27 Nisan 2010 Salı

HANDE KAZANOVA

GÜZELLİĞİN İNSANIN BAŞINA DERT AÇTIĞINI DÜŞÜNÜRÜM


Hande Kazanova Habertürk Gazetesi’ndeki astroloji yazılarının yanı sıra şimdi de Habertürk ekranlarında ‘Öteki Gündem’ adlı programı hazırlıyor. Söyleşi için buluştuğumuz Hande Kazanova’yla programını, ‘Atatürk ve Kayıp Kıta Mu’ kitabının yazarı Sinan Meydan’ın 2 kez programa çağırılmasına rağmen iptal edilmesini, astrolojiye göre ekonomik krizin akıbetini konuştuk.


Oyunculuğa ‘Mahallenin Muhtarları’ dizisiyle başlayan Hande Kazanova daha sonra ‘Yanık Koza’, ‘Aşkına Eşkıya’ ‘Karamel’ ve ‘Kurtlar Vadisi’ dizilerinde rol aldı. Oyunculuk kariyerinin üzerine astroloji yazarlığını da ekleyen oyuncu uzun süredir Gazete Habertürk’te astroloji sayfalarını hazırlıyor. Kazanova aynı zamanda Habertürk kanalında ‘Öteki Gündem’ adlı programını da hazırlayıp sunuyor. Astroloji, Metafizik ve Parapsikoloji gibi konuların gündeme getirildiği programın yeni sunucusu Hande Kazanova ile biz de bir söyleşi yaptık.



‘Öteki Gündem’ programında yer almanız nasıl oldu?

Öteki Gündem programı zaten Habertürk’te yapılıyordu. Çok güzel bir programdı. Ben de buraya bir şeyler yapmak istiyordum, görüşmelerimiz sürüyordu. Astroloji konusuna karşı ilgimi kanalın başındakiler de gayet iyi biliyorlar. “Hande’cim bizimle bu yola çıkarsan çok memnun oluruz. Tam da senin tarzına uygun bir program” dediler. Böylece başlamış oldu. Yaklaşık bir buçuk aydır devam ediyor.

Programınızın içeriği ve konuk profiliniz nasıl?

Metafizik, parapsikoloji, komplo teorileri, 2012, astroloji, astronomi ve Türk Tarihi üzerine gündemde olmayan her konuyu konuşuyoruz. Herkesin bilgisini ortaya koyduğu, izleyenlerin bilgi edinebildiği bir program oldu. Aslında amacımız bir tartışma programı yapmak değil. Belirlediğimiz konu hakkında o görüşe inanan, inanmayan, tezi çürütecek ya da destekleyecek iki ya da üç konuk çağırıyoruz. Konuları bir sonuca bağlamıyoruz. İzleyenler karar versin istiyoruz. Ne kadar çok zıt fikirler gelirse gelsin hiçbir zaman bir olay yaşamadık şimdiye kadar. İnşallah bundan sonra da yaşamayız.

Sorun yaşamayız dediniz ama ‘Atatürk ve Kayıp Mu Kıtası’ hakkında konuşmak üzere çağırdığınız konuğu son anda iptal etmeniz üzerine basında birtakım polemikler yer almıştı, işin aslı nedir?

Bunun aslı yok. Bir önceki programda Türk Tarihindeki sırlar ve gizemleri işliyorduk. Konuğumuz Araştırmacı-yazar Oktan Keleş’ti ve beyaz piramitlerle ilgili bulguları paylaşmıştı bizimle. Acaba bunu mu tamamlasak diye düşünüp bir önceki programın devamı olsun dedik. Tiyatro çalışmalarım nedeniyle turnelere gittiğim için diğer konuya çok hazırlanamayacağımı düşündüğümüz için erteledik. Sanırım yanlış anlaşıldı.

Ama Sinan Meydan’ı 2 kez programınıza çağırıp makyaj odasından konu değişti deyip geri gönderdiğiniz ve aslında Atatürk hakkında konuşulması istenmediği yolunda bilgiler yer almıştı…

Valla hiç öyle bir politikamız yok. Hatta her türlü konuya girmeyi düşünüyoruz. Önümüzdeki haftalarda yapmak istediğimiz konuların başında geliyor bu konu. Niye yapmayalım? Hiçbir insandan ve konudan korkumuz yok. Hiçbir çekincemiz yok. ‘Öteki Gündem’ hakikaten tartışılması gerekenleri ön plana getiren bir program.

Yine Sinan Meydan’ı davet edecek misiniz peki?

Onun da Atatürkçülükle ve Mu kıtasıyla ilgili çok önemli kitapları var. Niye olmasın? Bu durum beni de çok üzdü. Hakikaten öyle bir şey yok. Kulaktan dolma bilgiler, kulaktan kulağa oyunu gibi basına yansıyor. Bir şey duyuluyor, o an iptal olduğunda kişinin sinirlenmesiyle ani tepki vermesiyle başka şekilde yansıyor. Ya da bazı medya kanalları başka olayların işini buradan çıkarmaya çalışıyor. İşin bu kadar büyüdüğünü bilmiyordum.

Yiğit Bulut sizin programınıza karışıyor mu?

Bana hiç karışılmıyor. Bir ekibimiz var, yönetmenimizle bir araya gelip konularımızı belirliyoruz. Bu konularda bilgili ve gerçekten tecrübesine inandığım bir yönetmenle çalışıyorum. Yönetmenim de bu konulara meraklı.

Habertürk’e geçişiniz nasıl olmuştu?

Yeni Aktüel’de astroloji sayfaları hazırlarken teklif geldi. Fatih Altaylı’yla konuşup çok güzel bir konsept belirledik. Yapmayı istediğim farklı şeyleri burada sonuna kadar yapabileceğimi söylediler. Girdiğim gün itibarıyla hayatımın hiçbir döneminde bir yerde bu kadar çok huzurlu olmamıştım. Orada çok ayrı bir dünya var. Bir sorun olduğunda konuşuruz ve çözeriz. Çok mutluyum.

Astroloji konusunda bir kariyer yapacağınız planlı mıydı?

Astrolojiyle 15 yaşından beri hobi olarak ilgileniyorum. Nasıl daha farklı bilgiler öğrenebilirim, işin derinine nasıl inebilirim diye düşündüm. 1999 yılı için 11-27 Ağustos tarihlerinde Türkiye’nin başında bir şey gelecek diyordum. 17 Ağustos depreminden sonra da artık bu konuya daha fazla eğilmem gerektiğini düşündüm. Oyunculuğu da çok seviyorum, onun yeri ayrı ama insanın hobisinden para kazanması da çok güzel.

Oyunculukta aradığınızı, umduğunuzu buldunuz mu, hayal kırıklıkları yaşadınız mı?

Valla hiç hayal kırıklığı yaşamadım. İlk olarak Mahallenin Muhtarları dizisiyle başlamıştım ve sonrasında da çok büyük oyuncularla iyi projelerde yer aldım. Hiç pişmanlığım da yok. Daha yapacak çok işim var.


Kariyer planlamanızda 5 yıl sonra kendinizi nerede bulmak istiyorsunuz, planınız var mı yoksa astroloji haritanızın işaret ettiklerine mi bakıyorsunuz?

Haritama göre belirli dönemlerde baktığım doğru ama hayatımı tam anlamıyla ona göre yönlendirmiyorum. Astrolojinin en sevdiğim yanı özgür iradeye sahip olması. Fal gibi değil. Fal da bir şey olacak denir. Astroloji, olma ihtimalini söyler ama yine de her şey sana bağlıdır. Bazı şeyleri artık hayatımda yoluna koydum. Hayatımın en güzel dönemlerinden birini yaşıyorum. Kendimi çok daha iyi tanıyorum. Hem astrolojiyle birlikte hem de yaşadığım ilişkilerle birlikte artık kendimin daha çok farkındayım. Eskiye nazaran çok daha iyi bir noktaya geleceğimi biliyorum. O yüzden bence önümüzdeki dönemler ve gelecek benim için daha önemli. Yani şimdiki Hande’den daha ileride, daha kendini geliştirmiş ve daha ön planda olan bir Hande’yi göreceğiz. Bunu hissediyorum.

“Başrolde oynamak için fedakarlık yapmak gerekir” demişsiniz, ‘her başrol yönetmenin yatağından geçer’ klişesi miydi kastettiğiniz?

Hiç öyle düşünmedim. Hayattan fedakarlık etmek gerekiyor. Şu anda bir sürü işi aynı anda götürebiliyorum. Eğer başrol oynasaydım hiçbirine vakit ayıramazdım, onun sorumluluğu çok ağır. Sağlığınıza, yatış saatinize, beslenmenize dikkat etmeniz gerekiyor. Haftanın 6 günü gecenin geç saatlerine kadar çalışılıyor. Ben de başrol oynamak istemiyor muyum? Elbette istiyorum ama ciddi anlamda fedakarlık istiyor. Beraber oldukları insanlara, ailelerine vakit ayıramıyorlar. Normal insanlar gibi yaşamıyorlar.

Güzelin her alanda şansı vardır ya, oyunculukta ya da medyada güzellik gerekli mi ya da tek başına yeterli mi?

Tek başına güzellik yeterli değil ama gerekli. Ekran önünde olanların belli bir estetiğe uyması gerekiyor. Çok şart mı? Hayır. Barbara Streisand bana kalırsa çok güzel değil ama gayet çekici ve oynadığı filmler çok tutuluyor.


Güzel olmanın başa dert olduğu gerçeği de var. Güzel olan ‘sadece güzel değil, akıllıyım da aynı zamanda’ deme derdine düşer mi sizce?

Güzelliğin de her zaman insanın başına dert getirdiğine inanırım. Bir adım öne geçiyorsunuz ama sonrasında bedeli ağır oluyor. Güzel insanlar çok fazla enerji çeker, nazar gibi… Güzel birine ister istemez bakarsınız ama herkes iyi niyetle bakmayabilir. Benim başıma gelmedi ama güzel olunca da ciddiye alınmayabiliyorsunuz. Hepimizin beyni var, hepimiz kendimizi geliştiriyoruz, okuyoruz ama bu noktada bazen güzellik kilitleyici olabiliyor. Medya için güzelliğin gerekli olduğuna inanıyorum ama diğer işler için ilk başta kapıyı açsa da sonra değişiyor.

‘Bir kadın başka kadın için süslenir, kadın kadının kurdudur’ denir, kadın kıskançlığı konusunda ne söylemek istersiniz?

Ben kadınları çok seviyorum. Hemcinslerime bayılıyorum. Aslında herkes böyle düşünebilse. O kadar çok farklıyız ve ince detayları düşünüyoruz ki… Hayatı kafamızda inanılmaz güzel planlayabiliyoruz. Sadece biraz daha birbirimize güvenmemiz gerekiyor. Ben güzel kadınları da seviyorum, iyi bir şey yaptıklarında da gurur duyuyorum.

Begüm Kütük’le çok yakın arkadaş olduğunuzu biliyoruz, Erdil Yaşaroğlu’yla tanıştığında sizden de onay almış, siz de ona fikrini sorar mısınız?

Begüm çok sevdiğim bir arkadaşım. Bu camiada da güvendiğim biri. Bunun için tahtaya bile vurmayacağım o kadar eminim çünkü dostluğumuzdan. Bir şey olduğunda onu arayıp “Biriyle çıkmaya başladım” diyerek muhakkak fikrini alırım. Bir araya geldiğimizde de ortamın elektriğine bakarım. Bu çok önemli. Arkadaşınız ya da sevdiğiniz insanların onayladığı biri ilişki daha sağlam ve uzun olur. Daha önce birlikte olduğum kişi en yakın arkadaşlarımla uyuşmamıştı. Aşıkken insanın gözü bir şey görmüyor. Belli bir noktadan sonra ilişki yıpranınca o eksileri siz de fark ediyorsunuz.

“İdeal bir eş olduğunu düşünmüyorum” demişsiniz, bütün erkekler defolu mu?

Erkekler değil, zaman öyle. Kadınlar ve erkekler sürekli koşturuyor ve çok hızlı bir hayat içindeyiz. Aldığımız hiçbir şey bizi tatmin etmiyor. Bugün bir şey alıyorsak ertesi günü başka bir şey istiyoruz. Sürekli tüketmek istiyoruz. Mesela annem-babam 32 yıl bir yastığa baş koymuş, uzun yıllara dayanan ilişkiler yok. ‘60’lı yaşlarda bile el eleyiz ve hâlâ yanımdasın’ hikayeleri kalmadı artık. Evlenen arkadaşlarım var ama bir de 7 yıl sonrasını görelim diyorum. Eskiden 15-20 yıldan sonra badireler atlatılırdı şimdi bu süre daha da kısaldı. İnancım kalmadı ama olmaz mı? Olur.

Evlilik ve çocuk düşünüyor musunuz?

Artık düşünüyorum. Şimdiye kadar evleneyim diye düşünmedim belki de haritamda geç evleneceğimi gördüğü içindir. (Gülüyor). Çocuk için henüz karar vermedim.

Evleneceğiniz kişini burcu önemli olur mu?

Hayır. En iyi anlaşan burçların bile bir müddet sonra birbirlerini yıpratarak hiç anlaşamadıklarını gördüm. Kendi ilişkilerimde de yaşadım o yüzden hiç fark etmez.

Akrep’le Boğa, Başak’la Balık iyi anlaşır gibi bilgilere inanalım mı? Ne kadar doğruluk payı var?

Gazetelerdeki 12 burca indirgersek onların doğruluğuna inanmıyorum. Astroloji haritalarını karşılaştırmak, Merkür, Venüs, Güneş gibi birtakım gezegenlerin hangi evlerde olduğuna ve açılarına bakmak gerekiyor. Belki ana burçlar uyuşmuyordur ama genel haritada çok güzel bir uyum olabilir. Bütün verilerin birbirini destekliyor olması lazım. Hiçbir zaman mükemmel bir astroloji haritası yok tabii ki.

Astroloji ekonomik kriz için ne söylüyor?

Dünya ve Türkiye için 2010 kritik bir yıl olacak. Ekonomik krizin hem olumlu hem de olumsuz dönemleri olacak. Geçen yıla göre biraz daha rahat geçeceğini söyleyebilirim. Ama bazı olaylar hem ekonomik hem de siyasi hayatımızı etkileyecek. Şu arada ekonomide bir canlanma, borsada yükselme olsa bile 24-26 Nisan dikkat edilmesi gereken günlerden biri. Mayıs ayında da adımlarımızı atarken dikkatli olmalıyız. Planlı davranmalıyız. Arkamızdan dönecek olaylara karşı hazırlıklı olmamız gerekiyor. Temmuz-Ağustos ayının ikinci yarısı daha da riskli olacak. 11 Temmuz’daki güneş tutulması özellikle ordu ve hükümetin ciddi anlamda çatışmasına neden olabilir.

2012 yılı için sizin yorumunuz nedir?

Dünyanın siyasi ve ekonomik dengesi o kadar çok değişecek ki insanlık artık ortak bir kader içinde bulunacak. Artık daha bilinçli olacağız. Daha çok yanımızdakini düşünmeye başlayacağız. Ülke olarak komşumu çok seviyorum diyoruz ama insanların başarısını da çok çekemeyen bir toplumuz. İşi kendimiz değiştirmekle başlayacağız. Çevremizi de tabii ki. Ortak bir kader birliğine inanacağız ve ondan sonra çok da güzel bir dönem gelecek. En kritik süreçler bu dönüşümlerin devam ettiği 2010 ve 2011yılları olacak. Dünyanın sonu gelecek diye bir senaryoya inanmıyorum.

ŞEVVAL SAM

BAZEN KAYBOLMAK İSTERİM

Ahmet Boyacıoğlu’nun yönettiği ‘Siyah Beyaz’ adlı filmde rol alan Şevval Sam, kariyeri ve gücü önemserken aynı zamanda da zayıflıkları olan bir karakteri canlandırıyor. Cuma günü vizyona giren filmde Tuncel Kurtiz, Nejat İşler, Erkan Can da rol alıyor.


Film vesilesiyle buluştuğumuz Şevval Sam’la sanki 40 yıldır tanışıyormuşuz gibi uzun süren çok keyifli bir söyleşi gerçekleştirdik. Şevval Sam bu arada yeni çıkaracağı arabesk albümünün de müjdesini verdi. Kimseye kısmet olmaz, bunu da herkese yapmam deyip çekirdek kadro arkadaş grubuna beni de dahil edip iki parçalık demosunu dinletti. Efkarlı kadınların vazgeçilmezi olacağı aşikar olan o bildiğimiz arabesk şarkılar Şevval Sam’ın dilinde bambaşka bir hale bürünmüş. Çok renkli, çok keyifli bir ruha sahip Sam’la hayata dair sohbet ettik.

‘Siyah-Beyaz’ filminiz ne anlatıyor?

Film yalnızlık teması üzerine kurulu olsa da aynı zamanda bir araya gelindiğinde bütünleşebilen bir dostluk hikayesi de anlatıyor. Bir aidiyet filmi. 25 yıldır Ankara’da var olmuş ve müdavimleri olan tam da bu hikayenin olduğu bir mekanın gerçek hikayesi.

Yalnız yaşayan ve hayata tutunmaya çalışan birini oynuyorsunuz, oynadığınız karakterin hikayesini sizden dinleyelim mi?

Kariyeri, gücü önemseyen aslında zayıflıkları da olan ve biraz maskülen bir karakteri oynuyorum. Aynı zamanda dostlarına düşkün ve kendini o mekanda daha güvende hisseden bir kadını. Bağımsızlığına düşkün tam da Siyah-Beyaz Bar’ın kadın profili.

Oynadığınız karakterin sizin hayatınızla örtüşen yanları var mı?

Öyle ihtirasları olan ve çok fazla aidiyet peşinde koşan biri değilim. Yalnızlığı severim ve yalnızlığa da ihtiyaç duyarım. İnsansız yaşayamam diye bir şey yok benim için.

Hep gitmeyi sevdiğiniz mekanlar var mıdır?

Çok sosyal biri olmadığım için sürekli takıldığım yerler yok. Ama aidiyet hissettiğim mekanlar var. Demeti Restoran mesela kendimi iyi hissettiğim bir mekan. Sahibi Demet’le birlikte kurduk belki bunun da bir etkisi vardır. Daha çok sevdiğim birkaç kişinin yanında kendimi çok iyi hissediyorum. Bazen aynı insanları görmek yorar beni ve kaybolmak isterim. Özellikle yurt dışına gittiğim zaman orada kaybolmayı seviyorum.

Neden kaybolmak istiyorsunuz? Ünlü olmanın da getirdiği bir kaybolma isteği mi?

Terapi gibi bir şey. Sokaklarda yeni bir şeyler, farklı insan yüzleri görmek ve farklı enerjilerle karşılaşmak iyi gelebiliyor insana. Hep aynı şeyleri görmek bir alışkanlık ve bir ezber yaratıyor. Sadece tanınmakla ilgili değil. Bazen bir Türk’le oralarda karşılaşmak iyi olabiliyor çünkü fazla kaybolduğunuzda da güvende hissediyorsunuz.

SORUNLARIMI KENDİM ÇÖZERİM

Yeni insanlarla tanışmayı sever misiniz?

Hayatıma yeni insan almaktan hoşlanmıyorum. Belki genç kızlıkta enerjik oluyorsunuz ve insanlarla haşır neşir olmak daha enteresan geliyor ama belli bir yaştan sonra yeni birilerini tanımak istemiyorsunuz. Yeni insanlara kendimi anlatmak duygusu yorucu geliyor. 15-23 yıl süren çekirdek kadro bir arkadaş grubum var. Bazen insanın kendine bile yalan söylediği zaman arkadaşının bunu yüzlemesi çok iyi oluyor. Bazen birbirimizi bu kadar iyi tanımak da iyi bir şey değil diyorum. (gülüyor) Aslında sırtınızı dayadığınız sağlam bir duvar. Bu işte benim için aile duygusu ya da yuva duygusu.

Çok üzgün olduğunuzda sizi kim rahatlatır? Ana kucağı mı, sevgilinin omzu mu?

Çok komik aslında… Çok üzüntülü hissettiğimde, kimsenin yardım edemeyeceğini düşünürsem kesinlikle yalnız olmayı tercih ederim. Kendimi göstermem hiçbir arkadaşıma.

Kedi gibi…

Biraz kedi gibi galiba, evet. Çünkü onlara o çaresizlik duygusunu yüklemek istemem. Bu anlamda pratiğimdir, güçlü bir bakış açım vardır ve sorunlarımı kendim çözerim. Onların bana üzüntüyle bakıyor olması üzüntümü ikiye katlar. Çok uzun sıkıntılı geçen süreçlerim olmuştur ve ortadan kaybolmuşumdur. (Gülerek anlatıyor). O çete de bir araya gelip “Şevval için ne yapabiliriz” toplantısı da yapmıştır. Fakat çözümü bendeyse kimseyi dahil etmem. Bir yorgunluktan dolayı bir patlama, deli gibi ağlama krizleri olursa ilk etapta anneme giderim. Annem yoksa da çete grubumuzdan birine mutlaka patlarım. Hemen hemen hepsine en az bir kere patlamışımdır yani.

Ablanız Şehnaz Sam’la aranız nasıldır? Hanginiz çocuksu, hanginiz daha ciddidir?

Ona çok özenirdim ve hep taklit etmeye çalışırdım. O da çok sıkılırdı. Aramız iyidir. O daha ciddi, ben biraz daha çocuksuyumdur. O daha kuralcı, ben biraz daha hovardayımdır. Daha rahat bakan ve daha toleranslı biriyim nispeten. Farklı karakterler olsak ve geçmişte çok çatışmış olsak da ortak noktalarımız var. Annemin çalıştığı dönemlerde ablamın çok emeği vardır üzerimde. Bana annelik de yapmıştır.


KLASİK ANNE FORMATINDA DEĞİLİM

Babasız çocukluk geçirmişsiniz , dezavantajı oldu mu hiç?

Genç kızlığımda bunun dezavantajını yaşadım. Kız çocuğu olarak baba nosyonunun karşılığı biraz daha belirgin olmak durumunda. Olmadığında ilişkilerinize yansıyan bocalama yaşıyorsunuz. Birtakım hatalarınız olabiliyor ama bunlar da çok öğretici oluyor. Yaşadığım her iyi ya da kötü güne teşekkür ediyorum gerçekten.

Çocuğunuzu yalnız büyüten kadınlardansınız, eşten boşanınca erkekler çocuğu da boşar ya, sizde durum nasıl?

Yalnız sayılmam. Çünkü Metin (Tekin) hep Tarık Emir’in başındaydı. Hep birbirimize yakın oturduk. Aramızda ‘sadece hafta sonları çocuğu göreceksin’ gibi şeyler olmadı. Hiçbir zaman kopukluk yaşamadık. Metin son derece sorumluluk sahibi ve çok sevgi doludur. İkimiz de zaman içinde egolarımızdan kurtulduk. Şimdi birlikte gülebiliyoruz. İkimiz de hatamızla, günahımızla çocuğumuzun annesi ve babasıyız.

Özgür ve yalnız yaşayan bir kadınsınız genelde babalara hak tanınır ama bir çocuk için anne hep ‘anne’dir ya, özel hayatınıza karışır mı ya da basında çıkan haberlere tepki gösterir mi?

Basına çıkmıyorum zaten. Yaptığım işin insanlardaki karşılığı iyi olduğu için benimle her zaman gurur duyduğunu gözlemledim. Bir hayranlık durumu var ve bu da çok güzel bir şey. Tarık Emir’le aramız gayet iyidir. İyi bir anne oğuluz. İyi arkadaşız aynı zamanda. Ben öyle çamaşır yıkayan, yemek pişiren klasik anne formatında değilim. Hayatta ihtiyacı olan bazı kriterlere ya da sistemlere dair belli bir birikimim var ve o birikimden mümkün mertebe yararlandırmaya çalışıyorum.

Eşinize küçükken “büyüyünce seninle evleneceğim” dediğiniz doğru mu?

Seninle evleneceğim demedim de, 11 yaşındayken evin içinde “Metin’le evleneceğim” derdim. 12 yaşında tanıştık ve ona “evlenmeyi düşünüyor musun” diye sordum, o da “düşünmüyorum” deyince “peki, o zaman” demiştim. Birkaç sene sonra da evlendik. Belki karmik bir şeydir, bilmiyorum. 11 yaşında bir çocuğun yapacağım dediği şeyi yapması ilginç. Hayatımda koyduğum hiçbir hedefe bu kadar kolay yaklaşmamıştım. (kahkahalar)… Mutlaka bir sebebi vardır. Çocuk yaştaydım keşke biraz daha olgunlaşabilseydim. Onları yaşadığım için bugünkü aklım var. Yaşamasaydım da bugünkü aklım olmazdı aslında.

“AŞK MUTLU OLMAK İÇİNDİR”

Hayatın en çok hangi alanında takılıp kalırsınız ya da tekrarladığınız hatalar var mıdır? Aşk, iş, aile…

Aynı hataları yaptığım dönemler de oldu. Bunu sürekli yapıyorsam kararlarımla ilgilidir diye düşündüm ve bakış açımı değiştirdim. Özellikle kadın, erkek ilişkileriyle ilgili çok ciddi bir değişim geçirdim. Bedellerini de ödedim tabii. O sıkıntıları çektiğim dönemde insan hani baskı altında daha yaratıcı olur ya, budadığınız bir ağaçtan 5-6 dal daha çıkarır, ben de budanmış hissettiğim yerden 5-10dal çıkararak aynı anda kendi kişiliğimle, tekamülümle, ailemle, ilişkilerimle, işimle, hayatta karşı duruşumla ilgili bir sürü yerden yeni dallar verdim. Yaşamadan göremeyeceğim hatalardı. Hayat çok zor değil aslında. Biraz insanın kendi dışına çıkıp bakabilmesi önemli. Acıyı da karşınıza alıp bakmak da faydalı olabilir. Belki de ona bakma cesaretini gösterdim. Kendimi kanırttım, deştim, dibine kadar meselelerin ve çözdüm yani. ‘Acısız aşk olmaz, mutlu aşk yoktur’ gibi söylemlerle büyüdük. Budha felsefesinde ‘Aşk mutlu olmak içindir’ diye bir söz okumuştum. Bu hayatımı değiştiren cümlelerden biridir. Tabii “aşk mutlu olmak içindir” dedim ya! Acı çekeceksem o bir hastalık olur dedim. Şimdi bana acı verecek, beni incitecek, bana kötü davranacak bir, aşkın, dostluğun, işin hayatımda yeri yok.

Mutluluğu ne de bulursunuz? Azda mı, çokta mı?

Ruh ve beden sağlığım yerindeyse her yerde mutluluğu bulabilirim. Hâlâ bahar dallarını görünce ayaklarım yerden kesilir. Mesela mutsuz sonlu filmleri bile seyredemem. Mutluluğu kovalarım. Acılarla ve kavgayla beslenen biri kesinlikle değilim. Huzuru seviyorum... Aşkı seviyorum... Keyifli ortamı, muhabbeti seviyorum... Mutluluk benim için bağımlılık yaratıcı bir şey.

Peki, bu hayatın size verdiği en büyük hediye nedir?

Sağlıklıyım ve sağlığım bana verilmiş en büyük hediye. Farkındalığım da bana en büyük verilmiş hediye. Böyle olunca çocuğunuzun, hayatınızdaki iyi ve kötü anların kıymetini biliyorsunuz. Sevdiklerinizin, yaşanan anların… Varlıklarınızın, yokluklarınızın… Kendinizin farkına varıp sorunları çözebiliyorsanız bundan daha büyük hediye ne olabilir ki?

UZUN VADEDE TOPLU ÖLÜMLER OLACAK!

Nükleer Santral’e karşı yapılan kampanyada yer almıştınız…

Nükleer Santral’e dair çok fazla bilgisi yok insanların. Enerji olmazsa lap toplarını kullanamayacaklar, iletişim kuramayacaklar, arabaları çalışmayacak ve play station oynayamayacaklar diye düşünüyorlar. Uzun vadede başlarına gelebileceklerini düşünmüyorlar ve ‘benden sonra tufan’ diyorlar. Kampanya için çekilen görüntülerdeki gibi yüzlerde yaralar patlamayacak ama uzun vadede insanların DNA’larında çok ciddi deformasyonlar ve toplu ölümler olacak!

DÜNYAYI CEZAEVİ GİBİ GÖRÜYORUM

Radyasyonlu çayların da hâlâ etkisi sürüyor değil mi?

Kansere bakın, nasıl arttı. Sivilce çıkarır gibi insanlar kanser oluyor. Kazım Koyucu niye öldü? Gözümüzün içine baka baka içtiler çayları. Radyasyon öyle kolay kolay yok olan bir şey değil ki. Biz tabiatın sahibi değiliz ki! Dünyada insan olmasa zaten sistem tıkır tıkır işliyor. Hiçbir şey yapmayıp insanoğlunun şu dünyadan temizlenmesini hızlandırmak mı gerekiyor diye de çelişkiye düşüyorum. Bu dünyaya zarar veren tek canlı insan, başka hiçbir şey değil.

Ya da sadece bizim gibi düşünenler kalsın…

Ben de temizlenmeye razıyım. Derdim değil. Dünyayı cezaevi gibi görüyorum. Aslında bu bedende hapisiz. Koskoca bir atmosfer var ve ne kadar nefes aldığımız belli. Cezaevindeyiz işte. Niye hep dört kare tamamlanmıyor, niye hep bir yerlerde eksiklik var. Niye üç bacaklı oluyor masalar hayatımızda. Niye hep bir yerden gülsek, bir yerden ağlıyoruz.

Bazen intihar edenleri de anlıyorum…

Alkolik olanları da anlıyorum. Alkolik diye kınıyorlar ama meselelere o kadar çok dertleniyorlar ve o kadar duyarlı oluyorlar ki. Herkes o kadar güçlü olamıyor. Bu kadar çile, bu kadar travma çok küçük yaşlardan başlıyor. Kimse mükemmel değil. Mükemmel olmayan anne, babaların sorunlu çocukları ve onların halletmesi gereken tekamül süreçleri… Cennet ve cehennem başka bir yerde değil ki. Şu yaşadığımız dünyada. Sakat ruhlar silsilesiyiz. Sağlıklı görünen bir ruhta bile halledilmesi gereken bir mesele ortaya çıkıyor ve hayat boyu onu çözene kadar takip ediyor. Bu sadece bu bedende öğrenebileceğimiz bir deneyim olduğu için bu dünyaya hapis olarak geldik.

MAGAZİNLE BARIŞAMADIM

Nejat İşler’le bir dönem ilişkiniz vardı ve bu filmde de birlikte çalıştınız. Bir araya gelince neler hissettiniz?

Ne yaşanırsa yaşansın Nejat ruhunu çok iyi tanıdığım, kalbini çok iyi bildiğim biri. Onu bütün bu sürecin haricinde insan olarak çok severim. Aynı zamanda da mesleki olarak çok takdir ettiğim biri. Hayatta sevdiğim figürlerden biri. Çalışırken de insan öyle bir şey düşünmüyor işin açıkçası. Orada artık ben değil, Ayten karakteri oluyor. Farklı bir şey, öyle bir şey yok.

“Çok tatlı bir aşık olurum” demişsiniz bir söyleşide, ağzınızdan bal mı damlar? Ne olur size?

Tatlı bir aşığım mı?

Evet, hatta eğer erkeğim tüylerini almasın, parfüm kullanmasın gibi şeyler okumuştum…

(Kahkahayla gülüyor)… Çok saçma olmuştu, şimdi hatırladım. Geri dönüşüm üzerine çevre konusuyla ilgili bir röportajdı. İkinci el giyinmem, kağıtları ayrı toplamam gibi tabiata dair şeyler konuşmuştuk. O zaman ilişkilerde de doğallıktan hoşlanıyorsunuz deyince ben de “Karşı cinste de doğallığı severim, çok aynaya bakan, kıllarını kesenler değil” gibi şekilci değilimdir anlamına gelen bir örnekti. İnsan korkuyor böyle bir şey söylemeye. Olay bir anda ‘ben erkeğimi şöyle isterim’ gibi bir şeye dönüşüyor. Bunu başlık atmalarına çok bozulmuştum. Magazinle bu yüzden barışamadım ve çok fazla röportaj yapmıyorum. Sizinle de hayata dair sohbet ettik. Hazırlıklı gelmişsiniz. Keyifli bir sohbet oldu mesela. Bir ara “Siz şimdi ne yapıyorsunuz” diye başlayan sorular oluyordu…

17 Nisan 2010 Cumartesi

ALİ SUNAL

‘İkinin Biri’, ‘Komik Para’, ‘Karmakarışık’ adlı oyunlarda rol alan Ali Sunal, şimdi de ‘Talimhane Tiyatrosu’nda ‘Medya Maymunları’ oyununda oynuyor. ‘Haber özgürlüğü mü?’, ‘Özel hayat mı?’, ‘Basın özgürlüğü özel yaşamı taciz etmekten mi geçiyor?’ sorularına cevap arayan oyunda Sunal, televizyon dünyasından ünlü bir şovmeni, Mesut karakterini canlandırıyor. Yönetmenliğini Mehmet Ergen’in yaptığı oyunda Ece Uslu ve Somer Karvan da yer alıyor.


Ali Sunal işletme mezunu olsa da ortaokul sıralarında tiyatroya gönül verenlerden. Babasına eşlik etmek üzere ‘Propaganda’ filminin setine giden Sunal filmin yönetmeni Sinan Çetin’den ilk teklifini almış. Böylece bu filmde babası Kemal Sunal’la birlikte ilk profesyonel deneyimini yaşamış. Bundan sonra Ali Sunal, oyunculuk yolunda emin adımlarla ilerleyerek hem tiyatro hem de dizi setlerinde oyunculuk kariyerine devam etmiş. ‘Benim Annem Bir Melek’ dizisi ve ‘Medya Maymunları’ adlı tiyatro oyununda oynayan Ali Sunal’la biz de ‘medya maymunlarını’, paparazzileri, hakkında çıkan dedikoduları ve evlilik hakkındaki düşüncelerini konuştuk.


‘Medya Maymunları’ adlı oyununuzun konusu nedir?

Türkiye’nin çok ünlü şovmenine bir bankanın yöneticileri teklif sunuyor. Ünlü şovmen Mesut’un kafası karışsa da bu cazip teklifi kabul ediyor. Oyun böyle başlıyor. Sonra çok karışıyor işler ve seyirciyi sürprizler bekliyor. Bir kısım medya yani paparazzi dediğimiz ve bu işi yaparken her yol mubah diyen magazinci arkadaşlarımız, ünlülere sanatçı diyoruz ya, o ünlüler, ünlü olmak için her şeyi yapanlar ve merak edip seyredenler üçgeni arasında geçiyor. Bu haberler seyredilmeli mi, merak edilecek bir şey mi, insanların hayatına bu kadar girilmeli mi, şöhret için her şey feda edilir mi, bu işin etiği yok mudur ve her ünlü örnek olmalı mıdır konularına parmak basıyor. Hep merak edilen ‘nerede, kimle’ sorularının arka planını ve haber oraya gelene kadar neler olduğunu gösteriyoruz.

Karakteri yaratırken tanıdığımız şovmenlerden örnek aldınız mı?

Orijinal birini çıkarmaya çalıştık. Oraya tanıdık birini koysaydık, yazık ederdik. Oyunu seyrederseniz ne demek istediğimi anlarsınız.

Medya Maymunları ‘sanatçı’ dediğiniz ünlüler mi yoksa herkes mi?

Bence hepsi. Ben mesela düzgün durmaya çalışıyorum. Tavrımı koruyorum ve belli bir saygı içinde işimi yapıyorum. Siz de bahsettiğim paparazziler gibi yaklaşmıyorsunuz düzgün yapmaya çalışıyorsunuz işinizi ama biz de bu çarkın birer parçasıyız. Uslu maymun, yaramaz maymun yok mu? Gerçekten öyle bir düzen oluşmuş ki bizler bu işe başlayana kadar adamın biri İngilizce yazmış bu oyunu ama uyarladığımızda çok da zorlanmadık. Sistem böyle.

DÖVMESEM DE DÖVDÜ DİYORLAR

Gerçekten dedikodu ve merak etme dürtüsünün bir büyüsü var değil mi?

Hiç ilgilenmeseniz bile o magazin sayfalarını açtığınızda kendinizi tutamayıp okuyorsunuz. Üstelik içinde olmanıza rağmen... Bunu çok kuvvetli akan bir nehre benzetiyorum. İyi yüzme biliyorsanız suyun üzerinde kalıyorsunuz, düzene göre oynayamıyorsanız da batıp gidiyorsunuz. Birileri düzgün duruyor birileri ise bu sisteme adapte olup her şeyini veriyor. Ama düzen bu. Bizler de, seyredenler de bu düzene uyup bunun maymunu oluyoruz.

Hepimiz maymunuz yani…

Bence öyle. Hepimiz zamanı geldiğinde maymunluk yapıyoruz. Kimseyi ayıplamıyorum ama bazıları ancak öyle ünlü olabiliyor. Hakikaten basını öyle kullanıyorlar. Zaten magazinci arkadaşlar da bu yüzden şaşırıyor. Herkesi onlar gibi ve kendilerine muhtaç zannediyorlar. Evet, bizim onlara ihtiyacımız olduğu zamanlar var, onların da bize. Ünlü olmak için her şeyi yapan insanları ayıplamıyorum bunu akıllıca kullanıyorlar. Ama bunu ayırt edebilirsek şahane olur.

Müjde Ar’ın programına katıldığınızda porno film meselesi ve gizlice evlendiğiniz yolundaki haberler gündemi bayağı meşgul etmişti…

Kanada da çok fazla porno film izlendiğine dair bir haberden söz edilmişti. Ben de “aramızda da porno film izleyen iyi çocuklar da vardır belki” deyince bütün seyirci çok gülmüştü. Çok güzel ve ince bir espri yapmıştım ama basın onu alıp başka bir şey yaptı. İyi orta geldi, kafayı vurdum gol oldu durumu yani. Evlilik meselesini yazan arkadaşlara “nişanı kaçırdık, düğünü haber verin de biz de gelelim” demiştim. Doğru olsa biz de çıkıp söyleriz. Niye saklayalım ki? Bir keresinde de gazeteci dövdü diye haberim çıktı. Bir mekanda arkadaşlarla yedik, içtik, eğlendik. Basının içeride görüntü almasına da izin verilmişti Çıkışta da alkollü bir paparazzi vardı. Şimdi sadece sanatçı kısmı alkollü diye biliniyor ya, karşımdaki zurna gibiydi. Güya gazeteci! Gecenin bir yarısı olmuş hâlâ “çekeyim” diyor. Çok yorulduk, içeride yeterince çektiniz, gidelim artık dedik. Karşılığında ağza alınmayacak küfür etti. Çok sinirlendim ama durdurdum kendimi. Bu adalet midir? Fona müzik koyuyor ve ‘ünlü oyuncu kendisine yakışmayan hareketler yaptı’ diye anons ediyorlar. Halbuki görüntünün orijinal sesini açsa gerçek ortaya çıkacak. Orada kendimi nasıl tuttuğumu bilmiyorum. Kendimi tutmanın mükafatı dövdü diye çıktı. O zaman hakikaten dövmek lazım. Dövsem de dövdü diyecekler, dövmesem de.

Kendinizi bu tür haberlere karşı nasıl koruyorsunuz?

Korumuyorum. Korurken daha çok üzülüyordum, daha çok malzeme oluyordum. Hiç ilgilenmiyorum ve kale almıyorum. Cevap vermeyince de kendiliğinden yok olup gidiyor. Bu tür haberleri yapanlar da inandırıcılığını kaybetti. Bu haberler yapıldı, yapılıyor, yapılacak da. Bunu bilerek yaşamak daha kolay geliyor insana.

KORKULARIMI YENMEYE ÇALIŞIYORUM

İlk kez tiyatro sahnesine çıktığınızda nasıl hissetmiştiniz?

İlk kez Çolpan İlhan aramıştı bir oyun için. Ona daha çok erken dediğimde, “benden daha mı iyi bileceksin” deyince kalakalmıştım. Bana da hazırlanıp gitmek düşmüştü. Prömiyerden önceki akşam bayıldım. Bir gün önce her türlü hastalığı geçirdim zaten. Sahneye çıkacağım gün öleceğim sandım sanki kalbim duracak gibiydi. Sahneye çıktım, seyirci, ışıklar… Oynamam gereken karakterin içine girmiştim. Öyle büyülü bir yer ki orası. İnanılmaz. Bungie jumping yaparlar, uçaktan atlarlar ama bunun tarifi yok. Uçaktan atlamadım, bungie jumping yaptım ama sahnede başka türlü hissediyorsunuz.

Peki, hiç korkularınız var mıdır?

Korkularımı yenmeye çalışıyorum. Karanlıktan çok korkarım. Bir de yalnızlıktan. Tek başıma kalamam. Burası çok kalabalık olsun, tek başıma ya da samimi olmadığım insanlarla oturuyor olayım müthiş rahatsız olurum. Kendimi acayip kötü hissederim. Kendi başıma kalmaya ve karanlıkta uyumaya çalıyorum. Tek başıma sinemaya gidiyorum. Babamı uçakta kaybettiğim için bir dönem uçağa binmek zor oldu. Havaalanına gidip 4-5saat vakit geçirirdim, bunu yapa yapa yenmek zorunda kaldım. İyi ki de yenmişim. Korkuların üzerine gitmek gerekiyor.

Her fırsatta şaka yapabilecek esprili birine benziyorsunuz, siz nasıl tarif edersiniz kendinizi?

Şaka yaparım ama ciddi yaparım. Karşımdakinin esprilerimi anlaması için beni tanıması lazım. Söylediğim şeyi ciddiye de alabilirsiniz, çok da gülebilirsiniz. Fazla konuşmayı sevmem. Çok konuşan adamdan da hoşlanmam. Erkek erkek gibi durmalı. Her dakika espri yapan adamdan hoşlanmam. Onun dışında sohbet etmeyi severim. Uyumayı sevmem. Vakit kaybı gibi gelir bana. Bir de her şeyi çok ciddiye alırım. Özellikle bir görev verildiyse gereğinden fazla ciddiye alırım. Onu da yogalarla, yürüyüşlerle, nefes alma teknikleriyle halletmeye çalışıyoruz.

Bugün 1 Nisan!

Şakadan hoşlanmam baştan söyleyeyim. Kahkahalar…

Biz de nikah memuru çağırdık birazdan gelir…

Bu işi de böylece halletmiş oluruz. Bir yük kalkar üzerimden. Kahkahalar… Onu işte arkadaşlar karar veriyor, bakalım… Arada yurt dışında gizlice evlendiler diye haberler çıkıyor. İnsan evliliğini saklar mı? İnsan utanacağı evlilik yapar mı? Allah korusun.

Herkes evlenip evlenmeyeceğinizi merak ediyor, ben de sorayım…

Bakacağız. Uygun zamanda, içimizden geldiğinde... Herhalde onun bir zamanı var, bilmiyorum. Daha önce evlenmedim, teklif de etmedim. Bir anda olacak gibi geliyor bana.

“Annem hep hayatımda olacaktır, evleneceğim kişi de bunu kayıtsız şartsız kabul edecektir” demişsiniz, bu gelin adayı için sıkıcı değil mi?

Annem hep olacaktır, gelin de bunu kabul edecektir gibi bir şey asla demedim. Anneme ve aileme yakın olmak isterim. Çünkü o ailenin de reisi benim. Hayatımda her zaman olacaklar. Hem o ailenin hem de kendi kuracağım ailenin de erkeği benim dolayısıyla hayatımdaki bu kişiler de benim için hayatı daha da kolaylaştırırsa daha iyi olur tabii.

Bunun üzerinizde yarattığı bir baskı olmuyor mu? Genelde erkekler hep bir sorumluluk almak, güçlü olmak, korumak, kollamak zorunda kalıyor…

O yüzden dul kadın daha fazla… Erkekler önce gidiyor çünkü. Gülmeler… Erkek için böyle şeyler yükleniyor. Sorumluluk almak, liderlik, aile reisi olmak hoşuma gidiyor. Yanımdaki insanları kollamayı ve sorumluluğunu almayı çok severim.


BABAM EN İYİ DOSTUMDU

Babanız hayatta olsaydı ona ne söylemek isterdiniz ya da hangi konuda danışmak isterdiniz?

Benim en iyi dostumdu. Her şeyi konuşurduk. En çok bakmak, görmek, dokunmak ve sarılmak isterdim. Bu duygular çok yoğun bende. Aradan 10 sene geçmiş, fark ettim ki en büyük ihtiyacım dokunmak. Sıcaklığını hissetmeyi çok isterim.

Zaman bu acıyı azaltıyor mu?

Sadece o acıyla yaşamayı öğreniyorsunuz. Olgunlaşıyorsunuz. Hayata karşı daha güçlü ve daha nasırlaşmış oluyorsunuz. Kaybetmeyi öğrenince kaybetmekten de korkmuyorsunuz.

BESTE BEREKET

AŞK ENGEL TANIMAMALI


‘Türev’ filmiyle aldığı Altın Portakal Ödülü’nün ardından adından övgüyle söz ettiren Beste Bereket, ‘Anadolu Kaplanı’, ‘Sessiz Fırtına’, ‘Parmaklıklar Ardında’ gibi projelerden sonra şimdi de Halide Edip Adıvar’ın romanından uyarlanan ‘Kalp Ağrısı’ dizisinde oynuyor. Başarı merdivenini hızla tırmanan yetenekli oyuncuyla dizinin konusundan yola çıkarak en yakın arkadaşın sevdiğine aşık olmak, aşkta feda ve kâr etmek üzerine başlayan sohbetimiz farklı konularda devam etti.


Beste Bereket oldukça heyecanlı, hızlı hızlı konuşan biri. Zaten kendisi de çocukluğunda hiperaktivite teşhisi konduğunu ama şu sıralar sakinleştiğini söylüyor. Oyunculuğun kendisini tedavi ettiğini anlatan Bereket, “Bu duyguyu hiçbir insanla, hiçbir yerde ve hiçbir olayda yaşamadım o yüzden oyunculuk benim için vazgeçilmez” diyor.



‘Kalp Ağrısı’nın hikayesini anlatır mısın?

Hikayede karakter çocukluk arkadaşının âşık olduğu adama çok ciddi bir çekim hissediyor. Roman aslında fedakarlık üzerine kurulu; arkadaşı ve onu daha çok seven insanlar uğruna hayatı boyunca bir kere elde etme şansı olduğu bir aşktan vazgeçiyor. Çok içsel bir hikaye. Romandaki hikaye kavuşulan bir âşkı ya da bir ihaneti anlatmıyor. Romanda zaten bu aşk hiç gerçekleşmiyor. Belki aralarında bir şey olsaydı bu kadar şiddetli bir kalp ağrısı yaşamazlardı.


Zeyno’nun hikayesi nasıl?

Günümüze uyarlanmış halinde Zeyno karakteri ayakları yere basan, mesleği olan, çalışkan, işinde başarılı biri. Annesini çok küçük yaşta kaybetmiş ve babası büyütmüş. Çok iyi anlaştığı 5 yıllık bir nişanlısı var. Zeyno hayatında tutkunun ve aşkın çok önemli olmadığına inanıyor. Onun için iyi anlaşmak ve birlikte güzel vakit geçirmek daha önemli. Duygu olarak yükseklerde gezinmeye gerek olmadığını düşünüyor.


Zeyno karakteri “yükseklerde gezinmeye gerek yok” diyor ama fena halde aşka tosluyor…

Karşılıklı bir kimyasal çarpışma durumu oluyor. Zeyno âşık olacağı adamla ilk karşılaştığında onun en yakın arkadaşının beğendiği çocuk olduğunu bilmiyor. Eğer bilseydi zaten başına böyle bir şey gelmezdi. Gelse bile hiçbir şekilde kalp ağrısına dönüşmezdi bu. İlk anda bu kadar çok yüksek duygular hissetmesinin sebebi onun kim olduğunu bilmemesiydi.


‘Arkadaşımın aşkısın’ durumuna bakışın nedir?

Aslında hikaye arkadaşımın aşkından ziyade çift taraflı bir şey. Yani hem arkadaşına hem çok sevdiği ve canı olan nişanlısına bunu yapamaz.


Zeyno böyle diyor, peki, Beste Bereket bu duruma ne der?

O kadar güçlü ve önünde durulamaz bir duygu olduğunda hayat bu, belli olmaz diyorum. Mantıken tasvip etmiyorum ama işte mantıken… Şahit olduğum böyle hikayeler var. Bu duygu ancak başına gelince bilinebilecek bir şey. Gerisi hariçten gazel okumak olur. Büyük konuşmak istemem. Zeyno asla böyle bir şey olmaz diyen bir karakter ve onun başına geliyorsa bizim de başımıza gelir diye düşünüyorum.


Aşk engel tanır mı?

Tanımamalı. Tanırsa da içten pazarlıklı başka bir durum olur. İnsanlar tamamen kendini bırakmamış olur aşk engel tanırsa. Ama tanımasa daha iyi olur bence. Tanımasın.


Zeyno bu ilişkide aşkından vazgeçip feda mı edecek yoksa aşkını dilediğince yaşayıp kâr mı edecek?

Romanın ana ekseninden çıkmıyoruz o yüzden bu bir fedakarlık hikayesi. Bence fedakarlık edecek. ‘Her şeyi bırakırım, bu adamla da giderim sonuna kadar’ gibi bir durumu olmayacak maalesef.


Bu hayatta en çok nelerden ve kimlerden vazgeçmezsin?

Tabii ki ailemden hiçbir şekilde vazgeçmem. Ailem gibi hissettiğim çok yakın arkadaşlarım var, onlardan da vazgeçmem. Mutlu olduğum bir işi yapıyorum. Bence ailemden sonraki en büyük şansım oyunculuk. Ondan da vazgeçmem.


İlk kez sahneye ve kamera önüne çıkışın nasıldı?

Kamerada biraz daha rahattım. Şanslıyım ki, çok iyi yönetmenlerle çalıştım. Oyuncuları çok güzel idare eden ve olması gerektiği noktaya taşıyabilen yönetmenlerdi. Ama tiyatro sahnesine ilk çıktığımda her şeyi ve herkesi buğulu gördüğümü hatırlıyorum. Gerçekten gözüm kararmış ve ayaklarım titremişti. Geçen sene de iki oyun oynamıştım ve her oyunda zaten bu duyguları yaşıyordum. İnsanlar herhalde kalbimin atışını görüyordur diye düşünüyordum. Sahne üzerinde müthiş bir şey oluyor. Tabii acayip ve geçmeyen bir şeyden de söz etmiyorum. O yüzden bu işi yapmak beni mutlu ediyor. Bu duyguyu başka hiçbir yerde yaşamadım şimdiye kadar. Hiçbir insanla, hiçbir yerde ve hiçbir olayda… O yüzden o vazgeçilemez bir şey.


Bir yönetmenin sınırı ne olmalı, oyuncuya nereye kadar müdahale etmeli?

Oyuncu elinden gelen en fazla şeyi yapmalıdır. Yönetmen de onu kesmesi gereken yeri zaten tayin eder. Sonuçta bir şey izlerken yönetmenin gözünden yarattığı dünyaya bakıyoruz. Biri, benim iki saatlik bir filmim var, gelin kafamın içine girin ve benim gözümden seyredin diyor. Bu çok özel ve başka hiçbir alanda yapılamayan bir şey bence. O dünyayı ve atmosferi kurmak… Sadece yönetmenin istediği şeyi de yapmak değil, orta bir yerde buluşmak gerekiyor. Ben bu anlamda hep şanslıydım.


Beni zorlayan yönetmenlerle çalışmak isterim demişsin…

Zeki Demirkubuz, Reha Erdem, Nuri Bilge Ceylan, Ferzan Özpetek hep çalışmayı istediğim yönetmenler. Benim için çok özeller. Ödül aldığım ‘Türev’ filminin jürisinde bulunmuşlardı. Ferzan Özpetek jüri başkanıydı. Normalde hayran olduğum insanların o yıl jüride olması çok önemliydi ve hayatımızda bir dönüm noktası oldu.


Türev filmiyle aldığın ödülü Vildan Atasever’le paylaşmıştınız, tek başıma alsaydım diye düşünmüş müydün?

Vildan’ı ve Feride Çetin’i ‘İki Genç Kız’da izleyip bayılmıştım. Jüri “en çok kadın oyuncularda çok zorlandık. Çünkü hepsi çok güçlü adaylardı” demişti. Erkek oyuncu çok fazladır ve kadın oyuncular bir tık daha geride kalır Türk sinemasında. O yüzden aksine güzel bir şeydi. Düşünsenize jüri seçmek de zorlanıyor ve iki kişiye birden ödül veriyor. Çok güzel bir şey.


Sevdiğim insanlardan öce ölmek isterim demişsin, biraz bencilsin diyebilir miyiz?

Bencil olabilirim, evet. Nedense çocukluğumdan beri aklımdan geçen bir düşünce. Söylediğim çok afaki bir şey ama böyle hissediyorum.


Ölümden korkar mısın?

Uykuda öleyim diye dua ederim hep. Zaten insanın en büyük acizliği bu değil mi? Sürekli büyük başarılar ve hırslar peşinde koşuyoruz ama kurbanlık koyundan bir farkımız yok. Onların kesileceği gün belli ama bizim bayramımız ne zaman olur, bilmiyoruz. Bazı şeylere çok üzülüyoruz, sıkıntı yapıyoruz ama böyle durumlarda yakınımızdakine bir şey olduğunda “bak ölümlü dünya, değmezmiş” diyoruz. Ölüm korkusuyla 24 saat yaşıyor olsaydık, sürekli duvara bakıp ne zaman öleceğiz diye beklerdik.


Bu işi yapanların kompleksiz olduğuna inanmadığını söylüyorsun ve ego da komplekstir diyorsun, bunu biraz açar mısın?

Sahneye çıkıp birilerinin onu alkışlamasını istemek, onaylanmak beğenilmek isteyen insanın bir açığı. Ama kompleksten kastım kötü bir şey değil. Her insanda kompleks olduğuna inanıyorum. Dünyanın en güzel kadınında, en yakışıklı adamında, en zekisinde ya da en başarılısında da… Yoksa zaten bir iş yapar bunun üzerine daha ne yapayım, en iyisini yaptım derdin. Bir eksikliğin var ki, sürekli daha iyisini yapmak istiyorsun. Ego meselesine gelince de; yani yüksekten bakma durumu saçma geliyor. Kimsenin diğerinden bir üstünlüğü olduğuna inanmıyorum. Yüksek egolu olmak ve insanlara tepeden bakmak kompleksli bir düşünce. Emek harcayan bir insana değer veren biriyim. Ne iş yaptığından ziyade o işi nasıl yaptığıyla ilgileniyorum. Statü olarak kimsenin birbirinden farkı yok. Hiçbirimiz dünyayı kurtarmıyoruz. Gün gelir de biri kurtarırsa egosu yüksek demektir, o zaman biz de onu kafamızın üzerinde taşırız.


Bireysel mutluluğa mı inanırsın?

Tek başımıza çok iyi, çok harika hayatlar yaşıyor olabiliriz ama sonuçta aynı sokaklarda aynı insanların yüzüne bakarak yaşıyoruz. O yüzden herkesin birbirinden sorumlu olması gerektiğini düşünüyorum. Elimdekini ve aklımdakini ne kadar paylaşabilirsem, bu o kadar değerli bir şey olur. Tek başına kalkınmış bir insansam ama çevrem böyle değilse bu beni ne kadar mutlu edebilir ki? Herkesin birbirini bir şekilde etkilediğine inanıyorum. Acıyı da, sevinci de paylaşmak gerekiyor. Bireysel mutluluktansa büyük bir hareket daha verimli olur. Sen tokken, komşun açsa nasıl için rahat edebilir gibi bir durum yani.


Uzakdoğu felsefesiyle ilgileniyormuşsun…


Bu hem bedenime hem de ruhuma iyi geliyor. Benim için rehabilitasyon gibi. Herkesin kendine bir çıkış yolu bulması gerek. Ruh halime göre arada resim yaparak bunu yakalayabiliyorum. Kimi fotoğraf çekiyor kimi başka bir şey. Arayışlardan sonra en çok sana neyin iyi geldiğini bir şekilde keşfediyorsun. Yaptığın işin dışında da bir yerde var olma isteğiyle kendine verim sağlayacak bir şey yapmak istiyorsun.

DENİZ ÖZERMAN

ŞİMDİKİ KIZLAR 'BİHTER' OLMAK İSTİYOR

‘Bir Demet Tiyatro’da Asuman rolüyle hafızalara kazınan Deniz Özerman ‘Denizden Gelen’ filminde bu kez Ümran rolüyle karşımıza çıkıyor. Film vesilesiyle buluştuğumuz Özerman ile yeni filmini, yıllarca emek verdiği Bir Demet Tiyatro’yu ve Yılmaz Erdoğan’a kırgın olup olmadığını konuştuk.



Bugüne kadar zorlayıcı rollerde oynamadığını anlatan Deniz Özerman’ın en büyük isteği farklı rollerde oynamak. “Genelde evimizin kızı, mahallenin komşu kızı, aynı işte çalıştığımız komik kız, eğlenceli kız rolleri geliyor” diyen Deniz Özerman oyuncu olmanın dışında kendini ‘şov girl’ olarak tanımlıyor.


‘Denizden Gelen’ filminizin hikayesini sizden dinleyelim mi?

Mültecilere karşı yapılan haksızlıkların da anlatıldığı filmimiz bir insanlık dramına ayna tutuyor. Sadece ırkçılık ve mültecilere yapılan haksızlıklar sorgulanmıyor filmde tabii. Mesela bir kadının boşandıktan sonra dul olduğu için kolay kadın gibi görülmesi, sözle taciz edilmesi, bir babanın çocuğunu aslında kendi olmak istediği gibi yetiştirmesi ve baskı yapması gibi konular da var. İnsanın kendisiyle iç hesaplaşmasına neden olabilecek bir hikayesi var.


Filminiz aynı zamanda kendine benzemeyeni ötekileştirme ve önyargılı davranma konusunu da sorguluyor…

Kesinlikle. İnsanlar renklerinden dolayı kötü davranışlara maruz kalabiliyor. Filmde de siyahi ırk için ‘yamyam’ denildiğini görüyoruz. Benim bir korkum var açıkçası; hani Cem yılmaz da “Hamamcılarla ilgili bir anekdot anlatıyorum, hamamcılar ayağa kalkıyor” diyor ya, bunu izleyenler de “Kardeşim biz böyle miyiz?” diyebilir. Derlerse bu da bir önyargı olur. Oysa her meslek çalışanının iyisi de var, kötüsü de. Aslında dünyanın her yerinde aynı ve biz de bir kesiti anlatıyoruz diye bakılırsa film daha doğru anlaşılır.


Türk toplumu çok sesli ve farklılıklarla ve bir arada yaşamaya alışkın mı sizce?

Aslında yüzyıllardır çok sesli ve çok karışık yaşamışız. Son yıllarda ne oldu? Her yerde ayrımcılık var. Ben insan sevgisine inanıyorum. Şu dindenmiş, bunun işi buymuş gibi düşünmüyorum. Hamurumda iyi insan olma duygusu var. Belki de o yüzden oyunculuk yapıyorum. Birileri yanımda tartıştığında hemen arayı düzeltmeye çalışırım. Ülkelerin liderlerine “Hepimiz kardeşiz, bırakın savaşları” diyesim gelir. Bazen kafamda böyle karikatür düşünceler oluyor işte. Ruhum da fazlasıyla çocuk kaldığı için böyle düşünüyorum.


MAHALLEMİZİN KIZI ROLLERİ GELİYOR HEP


Oynadığınız karakter?


Ahu Türkpençe’nin canlandırdığı Yaren karakterinin en yakın arkadaşı Ümran’ı oynuyorum. Yaren içe kapanık ve kendini ilişkilere kapatmış biri. Her şeyini anlattığı en yakın arkadaşıyım. Ümran daha anaç ve yumuşak bir karakter. Dolayısıyla Yaren’in dertlerini paylaştığı yakın arkadaş modeli. Nereye kadar kendini kapatacaksın diyerek onu sürekli birileriyle tanıştırmaya çalışıyorum.


Normalde de hep dert dinleyen taraf mı olursunuz?


Dinlemeyi severim. Ben de paylaşırım ama daha çok dinleyen tarafım. Geçenlerde biri “Ne güzel saatlerce dinliyorsun, kimse bir şey dinlemiyor” diyordu. Bir de kötü gün dostu denilen biriyim. Dostluktan anladığım bu. Arkadaşının her şeyiyle ilgilenme, onu takibe alma… Günümüz teknoloji çağı olduğu için biraz atlamalar oluyor. İnsan başına kötü bir şey gelmesini istemiyor. Çünkü gerçekten çok iyi bildiği bir dostunun yanında olmadığını görünce üzülüyor.


Ekrandan izlediğimiz kadarıyla cana yakın, güler yüzlü ve hep çok mutluymuş gibi bir ifadeniz var, bunun sırrı nedir?


Kendimi oyunculuğun dışında da biraz şov girl olarak tanımlıyorum. ‘Eğlendirici’… Katıldığım programlar için “Enerjiniz çok yüksek ve eğlence katıyorsunuz” derler. Benim için mutluluğun yolu başkalarını mutlu etmekten geçiyor. O zaman benim enerjim de yükseliyor. Kendi kendine mutlu olmayı sevmiyorum. Mutluluk benim için karşılıklı gelip giden bir enerji aynı zamanda.


Sizi hep sempatik, komik rollerde gördük…


Henüz öyle zorlayıcı karakterlerle karşılaşmadım. Genelde bana evimizin kızı, mahallenin komşu kızı, aynı işte çalıştığımız komik kız, eğlenceli kız rolleri geliyor. Şefkatlidir, anaçtır, bir laf söyler herkesi güldürür gibi… Aslında bunlar yapıma ve karakterime uygun roller ama inşallah beni zorlayan karakterleri oynama fırsatım olur. Daha çok ailenin kızı roller oynamışsan dizi söz konusu olduğunda aynı tarz roller geliyor. Ne kadar çok film senaryosu yazılır ve ne kadar çok film çekilirse tabii bu senaryolar özellikle kadınlara yazılırsa çok iyi olur.


ŞİMDİKİ KIZLAR ASUMAN GİBİ SAF DEĞİL!


Bir Demet Tiyatro 2. kez başlamıştı, devam etmemesinin nedeni neydi?


Aslında 24 bölüm çektik. Birçok insan yürümedi zannediyor ama öyle olmadı. Artık bu saatten sonra televizyonda olmaz ama sinemada olabilir. Selvi Boylum Al Yazmalım tadında bir Asuman-Mükremin aşkı mesela. (gülüyor)… Buradan okursa “Şu Asuman’dan kurtulamadım” diyebilir. İnanır mısınız hâlâ yolda Asuman Hanım diye durdurup fotoğraf çekiyorlar. Bu değişmeyecek ‘Ben bir Ayşeciğim’ galiba. Bundan sonra kariyerime Asumancık olarak devam edeceğim. Bundan da memnunum tabii. Buradan Yılmaz’a teşekkür ediyorum. Gerçekten bize çok uygun rollermiş. Çok sevildi.


Yıllar önce “Her Türk kızı Asuman karakteri gibi saf, temiz, erkeğini bekler” demişsiniz, hâlâ böyle mi düşünüyorsunuz?

Şimdi 1980-85 sonrası doğanlarda Asumanlık pek kalmadı gibi. (Gülüyor)… 80-90 sonrası kızlar Bihter’e doğru gidiyorlar. Asuman gibi kızlar belki daha küçük şehirlerde kalmıştır. Annelerin yetiştirdiği kızlar öyle oluyor. Annelerimiz hep affeder, anlamaya çalışır ve hem anne hem ablası olur eşinin. Hal böyle olunca da kız çocuğu anneyi rol model alır. Bizden sonra azaldı bu durum. Çünkü çalışan anneler dönemi başladı. Benim de kızım olsa “Taviz verme erkek milletine” diyebilir miydim canı yanmış bir kadın olarak, bilemiyorum?

Yılmaz Erdoğan’a kırgınlığınız var mı?

Kırgınlık ve kızgınlık dönem dönem yaşanıyor. Yıllarca aynı çatı altında sıfırdan bir şeyler var edip bir aradasın, aile oluyorsun. Bir Demet Tiyatro’nun ilk zamanlarından beri birlikte büyüdüğümüz ve mücadele ettiğimiz bir yoldaşlık durumu vardı. Sonra bütün ekip için bir oyun olmadı. O dönem kafan bir karışıyor. Uzun süre biriyle evli kalıp ayrılman gibi… Şimdi geldiğimiz süreçte bir sevgi böceği tadında birbirimize selam verip yolumuza devam ediyoruz. Dostluğumuzda bir problem yok. Olgunlaşıp büyümene yardımcı olan bir avantajı da oldu tabii ki. Bu da bir deneyim. Sonuçta ailenden de kopman gerekiyor. Yoksa mücadele etmeyi nasıl öğreneceğiz? Hep aynı yerde kalırsan ne değişirsin ne de gelişirsin. İnşallah bir projeyle yeniden bir araya geliriz. Sonuçta hepimiz aynı yolun yolcusuyuz.

SERAY SEVER

ERKEKLERİN ŞİFRELERİNİ ÇÖZÜYORUM

‘Seray Sever ve Erkekler’ TV8 ekranlarında yeniden başladı. Her cumartesi akşamı ünlü, yakışıklı ve popüler erkeğin konuk olduğu bu sıra dışı programda kadın-erkek ilişkilerine dair şifreler çözülüyor.



Seray Sever her hafta konuk ettiği ünlü erkeklere kadınların merak ettiği soruları cesur bir şekilde soruyor. Erkeklerin de kendilerini anlatmaya ihtiyacı olduğunu söyleyen Sever, yaptığı söyleşilerle erkeklerin çocuk ruhlu ve saf olduğunu tespit ettiğini belirtiyor. “Erkekler üzerine ön yargılarımız var ve programda onları daha iyi tanıyoruz” diyen Sever’le biz de erkekler hakkında merak ettiklerimizi konuştuk.


Seray Sever ve Erkekler programınızın içeriğini anlatır mısınız?


Seray Sever ve Erkekleri Türkmax’de 30 bölüm yapmıştık. Acun Ilıcalı’dan Hıncal Uluç’a, Tarık Minkari’den Oktay Kaynarca’ya kadar birçok ünlü erkeği konuk etmiştik. Türkiye’nin gözde, başarılı, ünlü ve kadınların merak ettiği erkekleri konuk alıyoruz. Stüdyoda izleyiciler, orkestra kadın onun dışında gelen konuklarım erkek. Yeni bölümlerde Amerika’dan gelen kişisel gelişim uzmanı arkadaşım çakra analizi yapıyor. Son derece bilimsel bir metotla kişinin aurasını ölçüyoruz.


İlk konuğunuz Okan Bayülgen’e yaptığınız bu analiz basında bayağı yer almıştı…


İnsanlar bu konuya yabancı oldukları için başka tarafa çektiler. Kök çakra dediğimizin rengi kırmızıdır ve yaratıcı enerjinizi gösterir. Hissettiklerimizin, hayallerimizin ne kadarını dünyaya uygulayabildiğimizi gösterir. Ne kadar para kazanabileceğimizi ayrıca cinselliği de gösterir. Tabii hoşlarına giden kısımlarını alıp basında kullandılar. Özel hayatlara hiç girmeden kadın-erkek ilişkileri üzerine sorularım oluyor. Bu programda kadınlar ve erkeklerin birbirini biraz daha iyi tanımalarını istiyorum.


Yüksel Aytuğ programınıza katılan konukları ‘kurban’lara benzetmiş…


Espri yapmış. Konuklarım başlarına kötü bir şey gelmeyeceğini biliyor. Kimse de programdan rahatsız olmadı. Çok değerli isimleri konuk aldım. Kadınların merak ettiği ve beğendiği popüler bir erkeğin programıma katılması çok özel bir durum. Erkekler de aslında kendilerini anlatmak istiyor. Normal hayatta ne kadar konuşup anlayabiliyoruz bilmiyorum. Bu programda erkekleri biz çok iyi tanıyoruz. Erkekler üzerine hep yargılarımız var. Aslında erkekler çok saf ve çocuk ruhlular.


Genelde erkekler konuşmayı çok sevmez hele ki söz konusu kadın-erkek ilişkileri olursa, hiç ‘error’ vermiyorlar mı?


Çok keyifli konuşuyorlar çünkü onlar da kendilerini ifade etme ihtiyacındalar. Kendilerini tehdit altında hissetmiyorlar programda. Bir kere söyledikleriyle yargılanmıyorlar. Kendilerini çok rahat bir ortamda ifade ettikleri için error vermiyorlar. Ben bir de erkek çocuğu gibi yetiştiğim için onlarla rahat iletişim kuruyorum. Karşılarında erkek arkadaşları varmış gibi tehdit altında hissetmeden konuşabiliyorlar. Ekrandan o samimiyetin yansıdığını düşünüyorum.



ERKEKLER NE İSTER?


‘Cosmopolitan’ dergisi ve bu programda da erkeklerle söyleşi yapıyorsunuz, erkekler üzerine bir tespitiniz oldu mu?


Biz kadınlar erkekler güvenilmez, çapkın diye düşünürüz ya, benim tespitim ise erkek her yaşında çocuk. Ayrıca erkek çok daha düz mantık ve alt metinleri yok. İnanın erkekler çok daha temiz ve saf varlıklar. Bu programda bunu gördüm. Her daim çocuklar.


İlginç! Kabul ediyorlar mı bunu?


Evet, hoşlarına da gidiyor ve kabul ediyorlar. Bu söylediğim erkekler için çok güzel bir şey. Biz kadınlar sözlerin altında bir şeyler ararız. Söylenenin üzerine ekleriz, alınırız, kırılırız. Aslında erkekler ne söylüyorsa onu kast ediyorlar. Biraz ‘Erkekler Mars’tan Kadınlar Venüs’ten durumu var. Her ne kadar eşit haklara sahip olsak da bir taraftan ayrı yapılara sahibiz. Bu programda erkekleri tanıma fırsatı yakalıyoruz. Bence ilişkilere dair son noktayı koyuyor bu program. Ben yorum yapmaktan ziyade kadınların yorumuna açıyorum konuyu. Erkekler kadından ne bekler? Kadınlar erkekten ne bekler? İdeal kadın ve erkek nasıldır? sorularına cevaplar alıyoruz. Mesela Okan Bayülgen kadınların erkeklerden istediği 5 şey vardır o da: Yalan söylememek, yalan söylememek… diyor.


Erkekler ne istermiş kadından? Gerçi onlar kadından hem anne, hem sevgili, hem hizmetçi olmasını isterler…


Bence erkekler hayat arkadaşı arıyorlar. Aynı zamanda bakımlı kadın istiyorlar. Gelen konuklarım kadınların evlenene kadar bakımlı olduklarını sonra da bıraktıklarını söylüyorlar. Programda çok güzel şifreler var aslında. Her erkek başka bir şifreyi çözüyor.


Kendilerine güvenli kadınları istiyorlar mı sizce?


İstiyorlar ama güvenli olup da kendilerini ezecek kadın da istemiyorlar. Sevgiyle yaklaşacak kadın istiyorlar. Kadınlar bir adım geride olsun diye de talepleri yok. Erkeklerin devamlı dibinde olup da başlarını yememizi istemiyorlar. Kadın sahiplendikten sonra erkeği yormaya da başlayabilir. Erkekler kendi ayakları üzerinde duran kadınlara daha çok saygı duyuyor. Ama onları korkutacak kadar özgür kadın olursa da korkabilirler. Bilmiyorum?


Hem güzel, seksi, hem başarılı kadınları taşımak zordur, erkekler sizden korkuyor mu?


Kolay değil tabii ama herkesi taşıyacak birileri vardır. Beni taşıyacak insanın da kendi işinde başarılı olması gerekiyor. Çünkü kendi ayaklarımın üzerinde duran biriyim. Manevi tatmini arayan biri olduğum için karşımdakinin de manevi ve duygusal boyutu olması lazım. Öbürleri biraz eksikse kompleks yapabilir. Aslında erkek yanında güzel kadın olmasını ister. Sonuçta o kadın benim diye dolaşıyor. Tabii ki güvenli bir erkek böyle dolaşıyor. Diğeri ‘kapat bacağını, sağına mı baktın, soluna mı baktın’ diyebiliyor. Bu tip erkekler benim yanımda çok fazla yer alamaz.


Güzel ve akıllı kadınlar söz konusu olduğunda erkekler tarafından ‘güzel ama aptal’ damgası yapıştırılır, siz böyle bir şey yaşadınız mı?


Bana öyle bir şey demediler. Beni herhalde zeki buluyorlar. Bu daha çok kadınların bakış açısı. Bir kadının hem başarılı hem güzel hem zeki olmasını kadınlar çekemiyor. Erkekler böyle bakmıyor. Mesela güzelse entelektüel olamaz, öyle bir hakkı yok gibi bakanlar var. Bir kadın hem güzel hem de entelektüel olabilir. Ben Boğaziçi Üniversitesi Ekonomi Bölümü mezunuyum. Zaten bana saf ya da aptal diyemezler. Belgelenmiş bir eğitimim var. Yaptığım işlerde de zeka belli. Kadın kadının kurdu, erkek değil. Mesela benim erkek arkadaşlarımdan yediğim bir kazık yoktur. Kendine güvenli kadınlar son derece dost olurlar.


ÖZEL HAYATIMDA KİMSE YOK


“En mükemmel kadınlar bile aldatılır” demişsiniz, erkeklere güvenmeli miyiz sizce?


Bu doğru. Bu sizin mükemmelliğinizle ilgili değil ki. Erkek ya doymamıştır ya gözü açtır ya da yeteri kadar deneyim kazanmamıştır. Her şeyin zamanı ve döngüleri var. Otuz yaşında bir adamın gözü dışarıda olur sizi aldatır, 40 yaşında birini bulursunuz çok daha özenli davranır. Ya da 50 yaşındadır, erkekliğim elden gidiyor diye çok fazla kadınla birlikte olmaya da yönelebilir. İlişki uzayınca da eskiyebiliyor. Devamlı taze tutmak ve emek vermek gerekiyor. Keşke herkes dürüst olsa ki bu da olmak cesaret işi. Kendine güvenli bir insan aldatmaz. Ben aldatmayı hiç onaylamıyorum.


“Aldatılırsam bunu anlarım” da demişsiniz, hiç başınıza geldi mi?


Böyle sezgisel yanlarım çok fazla. Çok ilginçtir benim önüme çıkar. Sadece erkek konusu değil, işle ilgili de biri bir şey çeviriyorsa çıkar. Merak ettiğim şeyler önüme gelir. İlişkide başıma gelmedi. Zaten huzursuzlanmaya başladığı zaman terk ediyorum. Güven olmayan bir ilişkiye inanmıyorum. Şüphe sizin içinizi kemirir. Güven çok önemli.


Twitter’da ‘Gönlünü vermedikçe gönül bulamazsınız’ diye yazmışsınız, gönlünüzü verdiğiniz bir var mı şu sıralar?


Bu konulara hiç girmiyorum ama şu anda özel hayatımda kimse yok. İki senedir Zodyak isimli şirketim var. Benim için ilk olduğu için tüm konsantrasyonumu buraya verdim. Gerçekten değerli biri olmadıkça hayatıma birini sokmayı düşünmüyorum. Bu saatten sonra evleneceğim erkeği hayatıma alırım. Bunu da nasıl anlarım? Onu da hissedersiniz. Henüz öyle bir ihtiyaca kapıldığım kimse yok. Dostlarım ve çok güzel bir iş ortamım var.


Peki, siz çapkın kadınlardan mısınız?


Hiç yoktur. Sıfır çapkınlık diyebilirim. Tam tersine içe dönük bir tarafım var. Evde çok vakit geçiririm. Kolay kolay da kimse yanıma yaklaşamaz zaten. Deneyenler de oluyor. Yanımda hep belli arkadaşlarım vardır. İyi niyetli biriyim, zarar görmemek için de çok fazla insanı yakınıma sokmuyorum. Geceleri dışarı çıkmam. Pazar günleri Bebek Kahve’de tavla ve okey oynarım.




İLK GECE BİRLİKTE OLDUĞUN ERKEK KALICI OLMAZ!

Daha önceki bir söyleşinizde 30 yaşında kadınlığımı keşfettim demişsiniz, neydi bu keşfiniz?


O yaşlarda kendi merkezinize geliyorsunuz. Ondan önce genç kız, çocuk gibi halleriniz oluyor. Şu anda da kendimi çok kıymetli görüyorum. O zamanlar daha cesur ve özgür düşünebiliyorsunuz. Şu anda öyle değil, biraz farklılık var. Otuzdan önce daha dışa dönük oluyorsunuz ama sonrasında daha içe dönük olup kendinizi merkeze koyuyorsunuz.


Bir kadın ilk gün tanıştığı erkekle birlikte olmalı mı?


Kadınlar erkeklerle eşitiz diye değerini aşağıya çekmeye başladı. Bir kadın minimum 3 ay süre koymalı. Önce ruhlar kaynaşmalı sonra bedenlere geçmeli. Erkek çok çabuk elde ettiği kadını zaten istemiyor ki bir süre sonra. Ayrıca ilk gece birlikte olduğun bir erkek kalıcı olmaz ki. Buna inanmıyorum. Erkekler de bundan şikayetçi. Kadını tanımak istiyorlar. Diğeri evlilik kurumuna da sevgililiğe de zarar veriyor. Genç kızlarımız kendi kıymetlerini bilmeli. Erkekler de “kadın kendi kıymetini bilmeli, bizi biraz uğraştırmalı” diyorlar.


Böyle olunca da “aman bu da nazlıymış” deyip kaçıverirler…


Kaçacaksa kaçsın. Zaten öyle bir erkekse gitsin. Tutan yok. Onun niyeti başka demek ki. Buyursun gitsin, niyetini nerede doyurursa doyursun. Sonuçta üçüncü günde kaçacak erkeği tutmanın lüzumu yoktur. Tutsanız beşinci gün kaçacaktır. Önce bir kere anlamak, ruhsal ve duygusal bağlantıyı kurabilmek lazım. Bunları kurduğunda yaşanacak birliktelik çok daha kıymetli olur. İki tarafa da bir şey katar. Öbürü etlerle ilgili bir şey. Et yani. Onun da bir manası olduğunu düşünmüyorum.


Ten uyumu önemli midir?


Önemlidir. Olmaz olur mu? Ten uyumu olmazsa arkadaşın olur. Herkesin hayattan beklentileri farklı. Bazısı aşkı arıyor bazısı sevgiyi… Ben aşkı arayan ve evleneceğim erkekle her anlamda birlik ve beraberlik içinde olmak isteyen biriyim. Hem zihinsel hem ruhsal hem tensel olarak anlaşmalıyım. Bunlardan biri eksik olursa o iş topallamaya başlar.


Daha önceki programınızda konuğunuza “Yatakta hiç başarısız oldunuz mu” diye sormuştunuz, sizin başınıza böyle bir şey gelseydi tavrınız ne olurdu? Kaçar mıydınız oradan yoksa onu anlamaya mı çalışırdınız?


Bilmiyorum. Bunlar çok özel şeyler. Ama insanlar birbirini anlamaya çalışmalı tabii. Her şey de cinsellik değil.


Erkeklerin cevabı ne oluyordu?


Evet, doğru çok da rahat bir şekilde cevaplamışlardı. “Kafam çok meşguldü, çok mutsuzdum” diyenler olmuştu. Erkek de insan, ondan ne olmasını bekliyoruz ki? Canı sıkkınken, kafasında sorunlar varken cinsellik düşünemiyor olabilir. Erkeklerin de yükü çok ağır. Her şeyi erkeklerden beklememek lazım.



Ahmet Hakan programıma gelemez…


Ahmet Hakan için ‘Twitter’da aslan kesilen kedi’ demişsiniz, programınıza konuk ederseniz ya sizi tırmalarsa…

Cesaret edemez. Programa da gelemez zaten. Beraber bir programa konuk olmuştuk. Ahmet Hakan çok güzel, cesur yazıyor ama yüz yüze gelince öyle bir cesareti yok. Bazıları köşelerinin arkasından kalemlerine sarılabiliyorlar ama yüz yüze gelince durum değişiyor. Ahmet Hakan’ın Twitter’da esprili bir dili vardır. Küçük taşlar atar. Öyle bir matematiği var yoksa kötü niyetli biri değil. Okan’ın programında geçerken beni görmüş ‘dayanamadım’ diye yazmış. Ben de ‘kapatsaydın o zaman’ diye karşılık verdim. Sonra cevap yazamadı zaten. Benimle kolay baş edilmez, doğru lafı bulur söylerim. Dolayısıyla kimse bulaşmaz bana. Ben mesela programda nasılsam burada ya da herhangi bir yerde de aynıyım.


Seray Sever de Umre yolcusu…


Tasavvufla ilgili olduğunuzu ve Umreye gideceğinizi duydum…

İlk kez gideceğim. Daha önce Kudüs’e gitmiştim. O mekanların enerji alanı çok yüksek. Geçen hafta da Mevlana’ya gitmiştim, döndüğümde aynı değildim. Bu dünyada bir yere kadar tatmin olabilirsiniz. İstediğiniz kadar zengin olun, istediğiniz kadar en yakışıklı erkek hayatınızda olsun manevi doyumunuz yoksa huzur bulamazsınız. Ben huzur buluyorum. Tasavvuf ilahi akışta yaşamayı öğreten, teslimiyetçi bir felsefe. Çok büyük bir sabrın öğreticisi. Sabırlı olabilmek ve teslim olmayı başarabilmek aslında en büyük güç. Akıntıya karşı kürek çekmemek bazen akıntıya bırakabilmek önemli. İlahi akış var ve bir şey için istediğin kadar çırpın. Herhangi bir şeyde sabredip bana ne değer katacağına bakarım.

EROL EVGİN

İNSANLARIN RUHLARINI SALLAYACAK MÜZİKLER YAPARDIK


Yılların eskitemediği müzik ustası Erol Evgin önümüzdeki aylarda çıkaracağı yeni albümünün hazırlıkları için stüdyo çalışmalarına başladı. Her daim dillerden düşmeyen şarkıların sahibi Evgin, bu albümde yeni şarkılarına yer verecek.


Yıllar geçiyor. Ne Erol Evgin eskiyor ne de dillerden düşmeyen şarkıları. Bir dönem küçük kızların “Büyüyünce Erol Evgin’le evleneceğim” dediği biri o. Hem gönülleri hem de müzik dünyasını fetheden Evgin şarkılarının birkaç nesildir dinleniyor olmasını 70’li yılların ruhuna bağlıyor. Müzik ustası Evgin’le 70’li yılların ruhunu, eşiyle tanışmasını, günümüz ilişkilerini ve Başbakan’ın sanatçılarla buluşmasını konuştuk.

‘Eskimeyen’ şarkılarınızın da olacağı yeni albüm çalışması var mı?

Eskimeyen şarkılar… Teşekkür ederim. Tamamen yeni şarkılardan oluşan bir albüm hazırlığı var. Herhalde sonbaharda çıkacak. Benim ve Murat Evgin’in besteleri var. ‘Ben İmkansız Aşklar İçin Yaratılmışım’ şarkı sözlerini yazan Dr. Selma Çuhacı’nın da besteleri olacak. Kendimi seyirci yerine koyduğumda hayran olduğum şarkıcının en ünlü şarkılarını dinlemek isterim. Bu nedenle hep o unutulmayan şarkılar diğer albümlerimde.


‘Plaza Otel’de 5 yıldır sürdürdüğünüz programınız dillere destan, şarkıların yanı sıra taklitler yapıyor, hikayeler anlatıyormuşsunuz…

40 yıllık dostum Ali Saydam yıllardır “Mutlaka bir yerde insanlara sesinle dokunman gerekir” diye söylerdi. Ben de dinlemezdim. Sonra iletişim gurusu olunca bunun bir bildiği var herhalde deyip dinledim. Yaş kemale erince sosyal frenleri kaldırıyorsunuz, aklınıza ne gelirse söylüyorsunuz. Kahkahalar… Şakalar, şarkılar, geçmiş yıllardan anekdotlar, hikayeler… Erol Evgin’e hak ettiği olgunluk dönemini yaşatmaya çalışıyorum. Çok mutlu oluyorum. Gelen insanlar çok aktif, hayatın içinden kişiler. Nisan sonu Mayıs başı bitireceğim.

1969 yılında ilk albümünüzü çıkarmışsınız kırk bir kere maşallah diyeceğimiz 41. yılınızdasınız…

Evet, 41 kere maşallah gibi oldu. Geçen yaz Açıkhava tiyatrosunda 40. yıl için konser yapmıştım ‘Erol Evgin Hep Böyle Kal’ diye. Çok hoş bir konser oldu. DVD’sinde işte o şarkılar, şakalar, anekdotlar, eski hikayeler var. Geride bıraktığım 40 yıl içinde o kadar çok şey birikmiş ki. Aklıma geldikçe sahnede de anlatıyorum.


İPE SAPA GELMEZ ŞARKI SÖZLERİ VAR

“Bizim dönemimizdeki şarkılar hoşlandığınız kişiye açılmanıza neden olurdu” demişsiniz, şimdiki sözleri düşününce ne söylemek istersiniz?

Evet, söyleyemediklerini şarkılarla ifade ederlerdi. Şimdiki şarkı sözleri inşallah çocukların duygularını yansıtmıyordur. (Gülüyor)... Çünkü hakikaten ‘Allah Belanı Versin’e kadar geldiler. Daha ne yapacaklar bilmiyorum. Hepsini değil ama çoğu şarkı sözlerini çok da özenli bulmuyorum. Bizim geleneğimizi sürdüren gençler var ve onlar güzel şarkılar yazıyorlar. Ama böyle olur olmaz, ipe sapa gelmez lafları şarkı diye diziyorlar. Onlar iyi gelmiyor bana. Çok sezonluk oldu işler. Bu yazın şarkısı diye anılıyor artık. Bir şarkı birkaç yıl hatta yıllar boyu giderdi.

Tam da buna benzer sorum olacaktı, şarkılarınızın yıllardır dinleniyor olmasının yanı sıra ‘Hisseli Harikalar Kumpanyası’ da 400 kez sahnelenmişti, gerçekten eskiden yapılanların bir sürekliliği vardı, şimdilerde her şey sabun köpüğü…

Bunu dönemlerin ruhu diye özetlemek isterim. 70’li yıllarda çok yüksek sorumluluk duygusuyla ülkeyi kurtarmaya kalktık. Şimdi insanlar kendilerini kurtarma derdinde. O yılların özellikle ruhu, eşyaları, dostlukları ve ilişkileri daha uzun süreli tüketmeye dayalıydı. Günümüzde her şeyi çok kısa sürede tüketiyoruz. Eşyalar da öyle. Bilgisayarların yeni modeli çıkmış oluyor ve değiştiriyorsunuz hemen. İki yıl kullandığınız bir aleti tamirciye götürdüğünüzde “bunlar eskidi, parçası kalmadı” deyip küçümsüyorlar sizi.

Şarkılarınızın birkaç nesildir dinleniyor olmasını da 70’li yılların ruhunun şarkılara yansımasına bağlıyorsunuz…

Kesinlikle. Ama yeni nesillerde de öyle bir istek var ki o şarkıları bulup keşfediyorlar. Gençler de geliyor çalıştığımız yerlere, konserlere. Günümüzde melodi zenginliği de yok. Mekanlarda ışıklar yanıp sönerken yüksek volümde insanların bedenlerini sallamasına yönelik müzik üretiliyor. Biz de ‘insanların ruhlarını sallamak için’ uğraşırdık. 70’li yılların şarkılarının cover olarak yapılmasını da ben buna bağlıyorum. Gençler de o zengin ezgileri duymak istiyorlar belki. Yeniden kaliteli müziğin sayılacağı günler geleceğini düşünüyorum.

O yıllardan bu yıllara gelene kadar ne kaybettik sizce?

Bir sürü şeyi kaybettik. Dostluklar, arkadaşlıklar, aşklar çok günü birlik. Biz böyle kızlarla bir yaz boyunca bakışırdık çok da mutlu olurduk. Sonunda da ne olacak? Buluşma teklif edip konuştuğun kimse var mı diye soracağız. En fazla el ele parkta yürüyeceğiz o kadar işte... O dönem çok değerliydi. Elle aşk mektupları yazılırdı. Hâlâ saklanır onlar. Ayrıca aşırı bir tüketim var. Bu tüketime yetişmek için insanlar günü birlik yaşar oldular. Arkadaşlıkların, dostlukların ve sohbetin derinine inemiyoruz. Hep gözümüz saatte. Bence en büyük stresi insana zaman yüklüyor.

ÇOK GÜZEL AŞKLAR YAŞANIRDI

Herkesin birbirini tanıdığı, mahalle kültürünün yaşandığı Moda’da çocukluğunuz geçmiş o günlere dair neler söylemek istersiniz?

Moda muhteşem bir yerdir. Orada doğup büyüdüm. Çok iyi bilirim. İki katlı ahşap pansiyon evler, köşkler vardı. Moda Deniz Kulübü’nde İtalyan orkestrası çalardı. Bazen kulübe giderdik bazen de iskelede oturur izlerdik. Herkes birbirini tanırdı. Çok güzel aşklar yaşanırdı. Çok hoş, çok düzeyli şimdi çok moda ya, ‘düzeyli ilişkiler’, o zaman hakikaten çok güzel arkadaşlıklar, aşklar olurdu. Çok küçük yaştan itibaren benim çok kız arkadaşlarım oldu.

O dönemlerden âşık olup da unutmadığınız kızlar var mı ya da acaba ne yapıyordur şimdi dediğiniz?

Görüşüyoruz, haberleşiyoruz arkadaşlarla.

Arkadaşlar olabilir de o zamanlardan gönül bağınız olanlar yok mu?

Hepsi geride kaldı. (Kahkahalar)... Bitti, gitti.

Eşinizi nerede bulmuştunuz?

Eşimi okulda buldum. Mimar Sinan Üniversitesi’nde sınıf arkadaşımdı. Birbirimizi bulduk diyeyim. Onunla da 40 yıl olmuş.

Maşallah, demek bu kadar uzun evlilikler de iyi olabiliyor…

Şanstır evlilik. 4-5 yıl arkadaşlık yaptık. Flört, nişanlılık… Epey uzun tuttuk ki süreyi birbirimizi iyi tanıyalım diye. Bazı insanlar “bu kadar sene nişanlı kaldım, evlendikten sonra çok değişti” diyorlar. Bu konuda kendimi şanslı buluyorum. Eşim de mimar. Aynı şeylerden zevk almak, birlikte güzel zaman geçirmek önemli. Çok fazla anlam yüklemeye gerek yok.

Mutlu evliliğin formülü ya da sırrı denilen şey var mı gerçekten?

Yok. Birlikte iyi zaman geçiriyorsanız, fiziğiniz, kimyanız her şeyiniz tutuyorsa sürüyor. “Birinizin sesi yüksek çıkarsa öbürünüz alttan alacak” diye İnönü’nün bir sözü var. Koskoca İnönü bile karısının yanında bazen titrermiş. Karısı çok kıskanırmış. Metin Toker anlatmıştı, bir partide güzel bir hanım varmış. İnönü de 80’li yaşlarında o zamanlar, merdivenlerden inerken bir elini o hanımın omzuna koymuş diğer eli de tırabzanda. Akşam Mevhibe Hanım’da bir surat… İnönü bezik oynayalım deyince Mevhibe Hanım da “bugün toplantıdan çıkarken elinizi hangi hanımefendinin omzuna koydunuzsa onunla oynayın” demiş. (Kahkahalar)… Ne kadar güzel değil mi?

Onca hayranınız var, eşiniz de sizi kıskanır mı?

Yok, kıskanmaz. Bu işin mesleğim olduğunu kabul etmiştir. İlk başlarda biraz kıskançtı ama sonra geçti.

Hiç kavga etmez misiniz?

Etmeyiz. Tartışırız bazen. Artık onu da yapmıyoruz. Kırk yıldan sonra susmayı da öğreniyorsunuz.

Ama 40 yıldan sonra…

Evet, artık iki taraf da susuyor. (Kahkahalar)… Artık ne düşündüğünü anlıyorsunuz. Öyle oluyor yani.

Bu kadar yıl şov dünyasında olup da ilişkinin 40 yıl sürmesi de kolay değil…

Evet, ben onu ayrı tuttum. Eşim kulislere gelmezdi hiç. Sokmadım onu hiç kulislere. Şov dünyasından çok az arkadaşımız vardır. Sezen, Ajda, biraz Nükhet’le görüşürüz. Gerçi şimdi seyrek ama eskiden daha sık olurdu.


BAŞBAKAN “ELİNİZİ TAŞIN ALTINA KOYUN” DEDİ

Tayyip Erdoğan’ın 20 Şubat’taki kahvaltı davetine katılmıştınız, neler konuşulmuştu?

Türkiye Cumhuriyeti Başbakan’ı sanatçılarla buluşmak için davet ediyor diye gittim. Kahvaltıdan sonra Başbakan çok güzel hazırlanmış bir konuşma yaptı. Konuşmak isteyenler mikrofonu alıp istediklerini belirttiler. Bazı arkadaşlarımız çok yararlı şeyler söyledi. ‘Ben diye başlayıp ben diye biten’ cümlelerle özel konularını söyleyenler de oldu. Oysa yeri orası değildi. İstanbul Kültür Müdürlüğü ile ilgili küçük bir sorunu orada anlatmak bence ayıptı. Anlaşılabilir olanı konserlere yetişebilme sıkıntılarıyla ilgili vize sorunlarıydı. Onun dışında Başbakan bu açılımla ilgili insanlara fikirlerini sordu ve “Elinizi taşın altına koyun” dedi. Ama somut olarak sanatçılardan ne istendiği söylenmedi. Ben de bütün vatandaşlar gibi daha somut bir hazırlık bekliyordum. Açıyoruz da, neyi açıyoruz? Bu konuşulmuyor. İbrahim Tatlıses “Ameliyatta bir hasta var, ameliyat aletleri de çantanın içinde herkes şifreyi biliyor ama kimse şifreyi açmıyor” diyerek kendi anlatımıyla hoş bir şey söylemiş oldu.

Siz bir şey söylediniz mi?

Uzmanlık alanımın dışında hazırlık yapmadan konuşamam. Politikacıların da hazırlık yapmadan konuşmasından çok rahatsız olurum. Süleyman Demirel ‘konuşan Türkiye’ sloganını başlatmıştı ya, Türkiye’de de herkes her şeyi konuşuyor. Geçenlerde aileden sorumlu bakanımız “Eşcinsellik bir hastalıktır” demiş. Fikri olmadan konuşanlar da yanlış şeyler söylüyor. Yetkili kişilerin böyle pat diye hazırlıksız konuşmalarını bir tek Türklerde ve bir de Sarkozy’de görüyorum. Orada burada konuşuyor. Amerika Devlet Başkanı’nı merdivenden inerken ya da arabaya binerken konuştuğunu gördünüz mü? Daima bir kürsü vardır ve orada konuşur. Sorulara cevap verir. Herkes bizde bol keseden sallıyor. İçinden çıkılmaz hale geliyor.

Karşıt görüşler söylenmedi mi?

Öyle konuşanlar da oldu. Mesela Arif Sağ “Tekel işçilerinin çadırlarının kalkması lazım. Buradan çıkınca doğruca oraya gidin ve o çadırı kaldırın” dedi. Bir arkadaş da “Ben size oy vermem ama Ahmet Kaya ve Nazım Hikmet için yaptıklarınızdan dolayı kutluyorum sizi” dedi. Değişik konuşmalar oldu.

Davet edilip de gitmeyen bazı sanatçıların gidenleri eleştirmesine ne diyorsunuz?

Bir kere medeni insanlarız. Her şeyden önce bizim için önemli olan bu ülkenin birliği ve beraberliğidir. Ben gitmem! Çok ayıp. Beni kim davet etse uygunsam giderim, dinlerim. Bu bir vatandaş da olabilir, herhangi bir partinin lideri de. Hiç ayırt etmem.