31 Mart 2010 Çarşamba

DOLUNAY SOYSERT

FİKRİYE TUTKULU, LATİFE MANTIKLIYDI AMA İKİSİ DE ATA’YA AŞIKTI


Zülfü Livaneli’nin hem yazıp hem de yönettiği ‘Veda’ filmi Cuma günü vizyona girdi. Başrollerinde Dolunay Soysert, Özge Özpirinççi, Ezgi Mola, Sinan Tuzcu ve Serhat Kılıç’ın oynadığı filmde Atatürk’ün hayatına dair olaylar kronolojik bir sırayla anlatılıyor. Adından oldukça sık bahsedilecek film vizyon öncesinde bile birtakım eleştirilerle gündeme gelmişti.


Dolunay Soysert Veda filminde Zübeyde Hanım’ın gençliğinden yaşlılığa uzanan süreci canlandırıyor. Filmdeki amacının bir anneyle oğul arasındaki ilişkiyi ve tutkuyu en iyi şekilde anlatmak olduğunu söyleyen Dolunay Soysert, filmle ilgili eleştiriler için “Herkesin kafasında başka bir Kemal Atatürk var” diyor.


Zübeyde Hanım size göre nasıl biri ve siz karakteri yaratırken nasıl yorumladınız?

Daha önce Zübeyde Hanım’ın nasıl biri olduğunu düşünmemiştim. Sadece beyaz başörtüsü, ve yuvarlak gözlükleriyle bir fotoğrafını hatırlıyorum ve kafamı yorduğum bir karakter değildi açıkçası. Rol geldikten sonra araştırmaya başladım ve çok ciddi bir kaynağa da rastlamadım. Bu filmde bir anne ve oğlun arasındaki ilişkiyi ve tutkuyu en iyi şekilde anlatmaktı amacım. Çünkü oğluna çok düşkün, onu delicesine seven, özel bir tutkusu olan ve oğlunun seçimleri yüzünden hayatında olanları kabul etmiş, sesini çıkarmamış ve oğlunun arkasında durmuş çok güçlü bir kadın vardı. Daha geleneksel, yenilikleri pek kabul etmeyen bir yapısı olduğu için zaman zaman oğlunun fikirleriyle çok çatışmış biri aynı zamanda. Bu katılığına rağmen oğlu bir şeye karar verdiğinde kendine bile ters düşse hep onun yanında yer almaya devam etmiş. Daha önce üç evlat kaybettiği için de Ata’ya fazlasıyla düşkün. Çatışmalı ama özel bir ilişki varmış aralarında. Karakterleri ve o tuttuğunu koparan halleri birbirine çok benziyor. Hedefleri ve yaptıkları konusundaki ısrarcılıkları da…

Genelde erkekler anneye benzeyen eş seçerler ya, Latife Hanım’ı seçmesindeki nedenin altında belki bu iki kadının tuttuğunu koparma halinin benzerliği yatıyordu…

Gelin kaynana toprağından denir ya, açıkçası aynı şeyi ben de düşünmüştüm. Latife’de de zaten o inadı, sertliği ve gücü görüyoruz. Atatürk onunla da tartışıyor, itişiyor. Çok sessiz sakin, dingin kadınlardan daha ziyade fikirlerini konuşabileceği ve yeri geldiğinde tartışabileceği kadınları seçmiş Atatürk hayatında.

Zübeyde Hanım’ın etkisi oldukça fazlaymış Ata’nın üzerinde özellikle Fikriye’yi hayatına sokmaması anlamında koskoca orduları yönetmiş Atatürk annesi söz konusu olduğunda boynu kıldan ince gibi bir tavır sergilemiş gibi geldi bana…

Her erkek biraz böyle değil midir zaten? Anneler bir kaş kaldırmayla her şeyi yaptırabilir, her zaman o gücünüz ve otoriteniz anne yanında işlemeyebilir. Gerçekten orduları yönetmesi, arkasından kitleleri sürüklemesinin yanı sıra annesi sığınabileceği tek limanı. Zübeyde Hanım, elinde büyüttüğü ve evin kızı olarak gördüğü Fikriye’yi aile içinde böyle bir ilişkide görmek istememiş. Ayrıca bu ilişkiyi istemediğine dair net bir bilgi de yok. Herkes kendi bakış açısından anlatıyor. Gizleriyle yok olmuş ve tarihe gömülmüş bir hikaye aslında. Zübeyde Hanım sadece duruma sessiz kalıp onu evden uzaklaştırıyor ya da sık sık yanlarında durarak yalnız bırakmamaya çalışıyormuş.

MÜKEMMEL KADINLAR

Fikriye’nin mi yoksa Latife Hanım’ın mı Atatürk’e duyduğu gerçek aşk?

Her ikisinin de. Fikriye’yi deli dolu ve tutkulu buluyorum. O aşkı aşk gibi yaşayan bir kadın. Latife ise aşkını daha mantık çerçevesine oturtuyor ama o da aşk yaşıyor. Latife için sadece hayrandı, aşk yaşamadı demek de haksızlık olur. Aşkına tutkularını ve kadınlığını karıştırmamış sadece.

Acaba Atatürk’ün Fikriye karşı hisleri neydi?

Aslında bu durumu filmde çok güzel açıklıyoruz. Atatürk iki kadın için “biri şarkın biri garbın temsilcisiydi, ikisi de mükemmel kadındı” diyor. Fikriye’de Doğu’nun sıcacık, egzotik, deli dolu, tutkulu, kontrolsüz duygusu, Latife’de ise Batı’nın mantıklı, usturuplu, dengeli ve ama keyifli aşkı var. O yüzden ikisi de bir bütünü tamamlıyordu Ata’nın hayatında. Ne o ne diğeriydi… Mecbur kalmadığı sürece ikisinden de vazgeçmedi.

Peki, sizce Fikriye gerçekten intihar etmiş miydi?

Bu konuda hep izafi konuşuluyor. Bir kadın için çok ağır bir durum. Kendi evinde bir başka kadını görmek onu intihara da sürükleyebilir, eve öldürmeye gelen kadın da yapabilir. Kapı dışarı edilmek ve o evi artık sevdiği adamla bir başka kadına bırakma duygusunun bir kadın da ne yapacağını bilemiyoruz.

Latife, Zübeyde ve Fikriye bir erkeğin ihtiyacını karşılayabileceği bir üçlü demişsiniz, bunu açar mısınız?

Her biri ayrı ayrı mükemmel özelliklere sahip kadınlar. Aslında insanlar kusurlarıyla ve güzellikleriyle bir bütündür ama üçünün toplamı mükemmel kadın çalışması gibi duruyor. Zübeyde’nin anaç, Fikriye’nin deli dolu hali, bir erkeği peşinden sürükleyebilecek tutkusu ve ondan hiç vazgeçmeyişi, Latife’nin mantıklı, çevreden haberdar, dünya vizyonu çok kuvvetli ve kültürlü bir kadın oluşu bir erkeği ne kadar rahatlatan bir kadın tipi diye düşünmenize neden oluyor.

Sizin filminiz için “Atatürk her karede efsaneleştirilmiş ve anlatılan bilinenin ötesine geçmiyor” diye eleştiriler var, ne dersiniz?

Bilmediğimiz ne var? Zaten bildiğimiz bir hikayeyi anlatıyoruz. Mustafa Kemal Paşa’nın hayatını hepimiz resmiyle tanıştığımız gün öğrendik. Bu hikayeyi biliyoruz zaten artık bu hikayeye kim, nerden bakıyor bizi bu ilgilendiriyor. Bir tarihsel kişilikten söz ediyoruz. Yalan mı söyleyecektik? Ne anlatacaktık? Farklı bir kurgu olabilirdi denebilir ama yeni bir şey anlatmadı denemez. Bu da ayrıca Zülfü Livaneli’nin vizyonudur. O bir sanatçı. Herkesin kafasında bir başka Mustafa Kemal Atatürk var. Zülfü Bey, ‘Benim Mustafa Kemal’im bir kahramandı’ diyebilir, hadi bakalım var mı diyeceğiniz?

Tarihe damgasını vurmuş Latife Hanım, Zübeyde Hanım, Piraye gibi kadınları oynamanız bir tesadüf mü ve sizde yarattığı duygusu nedir?

Her seferinde bir korku oluştu ve her birine yaklaşımım çok farklı oldu. Latife’yi oynarken onun toyluğunda yaklaşmıştım karaktere çünkü yeni mezundum ve o kadar toydum. Piraye zaten benim aşkımdı. Nazım Hikmet’in Piraye’ye Mektupları başucu kitabımdı. Hayatımda hep Piraye’yi çağırırdım ne kadar oynanası bir karakter diye. Bir gün önüme çıkıverdi senaryo. Zübeyde karakteri için teklif geldiğinde çok şaşırdım. Çağırdığım ve düşlediğim bir rol değildi.

‘Her şeyi yüksek sesle istemek lazım’ diye bir açıklamanız var, kuantum fiziğine yakın bir düşünceye sahip olduğunuzu mu anlamalıyız bu düşünceden?

Dilemenin yüksek sesle olması gerektiğine inanıyorum. Kendi sesimi duyacağım ki, ne dilediğimi bileyim. Ne dilediğinizden korkmanız gerektiğini de düşünürüm ayrıca. İnsan bir şeyi dilerken çok dikkatli olmalı. Dünya, Alaaddin’nin Sihirli Lambası gibi çünkü. Aslında çok avantajlı olduğunu düşündüğünüz bir şey sizin için dezavantaja da dönebilir. Her bitişin ardında bir sır olduğunu da düşünmek lazım. Depresyonun dibine yuvarlanmaktansa daha çok bakalım ne geliyor diye bakmak lazım hayata. İçinizden dilediğinizde birtakım blokajlar uyguluyorsunuz ama bu filmde oynamak istiyorum diye yüksek sesle söylediğinizde inanın bunun ardından negatif bir düşünce gelmiyor.

Sinan Bey için de mi yüksek sesle dilekte bulunmuştunuz?

Sinan’la evlenme hikayemiz böyle olmadı. Sinan’la ilk tanıştığımızda birtakım duygular konusunda daha inançsızdım. “Aşk güzel şey, herhalde bir yerlerde vardır” derdim. Kahkahalar… Zaten bir çalışmada partnerimdi ve prensip olarak ilişkiye karşıydım. Ama bu ilişkide onun ısrarcılığı oldu. İkna etti ve çekti içine beni. Herhalde o yüksek sesle söylemişti. Kahkahalar…

Yemek yapmayı severmişsiniz, peki, evde kim yapar yemekleri?

Ben yaparım. Eşimden daha farklı bir mutfak anlayışım var. O yüzden daha sağlıklı şeyler yapmaya çalışıyorum. Çalışma şartlarından evimizde her akşam sıcak yemek olmuyor ama elimden geldiğince bir ev hanımı olarak performans göstermeye çalışıyorum.

Anne evinden gelen bir alışkanlıkla Sinan Bey evde üç öğün yemek ister mi?

Öyle şeyler istemez hiç. Bu anlamda inanılmaz bir kocam var. Olursa çok mutlu olur, bin defa teşekkür eder ama evde her daim yemek olsun demez hiç. İkimiz de çalışma sistemimizin çok farkındayız. Bazen o çalışıyor, bazen ben. Bu çok doğru bir denge ve onu tutturamazsanız zaten iki oyuncunun evliliği çok zor olur. İki tarafın birbirini anlaması gerekiyor.

En çok hangi konularda anlaşmazlık çıkar?

Genelde hayat görüşümüz farklı zaten. Şu ya da bu diyemeyeceğim kadar çoktur. Birbirimize çok bulaşmadan, çok değiştirmeye çalışmadan yaşamayı başarıyoruz. Bu çok güzel ve heyecanlı bir şey. Kendine benzeyen birini yaratmanın bir anlamı yok çünkü. Herkes kendini birey olarak koruduğu ve karşı tarafa az müdahale ettiği sürece her şey çok iyi gidiyor. Birbirimizi rahat bırakıyoruz.

Çocuk istiyor musunuz?

Şu anda istemiyorum ve çocuğumuz olsun diye delirmiyoruz. Hayat bu. Mutlaka onun da sırası gelecektir. Doğru zamanı bir tek eşimle ben bir de kader çizgisi bilir.

Özdemir Asaf “benim için mutluluk bir kibrit çöpü ne kadar yanarsa” der, sizin için mutluluk ne ifade eder?

‘Her canlının ölümü tadacağını ama sadece bazılarının hayatı tadacağını öğrendim’ diye çok sevdiğim bir söz var. Ölüm hepimizin kaçınılmaz sonu ama bence asıl maharet; ölüme giderken ki yolculuğunuz sırasında hayatın tadına varmak ve bunu en keyifli, en güzel, en her şeyin farkında olarak yaşamak. İnsanların ortak gerçeği doğum ve ölüm. Sonuçta hepimiz aynı yere gidiyoruz. Hayatın tadına vararak yaşamaya çalışıyorum hatta acının da gerçekten bu işin içinde tuz, biber olduğunu ve acıyı yaşamazsak neşenin kıymetini ve güzelliğini bilemeyeceğimizi düşünüyorum.

Hiç yorum yok: