklarını korumak adına biraz daha izole etmiş olabilir. Ama bu belirli bir yaşa kadar olabiliyor. Sonrası tamamen size kalmış
Berrak Tüzünataç: Apolitik olmayı ‘durumdan bi haber olmak’ gibi kullandıkları için böyle olduğumuzu düşünmüyorum. Sadece ekonomi ve kültür değil politika da küreselleşmiş durumda. Artık bireysel öğrenci ya da düşünce kulüpleriyle bir şeylerin değişebileceği dönemler geride kaldı. O dönem herkes mecburi bir saf almak durumundaymış, şu an dünyanın geçirdiği dönemi de düşünmek lazım. Yaşadığımız dönemde kişisel olma özgürlüğü var.
Bir gruba ait değiliz ama bizim de politik görüşümüz var diyorsunuz…
Berrak Tüzünataç: Tabii ki, yeni akımlar ve yeni düşünceler oluşacaktır. Biz 68 ve 78kuşağını 80 sonrası yetişen gençlerde arayamayız. Dünyadaki her şey değişti. Birebir tavırlar bekleyemeyiz ve bu da onları her şeyden bi haber diye damgalamak için yeterli bir sebep değil.
12 GENÇ 12 EYLÜL BELGESELİ
Genç Praksis Dergisi’ni çıkaran 12 liseli genç, darbe dönemine tanıklık etmiş 12 aydınla yaptıkları röportajlardan oluşan bir 12 Eylül Belgeseli hazırladı.
Siyasetten sinemaya insan haklarından sendikalara kadar etkisi hissedilen darbe hakkında görüşülen isimlerden bazıları Eren Keskin, Ufuk Uras, Oral Çalışlar, Ethem Mahpçupyan, Tarık Akan, Aydın Çubukçu ve Akın Birdal. Yönetmenliğini Aydın Yıldırım’ın yaptığı ve her aşamasında gençlerin yer aldığı ‘12’ adlı belgeselde görev alan Sezercan Atasyas ve Barış Engin ile 17 yaşında idam edilen Erdal Eren’e ithaf ettikleri çalışma hakkında görüştük.
Günümüz gençliği okumuyor, üretmiyor ve apolitikler düşüncesini tersine çıkaran bir çalışmanın yaratıcılarından Sezercan Atasyas ve Barış Engin’le buluştuğumuz gün hem onlar hem de ben çok heyecanlıydık. Karşımda oturan bu çocuk yüzlü, adam akıllı iki genç, görüşme talebinde bulunduğum maili defalarca okuduklarını ve gözlerine inanamadıklarını anlatarak söze başladılar. Ben de onlara 12 liseli gencin 12 Eylül belgeseli haberini okuduğumda çok heyecanlandığımı anlattım.
12 Eylül Belgeseli’ni hazırlamaya nasıl karar verdiniz?
Sezer Atasyas: Okullar bizim deyimimizle maalesef çöplük yuvaları gibi. Kendinizi geliştirme imkanı bulamıyorsunuz. Birkaç yıl önce kültür ve sanat dergisi Genç Praksis dergisiyle tanıştım. Bu dergide yazıp çizmek hoş bir şey haline gelmeye başlamıştı. Bizim gibi yazmayı seven arkadaşlarımızla kültürel anlamda neler yapabiliriz diye toplantılar yapmaya başladık. Meslek seçimim sinema televizyon olacağı için belgesel yapma kararı verdik.
Barış Engin: Aydın Doğan iletişim Lisesi’ni bitirdim. Okulun son senesi bu dergiyle tanıştım. Birtakım yazılar ve dosya konuları hazırladım. Arkadaşlarla etkinlikler düzenleyip panellere katıldık. Bu dergiyle kalemimizi daha kuvvetli bir hale getirmeye çalıştık. Bir yandan görsel alanda da bir şeyler yapmak istiyorduk ve yapabilecek en iyi şeyin belgesel olduğuna karar verdik. Zaten benim de amacım televizyon haberciliği yapmak.
Peki, neden 12 Eylül Belgeseli?
Sezer Atasyas: Gündemde darbeci paşaların yargılanması, Ergenekon haberleri, İzmir’de Kenan Evren ve 12 Eylül isimli liselerin isimlerinin değiştirilmesi için yapılan imza kampanyaları ve öğrencilerin bu tür olaylara karşı biraz daha bilinçli hale geldiğine ilişkin haberler vardı. Genç liseliler olarak tepkimizi göstermeliyiz, madem savaş karşıtı bir dergi çıkartıyoruz biz de bunu görsel olarak ve farklı bir şekilde yansıtabiliriz diye düşündük.
Amacınız sadece belgesel çekmek miydi?
Sezer Atasyas: Yaşadığımızı ortamının güzel olmadığının farkındayız ve genç arkadaşlarımızın da bunu fark etmesini istedik. Bize gelecek vaat edilmiyor. Bunun sebebi de 80 darbesi ve hayatımızı etkileyen bir durum. Herkesin bu konuda görüşleri olmak zorunda, biz de özellikle bizim yaşımızdaki arkadaşlarımıza anlatmak istedik.
Barış Engin: Bu konu üzerine büyüklerimiz hep tartışıyor, bizim yaşımızdakiler hiç tartışmıyordu. Gündemde olan Ergenekon süreci, darbeci paşaların yargılanması durumunu gençlere indirgemek istedik. Ayrıca o dönemde 17 yaşında idam edilen, çatışmalarda yitirilen binlerce genç vardı. Yaşıtlarımız bu durumu öğrensin ve tartışsınlar diye yeniden anımsatmak istedik.
Bu belgeselde neler var?
Sezer Atasyas: 12 Eylül’ün 12 farklı alanda yarattığı etkiyi ve günümüzdeki yansımasını inceledik. Belgeseli hukuk, insan hakları, toplum, ceza evleri ve sinema gibi kategorilere böldük. 12 Eylül’ün acılarını yaşamış aydınlarla sözlü tarih çalışması yaptık.
İsimleri neye göre belirlediniz?
Barış Engin: Mesela o dönemdeki ve günümüzdeki cezaevlerinin durumunu karşılaştırabilecek en iyi isim, darbeyi cezaevinde karşılayan Aydın Çubukçu’ydu. Sinema bölümü için Tarık Akan’ı seçmemizin nedeni hem 80 döneminde hem de şimdi sinema yapmasıydı. Ayrıca darbe koşullarında bir film çekiyor olması da bir ölçü oldu. Oral Çalışlar’ın da o dönemde ve şimdi medyada olması 80 öncesini ve sonrasını karşılaştırmak açısından uygun olacaktı.
Neden sadece bir kadın var?
Barış Engin: Kadın konuşmacı için sayı belirleme gibi bir düşüncemiz olmamıştı. Aslında bizde belgeseli yaptıktan sonra tek kadın olduğunu fark ettik. Darbenin etkilediği 12 ayrı alanı belirleyip isimleri yerleştirdiğimizde de Hukuk alanı için en iyi isim Eren Keskin’di.
GÜNÜMÜZ GENÇLİĞİ KÖTÜ BİR RESSAMIN YAPTIĞI TABLODAN İBARET
İçlerinde en çok hangi hikaye sizi etkiledi?
Barış Engin: Beni en fazla Tarık Akan’ın anlattığı hikaye etkilemişti. 12 Eylül’de askerliğini yedek subay olarak yapıyormuş. Kaldığı yerden tankların geçtiğini görmüş ve birden bağırmaya başlamış. Yanındaki arkadaşı onu susturmaya çalışmış çünkü çok ciddi bir şekilde sinir krizi geçirmiş. Darbe söylentisiyle ilgili haberler aldığında bazı arkadaşlarına yurt dışına kaçmaları konusunda uyarılarda bulunmuş. Ayrıca darbe sonrasında Yılmaz Güney’in Yol filminde oynuyormuş. Sansür kuruluna farklı görüntüler gösterilirken yurt dışında farklı şekilde film montajlanıyormuş. O dönemde yapılmış cesurca bir hareketmiş.
Sezer Atasyas: Beni en çok Aydın Çubukçu etkiledi. Diyarbakır cezaevinde uygulanan işkenceleri ve bazı arkadaşlarının nasıl delirdiğini anlattı. Onların deyimiyle ‘çözülen’ arkadaşlarını hiçbir zaman eleştirmediklerini ve gerçekten insanın dayanabileceği seviyeden çok fazla işkence yapıldığını anlattı. Bunu dinlerken oturup ağladım çünkü karşımda bir insanlık dramı anlatılıyordu. Tarık Akan’ın “günümüz gençliği, kötü bir ressamın yaptığı tablodan ibarettir” sözü de beni çok etkilemişti. Bu mükemmel bir anlatım.
Barış Engin: Darbeci paşalara söylemek istediğiniz bir şey var mı sorusuna Ethem Mahçupyan’ın, “onlara söylenebilecek tek söz, onların ne kadar değersiz insanlar olduğudur” cevabı da beni çok etkilemişti.
Siz darbeci paşalara ne söylemek isterdiniz?
Sezer Atasyas: Bu dönemi okuyup araştırmaya başladıkça gerçekten canım yandı. Halka yapmadıkları şey kalmamış. Ne için yaptıklarının farkında bile olduklarını sanmıyorum. Kesinlikle cezalandırılmalarını isterim.
Barış Engin: Gençliğin sokaklarda başıboş gezmesinin, sadece magazin programlarına hapsolmasının tek suçlusu onlar. Darbeyi gerçekleştirenler Ethem Mahçupyan Hoca’nın dediği gibi değersiz insanlarmış. Gençliği değersizleştiren en büyük insanlar onlar.
Peki, o dönemin karar mekanizmalarının idam edilmesini ister miydiniz?
Barış Engin: İdam edilmelerini kesinlikle istemem. Bir insanın idam olmasını istemek bile katil olmak için yeterli. Onlar adilce yargılamayıp insanları astılar, ama biz onların adil bir şekilde yargılanıp yaptıkları cezaları en azından vicdanlarında hapsetmek istiyoruz.
Sezer Atasyas: Ölüm kötü bir şey. Yapılan şeylere ne kadar çok kızsak ve onaylamasak da onların yaptıklarını yapmak çözüm veya sonuç olmayacaktır. Yaptıklarının cevabını verebilmeliler.
Yaşıtlarınız farklı ilgi alanlarına kaymışken siz neden yaşıtlarınız gibi değilsiniz?
Sezer Atasyas: Okumayı seviyorum demekle cevaplayabilirim. Nazım Hikmet, Orhan Pamuk ve Orhan Veli’yi okuduğunuzda altındaki anlamı çözmeye çalışıyorsunuz. Hani baba mesleği gibi “babam solcuydu ben de o yüzden sol görüşlü oldum” derler ya, ben de öyle bir şey olmadı. Bir şeylerin cevaplarını merak ediyordum ve araştırıyordum. Bazı soruların cevaplanması gerekiyordu. Mesela okulda saçlarıma karışıldığında nedenini sormak ve eğitim saçla olmaz demek istiyordum. Bu tip şeyleri sorgulamaya başladığım zaman bu işin içinde buldum kendimi.
Barış Engin: Benim ailemde bu tür acıları yaşamış insanlar vardı. İlk kez 17 yaşımda bu tip konulara ilgi duymaya başlamıştım ve ilk öğrendiğim Erdal Eren’in 17 yaşında idam edilmesiydi. Bunu öğrenince duyarsız kalamıyorsunuz.
80 ve sonraki kuşak için düşünmüyor, üretmiyor ve apolitik denir bu sizi pek ilgilendirmiyor ama yine de ne söylersiniz?
Sezer Atasyas: Örgüt ya da miting kelimesi her zaman çevremdeki insanları korkutuyor. O kötü günleri yaşamış aileler çocuklarının da bunları yaşamasını istemiyor ve ne kadar uzak tutarsak o kadar iyidir diye düşünüyorlar. Kitap okumayan ve zamanında yasaklanmış kitapları okutturmayan bir aile çocuğundan zaten fazla bir şey bekleyemez ki. Televizyonlara ve magazin programlarına kilitlenmiş gençler bu yüzden apolitik yetişiyor. Bir bölümümüz kendini geliştirirken bir bölümümüz o kara kutuya hapsoldu.
Barış Engin: Bu konuda yaşıtım olan arkadaşlarımı pek suçlayamıyorum. Bu toplumu 12 Eylül darbesi hazırladı. Kitap okunmuyorsa sebep kitapların yakılmasıdır. İnsanlar okumaktan korktu. Bu toplumu onlar yarattı. Önceden televole programları vardı, şimdi kadın programları. Yarın bir başkası olacak. Bazı arkadaşlarımız da bunlarla beslendiği için farklı bir şekilde düşünemiyorlar.
Sizce o dönemin gençleri neyi eksik ya da fazla yapmışlardı? Keşke böyle olmasaydı dediğiniz şeyler var mı?
Sezer Atasyas: O dönemde belki yöntem yanlış olabilir, halk zaten baskı halinde ve çatışmalar çok fazla. Günümüzde hala Hüseyin, Mahir, Ulaş diye geçmişten kalan ve bir türlü geliştirmedikleri sistemle ilerlemeye çalışıyorlar. Radikal görüşü olanlara da karşı çıkıp ya liberalsin ya da faşistsin diyorlar. Hala at gözlüğü ile baktıklarını düşünüyorum. Bunları aşıp daha ileri gitmek ve en azından ses çıkarabilmek için biraz daha radikal düşüncelere ihtiyacımız var. Geçmişte kalmayıp farklı şeyler üretmeliyiz. Yıllardır aynı sloganı tekrarlayan örgütler hep aynı bildiriyi ve aynı örgüt politikalarını izliyorlar. Bizim istediğimiz daha iyi bir dünya.
Barış Engin: O dönem Türkiye’deki gençlik mücadelesini yaşama sokan insanlar olduğu için eleştirmek istemem. Ama tabu olarak göstermelerini de istemiyorum. Sokak çatışmaları belki yanlıştı ama aynı zamanda karşı taraftan gelen sert hareket de varmış. Buradan bakınca çok fazla eleştirecek şey görmüyorum. Biz de bazı yaşıtlarımız gibi bir partiye üye olur, parti binasında sabahtan akşama kadar oturup iki eyleme çıkıp daha sonra da sus pus oturabilirdik. Ama biz belgeseller çekiyoruz ve kendimizi geliştiriyoruz. Geçmişin politikalarına takılıp kalınmamalı.
Siz nasıl bir dünya istiyorsunuz?
Sezer Atasyas: Eğitim tekele alınmamalı bence. Her insanın eğitim hakkı olmalı. Üniversite harçları hala bir sorun. Masraflar yüzünden okulu bırakmak zorunda kalan birçok arkadaşım var. İnsanların geçim derdini aşmasını lazım. Eğitime ayrılan bütçeyle, camilere harcanan aynı değil mesela. Ben her mahallede bir kütüphane olmasını çok isterdim. Üniversitede okumak için üç saatlik bir sınava girmemeliyiz. Bunu sağlayabilecek bütçemiz de var. Ama buna ses çıkaramıyoruz. Başa gelen herkes aynı vaatleri veriyor ama hiç birini yapmıyor. Ayrıca polisten korkmak istemiyoruz.
Barış Engin: Seçim meydanlarında verdikleri sözleri tutmalarını isterim. Güvenliği sağlayacağız diye halka baskı uygulamasınlar, bu yeterli. Polisten korkmayalım.
Siyasetten sinemaya insan haklarından sendikalara kadar etkisi hissedilen darbe hakkında görüşülen isimlerden bazıları Eren Keskin, Ufuk Uras, Oral Çalışlar, Ethem Mahpçupyan, Tarık Akan, Aydın Çubukçu ve Akın Birdal. Yönetmenliğini Aydın Yıldırım’ın yaptığı ve her aşamasında gençlerin yer aldığı ‘12’ adlı belgeselde görev alan Sezercan Atasyas ve Barış Engin ile 17 yaşında idam edilen Erdal Eren’e ithaf ettikleri çalışma hakkında görüştük.
Günümüz gençliği okumuyor, üretmiyor ve apolitikler düşüncesini tersine çıkaran bir çalışmanın yaratıcılarından Sezercan Atasyas ve Barış Engin’le buluştuğumuz gün hem onlar hem de ben çok heyecanlıydık. Karşımda oturan bu çocuk yüzlü, adam akıllı iki genç, görüşme talebinde bulunduğum maili defalarca okuduklarını ve gözlerine inanamadıklarını anlatarak söze başladılar. Ben de onlara 12 liseli gencin 12 Eylül belgeseli haberini okuduğumda çok heyecanlandığımı anlattım.
12 Eylül Belgeseli’ni hazırlamaya nasıl karar verdiniz?
Sezer Atasyas: Okullar bizim deyimimizle maalesef çöplük yuvaları gibi. Kendinizi geliştirme imkanı bulamıyorsunuz. Birkaç yıl önce kültür ve sanat dergisi Genç Praksis dergisiyle tanıştım. Bu dergide yazıp çizmek hoş bir şey haline gelmeye başlamıştı. Bizim gibi yazmayı seven arkadaşlarımızla kültürel anlamda neler yapabiliriz diye toplantılar yapmaya başladık. Meslek seçimim sinema televizyon olacağı için belgesel yapma kararı verdik.
Barış Engin: Aydın Doğan iletişim Lisesi’ni bitirdim. Okulun son senesi bu dergiyle tanıştım. Birtakım yazılar ve dosya konuları hazırladım. Arkadaşlarla etkinlikler düzenleyip panellere katıldık. Bu dergiyle kalemimizi daha kuvvetli bir hale getirmeye çalıştık. Bir yandan görsel alanda da bir şeyler yapmak istiyorduk ve yapabilecek en iyi şeyin belgesel olduğuna karar verdik. Zaten benim de amacım televizyon haberciliği yapmak.
Peki, neden 12 Eylül Belgeseli?
Sezer Atasyas: Gündemde darbeci paşaların yargılanması, Ergenekon haberleri, İzmir’de Kenan Evren ve 12 Eylül isimli liselerin isimlerinin değiştirilmesi için yapılan imza kampanyaları ve öğrencilerin bu tür olaylara karşı biraz daha bilinçli hale geldiğine ilişkin haberler vardı. Genç liseliler olarak tepkimizi göstermeliyiz, madem savaş karşıtı bir dergi çıkartıyoruz biz de bunu görsel olarak ve farklı bir şekilde yansıtabiliriz diye düşündük.
Amacınız sadece belgesel çekmek miydi?
Sezer Atasyas: Yaşadığımızı ortamının güzel olmadığının farkındayız ve genç arkadaşlarımızın da bunu fark etmesini istedik. Bize gelecek vaat edilmiyor. Bunun sebebi de 80 darbesi ve hayatımızı etkileyen bir durum. Herkesin bu konuda görüşleri olmak zorunda, biz de özellikle bizim yaşımızdaki arkadaşlarımıza anlatmak istedik.
Barış Engin: Bu konu üzerine büyüklerimiz hep tartışıyor, bizim yaşımızdakiler hiç tartışmıyordu. Gündemde olan Ergenekon süreci, darbeci paşaların yargılanması durumunu gençlere indirgemek istedik. Ayrıca o dönemde 17 yaşında idam edilen, çatışmalarda yitirilen binlerce genç vardı. Yaşıtlarımız bu durumu öğrensin ve tartışsınlar diye yeniden anımsatmak istedik.
Bu belgeselde neler var?
Sezer Atasyas: 12 Eylül’ün 12 farklı alanda yarattığı etkiyi ve günümüzdeki yansımasını inceledik. Belgeseli hukuk, insan hakları, toplum, ceza evleri ve sinema gibi kategorilere böldük. 12 Eylül’ün acılarını yaşamış aydınlarla sözlü tarih çalışması yaptık.
İsimleri neye göre belirlediniz?
Barış Engin: Mesela o dönemdeki ve günümüzdeki cezaevlerinin durumunu karşılaştırabilecek en iyi isim, darbeyi cezaevinde karşılayan Aydın Çubukçu’ydu. Sinema bölümü için Tarık Akan’ı seçmemizin nedeni hem 80 döneminde hem de şimdi sinema yapmasıydı. Ayrıca darbe koşullarında bir film çekiyor olması da bir ölçü oldu. Oral Çalışlar’ın da o dönemde ve şimdi medyada olması 80 öncesini ve sonrasını karşılaştırmak açısından uygun olacaktı.
Neden sadece bir kadın var?
Barış Engin: Kadın konuşmacı için sayı belirleme gibi bir düşüncemiz olmamıştı. Aslında bizde belgeseli yaptıktan sonra tek kadın olduğunu fark ettik. Darbenin etkilediği 12 ayrı alanı belirleyip isimleri yerleştirdiğimizde de Hukuk alanı için en iyi isim Eren Keskin’di.
GÜNÜMÜZ GENÇLİĞİ KÖTÜ BİR RESSAMIN YAPTIĞI TABLODAN İBARET
İçlerinde en çok hangi hikaye sizi etkiledi?
Barış Engin: Beni en fazla Tarık Akan’ın anlattığı hikaye etkilemişti. 12 Eylül’de askerliğini yedek subay olarak yapıyormuş. Kaldığı yerden tankların geçtiğini görmüş ve birden bağırmaya başlamış. Yanındaki arkadaşı onu susturmaya çalışmış çünkü çok ciddi bir şekilde sinir krizi geçirmiş. Darbe söylentisiyle ilgili haberler aldığında bazı arkadaşlarına yurt dışına kaçmaları konusunda uyarılarda bulunmuş. Ayrıca darbe sonrasında Yılmaz Güney’in Yol filminde oynuyormuş. Sansür kuruluna farklı görüntüler gösterilirken yurt dışında farklı şekilde film montajlanıyormuş. O dönemde yapılmış cesurca bir hareketmiş.
Sezer Atasyas: Beni en çok Aydın Çubukçu etkiledi. Diyarbakır cezaevinde uygulanan işkenceleri ve bazı arkadaşlarının nasıl delirdiğini anlattı. Onların deyimiyle ‘çözülen’ arkadaşlarını hiçbir zaman eleştirmediklerini ve gerçekten insanın dayanabileceği seviyeden çok fazla işkence yapıldığını anlattı. Bunu dinlerken oturup ağladım çünkü karşımda bir insanlık dramı anlatılıyordu. Tarık Akan’ın “günümüz gençliği, kötü bir ressamın yaptığı tablodan ibarettir” sözü de beni çok etkilemişti. Bu mükemmel bir anlatım.
Barış Engin: Darbeci paşalara söylemek istediğiniz bir şey var mı sorusuna Ethem Mahçupyan’ın, “onlara söylenebilecek tek söz, onların ne kadar değersiz insanlar olduğudur” cevabı da beni çok etkilemişti.
Siz darbeci paşalara ne söylemek isterdiniz?
Sezer Atasyas: Bu dönemi okuyup araştırmaya başladıkça gerçekten canım yandı. Halka yapmadıkları şey kalmamış. Ne için yaptıklarının farkında bile olduklarını sanmıyorum. Kesinlikle cezalandırılmalarını isterim.
Barış Engin: Gençliğin sokaklarda başıboş gezmesinin, sadece magazin programlarına hapsolmasının tek suçlusu onlar. Darbeyi gerçekleştirenler Ethem Mahçupyan Hoca’nın dediği gibi değersiz insanlarmış. Gençliği değersizleştiren en büyük insanlar onlar.
Peki, o dönemin karar mekanizmalarının idam edilmesini ister miydiniz?
Barış Engin: İdam edilmelerini kesinlikle istemem. Bir insanın idam olmasını istemek bile katil olmak için yeterli. Onlar adilce yargılamayıp insanları astılar, ama biz onların adil bir şekilde yargılanıp yaptıkları cezaları en azından vicdanlarında hapsetmek istiyoruz.
Sezer Atasyas: Ölüm kötü bir şey. Yapılan şeylere ne kadar çok kızsak ve onaylamasak da onların yaptıklarını yapmak çözüm veya sonuç olmayacaktır. Yaptıklarının cevabını verebilmeliler.
Yaşıtlarınız farklı ilgi alanlarına kaymışken siz neden yaşıtlarınız gibi değilsiniz?
Sezer Atasyas: Okumayı seviyorum demekle cevaplayabilirim. Nazım Hikmet, Orhan Pamuk ve Orhan Veli’yi okuduğunuzda altındaki anlamı çözmeye çalışıyorsunuz. Hani baba mesleği gibi “babam solcuydu ben de o yüzden sol görüşlü oldum” derler ya, ben de öyle bir şey olmadı. Bir şeylerin cevaplarını merak ediyordum ve araştırıyordum. Bazı soruların cevaplanması gerekiyordu. Mesela okulda saçlarıma karışıldığında nedenini sormak ve eğitim saçla olmaz demek istiyordum. Bu tip şeyleri sorgulamaya başladığım zaman bu işin içinde buldum kendimi.
Barış Engin: Benim ailemde bu tür acıları yaşamış insanlar vardı. İlk kez 17 yaşımda bu tip konulara ilgi duymaya başlamıştım ve ilk öğrendiğim Erdal Eren’in 17 yaşında idam edilmesiydi. Bunu öğrenince duyarsız kalamıyorsunuz.
80 ve sonraki kuşak için düşünmüyor, üretmiyor ve apolitik denir bu sizi pek ilgilendirmiyor ama yine de ne söylersiniz?
Sezer Atasyas: Örgüt ya da miting kelimesi her zaman çevremdeki insanları korkutuyor. O kötü günleri yaşamış aileler çocuklarının da bunları yaşamasını istemiyor ve ne kadar uzak tutarsak o kadar iyidir diye düşünüyorlar. Kitap okumayan ve zamanında yasaklanmış kitapları okutturmayan bir aile çocuğundan zaten fazla bir şey bekleyemez ki. Televizyonlara ve magazin programlarına kilitlenmiş gençler bu yüzden apolitik yetişiyor. Bir bölümümüz kendini geliştirirken bir bölümümüz o kara kutuya hapsoldu.
Barış Engin: Bu konuda yaşıtım olan arkadaşlarımı pek suçlayamıyorum. Bu toplumu 12 Eylül darbesi hazırladı. Kitap okunmuyorsa sebep kitapların yakılmasıdır. İnsanlar okumaktan korktu. Bu toplumu onlar yarattı. Önceden televole programları vardı, şimdi kadın programları. Yarın bir başkası olacak. Bazı arkadaşlarımız da bunlarla beslendiği için farklı bir şekilde düşünemiyorlar.
Sizce o dönemin gençleri neyi eksik ya da fazla yapmışlardı? Keşke böyle olmasaydı dediğiniz şeyler var mı?
Sezer Atasyas: O dönemde belki yöntem yanlış olabilir, halk zaten baskı halinde ve çatışmalar çok fazla. Günümüzde hala Hüseyin, Mahir, Ulaş diye geçmişten kalan ve bir türlü geliştirmedikleri sistemle ilerlemeye çalışıyorlar. Radikal görüşü olanlara da karşı çıkıp ya liberalsin ya da faşistsin diyorlar. Hala at gözlüğü ile baktıklarını düşünüyorum. Bunları aşıp daha ileri gitmek ve en azından ses çıkarabilmek için biraz daha radikal düşüncelere ihtiyacımız var. Geçmişte kalmayıp farklı şeyler üretmeliyiz. Yıllardır aynı sloganı tekrarlayan örgütler hep aynı bildiriyi ve aynı örgüt politikalarını izliyorlar. Bizim istediğimiz daha iyi bir dünya.
Barış Engin: O dönem Türkiye’deki gençlik mücadelesini yaşama sokan insanlar olduğu için eleştirmek istemem. Ama tabu olarak göstermelerini de istemiyorum. Sokak çatışmaları belki yanlıştı ama aynı zamanda karşı taraftan gelen sert hareket de varmış. Buradan bakınca çok fazla eleştirecek şey görmüyorum. Biz de bazı yaşıtlarımız gibi bir partiye üye olur, parti binasında sabahtan akşama kadar oturup iki eyleme çıkıp daha sonra da sus pus oturabilirdik. Ama biz belgeseller çekiyoruz ve kendimizi geliştiriyoruz. Geçmişin politikalarına takılıp kalınmamalı.
Siz nasıl bir dünya istiyorsunuz?
Sezer Atasyas: Eğitim tekele alınmamalı bence. Her insanın eğitim hakkı olmalı. Üniversite harçları hala bir sorun. Masraflar yüzünden okulu bırakmak zorunda kalan birçok arkadaşım var. İnsanların geçim derdini aşmasını lazım. Eğitime ayrılan bütçeyle, camilere harcanan aynı değil mesela. Ben her mahallede bir kütüphane olmasını çok isterdim. Üniversitede okumak için üç saatlik bir sınava girmemeliyiz. Bunu sağlayabilecek bütçemiz de var. Ama buna ses çıkaramıyoruz. Başa gelen herkes aynı vaatleri veriyor ama hiç birini yapmıyor. Ayrıca polisten korkmak istemiyoruz.
Barış Engin: Seçim meydanlarında verdikleri sözleri tutmalarını isterim. Güvenliği sağlayacağız diye halka baskı uygulamasınlar, bu yeterli. Polisten korkmayalım.
Etiketler:
12 eylül filmleri,
apolitik,
cezaevi,
darbe,
tarık akan,
ufuk uras
ÂŞIK OLDUYSAN SONUNA KADAR YAŞAMALISIN-AHU TÜRKPENÇE
‘Yedi Numara’, ‘Azad’, ‘Güzel Günler’ gibi dizilerde de oynayan Ahu Türkpençe’yi en çok ‘Bir İstanbul Masalı’ dizisiyle tanıdık. Ardından ‘Şöhret’ ve ‘Karamel’ adlı diziler geldi. ‘Neredesin Firuze’ adlı filmle sinemaya adım atan başarılı oyuncu daha sonra Dinle Ney’den filminde oynadı. “Sinemanın büyülü bir dünyası var” diyen Ahu Türkpençe, önümüzdeki günlerde vizyona girecek ‘Denizden Gelen’ adlı sinema filminde oynuyor. Yönetmenliğini Nesli Çölgeçen’in yaptığı film, yok aslında birbirimizden farkımız deyip ‘öteki’ diye dışladığımız insanların hikayesini anlatıyor.
Ahu Türkpençe’yle söyleşi için buluştuğumuz gün hava bir açıyor, bir kapıyor, bir yandan da yağmur yağıyordu. Önce fotoğraf çekimi yaptık, sonra da söyleşimizi. Sıcacık kahvelerimizi içerken pek keyifli, ‘aşk korkutur mu?’, ‘kaçan kovalanır mı?’ gibi sorulara cevap bulmaya çalıştık…
Son oynadığınız ‘Denizden Gelen’ filminin hikayesi nedir?
Filmin yönetmenliğini Nesli Çölgeçen yaptı. Rengi, mesleği ya da tavırları yüzünden bize yabancı gelen ‘öteki’ diye adlandırdığımız karakterlerin buluştuğu bir film. Aslında öteki diye adlandırdığımız kişilerin bize çok uzak olmadığını aslında bizim de onlara benzediğimizi gösteriyor. Acılarımızın, sevinçlerimizin ve kaygılarımızın aynı olduğunu anlatıyor film. İnsanlar bu filmi izledikten sonra bazı ön yargılardan kurtulabilirler.
Oynadığınız hemşire karakteri nasıl biri?
Duygusal anlamda kendini kapatmış, filmde göreceğiniz belli sebeplerden dolayı aşka inancı kalmamış ve bir nevi hayata kızgın birini oynuyorum. Hemşire de ön yargılı biri, o da kendinden farklı birini gördüğünde öteki diye nitelendiriyor. Hikaye içinde hemşire de bir değişim yaşıyor ve aslında öyle olmadığını fark ediyor.
Hemşire ‘Denizden Gelen’ biriyle aşk mı yaşayacak?
Denizden Gelen’in açılımını filmi izlediğinizde göreceksiniz. Bir kadının aşkının anlatıldığı bir film değil. Her filmde sevgili ve aşk olduğu gibi bu filmde de var ama aşk filmin birebir adıyla uyuşmuyor. Hikayenin içinde başka bir yerde duruyor.
O kadar alıştık ki her filmde bir aşk hikayesi olmasına…
Olsun ama... Ayrıca neden olmasın ki? Aşk sadece bir kadınla bir adamın arasında yaşanmaz ki. Bir hayvanı da büyük bir aşkla sevebilirsiniz, bir ideolojinin peşinden de aşkla gidebilirsiniz. Her şeyi aşkla sevmek mümkün. Zaten aşk, olmazsa olmazımız. Aşk olmak zorunda ama biz aşk deyince sadece kadınla adamın arasında olan bir şeymiş gibi algılıyoruz. İşimizi de aşkla yapmalıyız. Yaşasın aşk… Gülmeler…
AŞK TEHLİKELİ BİR ŞEY DEĞİL Kİ…
‘Aşk Bu İşte’ isimli öykünüzü okudum. Hikayedeki anlatıcı “aşk korkutur” diyordu, siz de aşktan korkar mısınız?
Aşk sadece korkutmaz. Kimi zaman korkuyor olabilirsin, kimi zaman bu aşk sana güç verebilir ki, bu ikincisi benim tercihimdir. Sana cesaret ve güç versin, seni rahatlatsın, enerji doldursun. Bence gerçekten içinde bulunduğun duruma göre an be an değişen bir şey. Bakan göze göre her şey değişir deriz ya, aynı şeye bakıp farklı düşünebiliriz. Ben de aynı şeye iki kere bakabilirim, bir gün başka, ertesi gün bambaşka bir şey düşünebilirim.
Kendinizi tehlikeye sokacak aşklara yelken açar mısınız?
Bence aşk tehlikeli bir şey değil ki. Eğer aşık olduysan sonuna kadar yaşamak lazım. Üzüleceğim diye o anı mahvedersem, ne hikmeti kalır ki? Sonrasını düşünüp bugünü mahvetmektense, o anı yaşamak daha doğru. Ayrıca, ne yaşayacağını başta bilmiyorsun ki. Bu da aslında bir önyargı. Kötü olacak diye düşünüp buna inanacaksın, sonra sevgilin sana, sen de ona kötü davranınca ben demiştim diyeceksin. Niye kendimizi şartlandıralım ki? Ortada bir problem varsa beraber çözülür. Eğer çözülmezse gitmeyi ya da kalmayı o zaman düşünmek gerekiyor. Ben de doktor gibi cevapladım. (Sesini değiştirerek) “Şimdi ikili ilişkilerde Doktor Ahu Türkpençe bildiriyor”. Gülmeler…
Bir söyleşinizde filmlerde aşkın ağlatan, üzen hali gösterilse demişsiniz, tutkulu, bir dargın bir barışık aşkları mı seversiniz?
Tutkulu aşk deyince birbirini çok seven aynı zamanda da sevgi yüzünden birbirine zarar veren aşıklardan bahsederiz. Bize öğretilen bu olduğu için benim de kodlamam da tutkulu aşk denince böyle bir şey var. Filmlerde hep bir taraf kırık dökük, diğeri ise daha güçlüdür. Ve güçlü olan diğerine yardımcı olur. Halbuki, birbirini çok seven iki aşık, birbirini deli gibi seviyor, ama aynı zamanda çok sevdiği için de birbirine zarar veriyor. Hikayesi böyle olan bir film çekilmedi. Bence hoş bir film olabilir, böyle bir hikayede de oynamayı çok isterim.
Fırtınalı aşk diyorsunuz yani…
Zaten öyle olduğu için unutulmaz oluyor ya. Herkes geçmişinde birçok aşk yaşıyor ama bir tanesinin yeri çok başka oluyor. O da genelde fırtınalı aşk olduğu içindir.
Siz böyle ne senle, ne sensiz durumu olan bir aşk yaşadınız mı?
Böyle birbirine zarar verecek bir ilişki yaşamadım. Zaten yaşamayayım, zor olurdu herhalde. Acı verirdi öyle değil mi? Ama filmi güzel olurdu.
Bir de ‘kaçan kovalanır’ durumu vardır…
Bu gerçek mi? Gerçekten kaçan kovalanıyorsa ve bu işin formülü buysa düşünsenize; mesela birini çok seviyorum o da beni sevsin diye numaradan sevgimi göstermiyorum ve kaçıyorum. Kaçarken de şişip şişip patlıyorum. Bunu da adam beni sevsin diye yapıyorum. Kahkahalar…
Ya da koşarken bir bakıyorsunuz ki ne gelen var ne de giden… Belki de “Kovaladıkça kaçan ateş böceğim misin?” şarkısı bu yüzden çıkmıştır…
Kahkahalar… Gerçekten kimsenin gelmiyor olması da komik olurdu. İnşallah doğru değildir. Bence her ilişkide dürüst olmak gerekiyor. Eğer hesaplı bir şekilde kaçan kovalanır durumu oluyorsa da bu çok zor ve yorucu bir şey olur. Mutlu olacaksak bir an önce olalım yani. Ben kaçacağım sen beni kovala, sonra da sen kaç durumu olmasın yani. Kahkahalar…
İNSANLAR DEĞİŞİR
Kamerayla ilk karşılaştığınız günü hatırlıyor musunuz?
Çok komikti, kamera önünde nasıl oynanacağını bilmiyordum. Bir projede sahneyi oynarken yönetmen talimatlar veriyordu, tam o esnada birine bak deyince üzerime alınıp kameraya doğru bakmıştım. Doğal olarak sesin geldiği yöne doğru bakmamak gerekir. Herkes buna çok gülmüştü, ben de çok utanmıştım. İkinci günü toparlamıştım. Deneyimli bir ekiple de çalışınca kolaylıkla öğreniyorsun. Artık oyun ve kostüm devamlılığımı bile kendim tutuyorum. Tutmak zorunda değilim ve bunu yapan insanlar var ama ben gayri ihtiyari bunu yapıyorum.
Kamera önü mü yoksa tiyatro sahnesi mi?
Hepsi çok farklı. Ama sinemanın çok büyülü bir dünyası var. Bir filmde istersen uçabiliyorsun ya da uçan bir mermiyi elinle tutabiliyorsun. Gerçekte olması mümkün olmayan şeyleri filmde yapabilmek çok büyülü. Ama tiyatroyu da televizyonu da çok seviyorum. Aslında ben işimi çok seviyorum. Gülmeler…
Oyunculukla ruhun iyileşmesi mümkün mü?
Bence ilkokuldan itibaren kesinlikle tiyatro dersleri olmalı. Çocukların ayaklarının üzerinde durmasını ve kendilerine güven duymalarını sağlıyor. Mesela ben tiyatroya girmeden önce çok daha fazla kapalı, köşeleri olan, benim dediğim doğru başkaları kesinlikle yanlıştır diyen, sabit fikirli bir insandım. Çabuk sinirlenen fevri biriydim. Tiyatro eğitimi alırken kendinizle uğraşıyor ve kendinizi çözümlemeniz gerekiyor. Okuldaki arkadaşlarım da “ilk seneki gibi değilsin, çok değiştin” derlerdi. Şimdi bambaşka biriyim. Kendini çözümlemek isteyen her insan dramayla ilgilenmeli. Kendine dışarıdan bakma imkanı sunuyor. İnsanların değişmeyeceği düşüncesi bence dünyanın en büyük yalanıdır. Değişmeyen tek şey değişimin kendisidir ve insanlar da değişir.
Her filmde, dizide farklı karakterler yaratmak birden çok hayat yaşamak gibi değil mi?
Farklı karakterleri oynamak bence çok eğlenceli. Oyun oynamayı çok seviyorum ve çocukken de çok fazla oyun oynardım. Belirli bir yaştan sonra artık büyüdük, oynamayız gibi bir noktaya geliniyor. Herkes her daim oyun oynayabilir ayrıca oynuyorlar da fakat bunun farkında değiller. Ne kadar şanslıyım, öyle bir mesleğim var ki hep oyun oynuyorum. Gülmeler…
Her seferinde farklı karakterler yaratıyorsunuz, kullandığınız yöntem hep aynı mı oluyor?
Her seferinde birbirine yakın yöntemler kullanıyorum. Mesela sizinle konuşurken aklıma gelen farklı şeyler oluyor ve onları da çalışmamın içine katıp deniyorum. Eğer oluyorsa, doğruysa aklımın bir köşesinde kalıyor.
BENNU YILDIRIMLAR’A HAYRANIM
Vahide Gördüm ve Bennu Yıldırımlar ile aynı projede yer alma hayaliniz varmış…
Vahide Abla’yı çok seviyorum ve Bennu’ya da çok hayranım. Bu iki kadınla bir tiyatro sahnesinde oynamayı çok istiyorum. Bennu Yıldırımlar’ı ilk kez ‘Eski Fotoğraflar’ adlı bir televizyon filminde izlemiştim. Genç yaşına rağmen yaşlı bir kadını oynamıştı ve izlediğimde hayran kalmıştım. Sonra kitabını alıp hemen okumuştum. Okulun son senesi bitirme oyunu olarak aynı oyunu oynamıştım.
Hayatta en çok cevabını aradığınız bir soru var mı?
Yok, ama içimde hep ‘acaba bugün ne olacak?’ diye bir cümle olur. Her gün farklı şeyler yaşıyoruz, her gün olmasa da sıklıkla günün sürprizleri oluyor. Bazen gün ortasında daraldığımı hissettiğimde ‘dur bakalım, bugünün sürprizi ne olacak acaba’ derim.
Peki, bugünün sürprizi nedir?
Bugünün sürprizi fotoğraflar ve kırmızı şemsiye. Çok eğlenceliydi. Çünkü ben rahat fotoğraf çektiren biri değilim. Poz verme durumu beni çok rahatsız ediyor ve çok doğal görünmüyorum. O yüzden bugün fotoğraf konusunda çok rahat çalıştık ve çok eğlenceliydi. Bence bugünün sürprizi buydu.
KENDİMİ BAŞARILI BULUYORUM
Yapımcılar tarafından bir gün telefonum çalmazsa diye endişelendiğiniz olur mu?
Mesleğim başkalarının talebine bağlı bir iş değil. Evimde oturayım, yapımcılar beni arasın da iş yapayım, yoksa da köşemde oturayım gibi değil. Sonuçta bana bağlı, ben yapmak istersem tiyatro yapıyorum. O yüzden bir oyuncu için korku söz konusu olmamalı. Sinema, tiyatro yapmayı düşünmeyip sadece televizyona çalışmak istiyorsa onu bilemem. O durumda belki böyle bir endişe yaşanabilir.
Kendinizi başarılı bulur musunuz yoksa bir şeyleri eksik yaptım duygusu yaşar mısınız?
Kendimi başarılı buluyorum. Ama eleştirilere de kulağım her zaman açık olur. Beğendim ya da beğenmedim cümlesini eleştiri olarak kabul etmem. Çok güzeldi, aferin denmesi benim işime yaramaz. İşinde yetkin insanlar ‘bu oyun güzel ama şunu daha iyi yapabilirdin ya da bunu çıkar, diğerini ekle’ gibi eleştirilerde bulunuyor, bu da benim daha çok işime yarıyor. Onun dışında evet, kendimi beğeniyorum. Her seferinde elimden geleni yaptığımı düşünüyorum ama bir sonrakinde daha iyi olacağına inanıyorum. Çok kötüydüm deyip kendimi demoralize etmeyi sevmiyorum.
Ahu Türkpençe’yle söyleşi için buluştuğumuz gün hava bir açıyor, bir kapıyor, bir yandan da yağmur yağıyordu. Önce fotoğraf çekimi yaptık, sonra da söyleşimizi. Sıcacık kahvelerimizi içerken pek keyifli, ‘aşk korkutur mu?’, ‘kaçan kovalanır mı?’ gibi sorulara cevap bulmaya çalıştık…
Son oynadığınız ‘Denizden Gelen’ filminin hikayesi nedir?
Filmin yönetmenliğini Nesli Çölgeçen yaptı. Rengi, mesleği ya da tavırları yüzünden bize yabancı gelen ‘öteki’ diye adlandırdığımız karakterlerin buluştuğu bir film. Aslında öteki diye adlandırdığımız kişilerin bize çok uzak olmadığını aslında bizim de onlara benzediğimizi gösteriyor. Acılarımızın, sevinçlerimizin ve kaygılarımızın aynı olduğunu anlatıyor film. İnsanlar bu filmi izledikten sonra bazı ön yargılardan kurtulabilirler.
Oynadığınız hemşire karakteri nasıl biri?
Duygusal anlamda kendini kapatmış, filmde göreceğiniz belli sebeplerden dolayı aşka inancı kalmamış ve bir nevi hayata kızgın birini oynuyorum. Hemşire de ön yargılı biri, o da kendinden farklı birini gördüğünde öteki diye nitelendiriyor. Hikaye içinde hemşire de bir değişim yaşıyor ve aslında öyle olmadığını fark ediyor.
Hemşire ‘Denizden Gelen’ biriyle aşk mı yaşayacak?
Denizden Gelen’in açılımını filmi izlediğinizde göreceksiniz. Bir kadının aşkının anlatıldığı bir film değil. Her filmde sevgili ve aşk olduğu gibi bu filmde de var ama aşk filmin birebir adıyla uyuşmuyor. Hikayenin içinde başka bir yerde duruyor.
O kadar alıştık ki her filmde bir aşk hikayesi olmasına…
Olsun ama... Ayrıca neden olmasın ki? Aşk sadece bir kadınla bir adamın arasında yaşanmaz ki. Bir hayvanı da büyük bir aşkla sevebilirsiniz, bir ideolojinin peşinden de aşkla gidebilirsiniz. Her şeyi aşkla sevmek mümkün. Zaten aşk, olmazsa olmazımız. Aşk olmak zorunda ama biz aşk deyince sadece kadınla adamın arasında olan bir şeymiş gibi algılıyoruz. İşimizi de aşkla yapmalıyız. Yaşasın aşk… Gülmeler…
AŞK TEHLİKELİ BİR ŞEY DEĞİL Kİ…
‘Aşk Bu İşte’ isimli öykünüzü okudum. Hikayedeki anlatıcı “aşk korkutur” diyordu, siz de aşktan korkar mısınız?
Aşk sadece korkutmaz. Kimi zaman korkuyor olabilirsin, kimi zaman bu aşk sana güç verebilir ki, bu ikincisi benim tercihimdir. Sana cesaret ve güç versin, seni rahatlatsın, enerji doldursun. Bence gerçekten içinde bulunduğun duruma göre an be an değişen bir şey. Bakan göze göre her şey değişir deriz ya, aynı şeye bakıp farklı düşünebiliriz. Ben de aynı şeye iki kere bakabilirim, bir gün başka, ertesi gün bambaşka bir şey düşünebilirim.
Kendinizi tehlikeye sokacak aşklara yelken açar mısınız?
Bence aşk tehlikeli bir şey değil ki. Eğer aşık olduysan sonuna kadar yaşamak lazım. Üzüleceğim diye o anı mahvedersem, ne hikmeti kalır ki? Sonrasını düşünüp bugünü mahvetmektense, o anı yaşamak daha doğru. Ayrıca, ne yaşayacağını başta bilmiyorsun ki. Bu da aslında bir önyargı. Kötü olacak diye düşünüp buna inanacaksın, sonra sevgilin sana, sen de ona kötü davranınca ben demiştim diyeceksin. Niye kendimizi şartlandıralım ki? Ortada bir problem varsa beraber çözülür. Eğer çözülmezse gitmeyi ya da kalmayı o zaman düşünmek gerekiyor. Ben de doktor gibi cevapladım. (Sesini değiştirerek) “Şimdi ikili ilişkilerde Doktor Ahu Türkpençe bildiriyor”. Gülmeler…
Bir söyleşinizde filmlerde aşkın ağlatan, üzen hali gösterilse demişsiniz, tutkulu, bir dargın bir barışık aşkları mı seversiniz?
Tutkulu aşk deyince birbirini çok seven aynı zamanda da sevgi yüzünden birbirine zarar veren aşıklardan bahsederiz. Bize öğretilen bu olduğu için benim de kodlamam da tutkulu aşk denince böyle bir şey var. Filmlerde hep bir taraf kırık dökük, diğeri ise daha güçlüdür. Ve güçlü olan diğerine yardımcı olur. Halbuki, birbirini çok seven iki aşık, birbirini deli gibi seviyor, ama aynı zamanda çok sevdiği için de birbirine zarar veriyor. Hikayesi böyle olan bir film çekilmedi. Bence hoş bir film olabilir, böyle bir hikayede de oynamayı çok isterim.
Fırtınalı aşk diyorsunuz yani…
Zaten öyle olduğu için unutulmaz oluyor ya. Herkes geçmişinde birçok aşk yaşıyor ama bir tanesinin yeri çok başka oluyor. O da genelde fırtınalı aşk olduğu içindir.
Siz böyle ne senle, ne sensiz durumu olan bir aşk yaşadınız mı?
Böyle birbirine zarar verecek bir ilişki yaşamadım. Zaten yaşamayayım, zor olurdu herhalde. Acı verirdi öyle değil mi? Ama filmi güzel olurdu.
Bir de ‘kaçan kovalanır’ durumu vardır…
Bu gerçek mi? Gerçekten kaçan kovalanıyorsa ve bu işin formülü buysa düşünsenize; mesela birini çok seviyorum o da beni sevsin diye numaradan sevgimi göstermiyorum ve kaçıyorum. Kaçarken de şişip şişip patlıyorum. Bunu da adam beni sevsin diye yapıyorum. Kahkahalar…
Ya da koşarken bir bakıyorsunuz ki ne gelen var ne de giden… Belki de “Kovaladıkça kaçan ateş böceğim misin?” şarkısı bu yüzden çıkmıştır…
Kahkahalar… Gerçekten kimsenin gelmiyor olması da komik olurdu. İnşallah doğru değildir. Bence her ilişkide dürüst olmak gerekiyor. Eğer hesaplı bir şekilde kaçan kovalanır durumu oluyorsa da bu çok zor ve yorucu bir şey olur. Mutlu olacaksak bir an önce olalım yani. Ben kaçacağım sen beni kovala, sonra da sen kaç durumu olmasın yani. Kahkahalar…
İNSANLAR DEĞİŞİR
Kamerayla ilk karşılaştığınız günü hatırlıyor musunuz?
Çok komikti, kamera önünde nasıl oynanacağını bilmiyordum. Bir projede sahneyi oynarken yönetmen talimatlar veriyordu, tam o esnada birine bak deyince üzerime alınıp kameraya doğru bakmıştım. Doğal olarak sesin geldiği yöne doğru bakmamak gerekir. Herkes buna çok gülmüştü, ben de çok utanmıştım. İkinci günü toparlamıştım. Deneyimli bir ekiple de çalışınca kolaylıkla öğreniyorsun. Artık oyun ve kostüm devamlılığımı bile kendim tutuyorum. Tutmak zorunda değilim ve bunu yapan insanlar var ama ben gayri ihtiyari bunu yapıyorum.
Kamera önü mü yoksa tiyatro sahnesi mi?
Hepsi çok farklı. Ama sinemanın çok büyülü bir dünyası var. Bir filmde istersen uçabiliyorsun ya da uçan bir mermiyi elinle tutabiliyorsun. Gerçekte olması mümkün olmayan şeyleri filmde yapabilmek çok büyülü. Ama tiyatroyu da televizyonu da çok seviyorum. Aslında ben işimi çok seviyorum. Gülmeler…
Oyunculukla ruhun iyileşmesi mümkün mü?
Bence ilkokuldan itibaren kesinlikle tiyatro dersleri olmalı. Çocukların ayaklarının üzerinde durmasını ve kendilerine güven duymalarını sağlıyor. Mesela ben tiyatroya girmeden önce çok daha fazla kapalı, köşeleri olan, benim dediğim doğru başkaları kesinlikle yanlıştır diyen, sabit fikirli bir insandım. Çabuk sinirlenen fevri biriydim. Tiyatro eğitimi alırken kendinizle uğraşıyor ve kendinizi çözümlemeniz gerekiyor. Okuldaki arkadaşlarım da “ilk seneki gibi değilsin, çok değiştin” derlerdi. Şimdi bambaşka biriyim. Kendini çözümlemek isteyen her insan dramayla ilgilenmeli. Kendine dışarıdan bakma imkanı sunuyor. İnsanların değişmeyeceği düşüncesi bence dünyanın en büyük yalanıdır. Değişmeyen tek şey değişimin kendisidir ve insanlar da değişir.
Her filmde, dizide farklı karakterler yaratmak birden çok hayat yaşamak gibi değil mi?
Farklı karakterleri oynamak bence çok eğlenceli. Oyun oynamayı çok seviyorum ve çocukken de çok fazla oyun oynardım. Belirli bir yaştan sonra artık büyüdük, oynamayız gibi bir noktaya geliniyor. Herkes her daim oyun oynayabilir ayrıca oynuyorlar da fakat bunun farkında değiller. Ne kadar şanslıyım, öyle bir mesleğim var ki hep oyun oynuyorum. Gülmeler…
Her seferinde farklı karakterler yaratıyorsunuz, kullandığınız yöntem hep aynı mı oluyor?
Her seferinde birbirine yakın yöntemler kullanıyorum. Mesela sizinle konuşurken aklıma gelen farklı şeyler oluyor ve onları da çalışmamın içine katıp deniyorum. Eğer oluyorsa, doğruysa aklımın bir köşesinde kalıyor.
BENNU YILDIRIMLAR’A HAYRANIM
Vahide Gördüm ve Bennu Yıldırımlar ile aynı projede yer alma hayaliniz varmış…
Vahide Abla’yı çok seviyorum ve Bennu’ya da çok hayranım. Bu iki kadınla bir tiyatro sahnesinde oynamayı çok istiyorum. Bennu Yıldırımlar’ı ilk kez ‘Eski Fotoğraflar’ adlı bir televizyon filminde izlemiştim. Genç yaşına rağmen yaşlı bir kadını oynamıştı ve izlediğimde hayran kalmıştım. Sonra kitabını alıp hemen okumuştum. Okulun son senesi bitirme oyunu olarak aynı oyunu oynamıştım.
Hayatta en çok cevabını aradığınız bir soru var mı?
Yok, ama içimde hep ‘acaba bugün ne olacak?’ diye bir cümle olur. Her gün farklı şeyler yaşıyoruz, her gün olmasa da sıklıkla günün sürprizleri oluyor. Bazen gün ortasında daraldığımı hissettiğimde ‘dur bakalım, bugünün sürprizi ne olacak acaba’ derim.
Peki, bugünün sürprizi nedir?
Bugünün sürprizi fotoğraflar ve kırmızı şemsiye. Çok eğlenceliydi. Çünkü ben rahat fotoğraf çektiren biri değilim. Poz verme durumu beni çok rahatsız ediyor ve çok doğal görünmüyorum. O yüzden bugün fotoğraf konusunda çok rahat çalıştık ve çok eğlenceliydi. Bence bugünün sürprizi buydu.
KENDİMİ BAŞARILI BULUYORUM
Yapımcılar tarafından bir gün telefonum çalmazsa diye endişelendiğiniz olur mu?
Mesleğim başkalarının talebine bağlı bir iş değil. Evimde oturayım, yapımcılar beni arasın da iş yapayım, yoksa da köşemde oturayım gibi değil. Sonuçta bana bağlı, ben yapmak istersem tiyatro yapıyorum. O yüzden bir oyuncu için korku söz konusu olmamalı. Sinema, tiyatro yapmayı düşünmeyip sadece televizyona çalışmak istiyorsa onu bilemem. O durumda belki böyle bir endişe yaşanabilir.
Kendinizi başarılı bulur musunuz yoksa bir şeyleri eksik yaptım duygusu yaşar mısınız?
Kendimi başarılı buluyorum. Ama eleştirilere de kulağım her zaman açık olur. Beğendim ya da beğenmedim cümlesini eleştiri olarak kabul etmem. Çok güzeldi, aferin denmesi benim işime yaramaz. İşinde yetkin insanlar ‘bu oyun güzel ama şunu daha iyi yapabilirdin ya da bunu çıkar, diğerini ekle’ gibi eleştirilerde bulunuyor, bu da benim daha çok işime yarıyor. Onun dışında evet, kendimi beğeniyorum. Her seferinde elimden geleni yaptığımı düşünüyorum ama bir sonrakinde daha iyi olacağına inanıyorum. Çok kötüydüm deyip kendimi demoralize etmeyi sevmiyorum.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)