SIRA DIŞI SUÇ ÖYKÜLERİ: KARANLIĞA YOLCULUK
Profesör Dr. Sevil Atasoy, Doğan Kitap yayınlarından ‘Karanlığa yolculuk’ adında bir kitap çıkardı. Gerçek suç öykülerinin anlatıldığı bu kitapta Atasoy, suçların aydınlatılması, masumlar ile suçluların ayırt edilmesinde kullanılan inanılmaz teknikleri ve zeka oyunlarını polisiye öykü tadında anlatıyor.
Birleşmiş Milletler Uluslararası Uyuşturucu Kontrol Kurulu Başkanlığı’nı yürüten Sevil Atasoy ile yeni çıkan ‘Karanlığa Yolculuk’ adlı kitabı vesilesiyle buluştuk. Söz konusu Sevil Atasoy olunca haliyle konumuz seri katiller, pedofili, istismar edilen çocuklar oldu. Polisiye roman tadında anlatılan gerçek hikayeler içimizi ürpertmeye, komşumuzdan bile şüphelenmemize neden oluyor… ‘Henüz küçücüktü. Üşümesin diye sımsıkı giydirilmişti. Bulduklarında çoktan donmuştu. Beyaz bir tabuta koyup gömdüler. Mezar taşına ‘Meçhul çocuk’ diye yazdılar.’…
Suç işleme eğilimi olanlarda biyolojik bozukluk söz konusu mu?
Yapılan birçok araştırma suç işlemeye olan yatkınlığın genetik bazı işaretleri, bazı risk faktörleri olduğunu gösterse de, bunda kişinin bulunduğu ortamın, yetişme biçiminin, ahlaki, dini değerlerin de etkisi vardır. Yıllarca ceza evinde yatmış ya da uyuşturucu madde kullanmış anne babadan olan tek yumurta ikizlerinden birinin suça olumlu bakan ortamlarda diğerinin ise tamamen suç işlemeden uzak ve yüksek ahlaki değerlerin olduğu ortamlarda yetiştirilmesi neticesinde ilkinin suç işlediği ikincinin ise böyle eylemlere kalkışmadığı görülmüştür. Suç işleme yatkınlığı riskini taşıyan gen bölgesi tek değildir. Çok sayıda genden oluşur. Yani ‘bir gen, bir kusur’ teorisi burada geçerli değil. Çok sayıda genin bir araya gelmesi, insanın suça meyilli olup olmadığı konusunda bir risk oluşturur.
Seri katillik geni diye bir şey var mı?
Hayır, öyle bir şey yok. Genel olarak risk alma dürtüsünün yüksek olduğu görülür. Bu risk kumar oynamak, yüksekten atlamak, hızlı araba kullanmak da olabilir, adam öldürmek de. Bu insanların beyinlerinin belli bir bölgesinde bir değişiklik ve farklılık olduğu için risk alıyorlar. Bu risk kasksız motor kullanmaktan başlayarak daha farklı boyutlara tırmanabilir. İnsan beyni kendini mutlu edemeyince o da mutluluğu birtakım heyecanlar arayarak giderebiliyor.
Türkiye’de seri katil hikayesine çok rastlamıyoruz değil mi?
Çok sayıda faili meçhul ve bir DNA bankası olmadığı için geriye yönelik aydınlatılmamış birtakım cinayetlerin aslında aynı kişi tarafından işlenip işlenilmediği hakkında bir bilgimiz yok. Ama artık çok ciddi DNA analizleri yapılmakta. Faili meçhul cinayetlerde faile ait DNA bulunduysa eğer o veri tabanında tutuluyor. Dolayısıyla bir sonraki cinayette ya da ırza geçmede yine faile ait DNA bulunursa bunun aynı kişi olup olmadığı anlaşılabiliyor artık.
Seri katiller polisler tarafından beğenilmek, başarılı bulunmak istermiş…
Biri tarafından takdir edilmek isteniyor. Takdir görmediği için kendini önemsetmek, tanınmak istiyor. İşlediği cinayetlerin yansımaları medyada yer aldığı zaman giderek ün kazanmak da olduğunu görüyor. Özellikle gazetelere haber veren çok sayıda seri katil vardır. Ve önünde sonunda açığa çıkmak ve o şekilde takdir görmek isterler.
İSTİSMAR EDEN ANTRENÖRÜ DE OLABİLİR
Çocuklarının suça eğilimli olup olmadığı anlaşılır mı?
Bunun en belirgin işaretlerinden biri hayvana yönelik şiddettir. Küçük çocukların hayvanlara yönelik acımasızca davranışları, oyuncaklarının gözlerini oyması mutlaka dikkat edilmesi gereken bir durumdur. Kedinin kuyruğunu kesip, öldürmeye kadar varabilir. Birçok ülkede katillerin çocukluklarında hayvana karşı fena muamele yaptığını gösteren birçok bilimsel yayın vardır. Bugün hayvana şiddet gösterenin yarın önünde sonunda insana da şiddet göstereceğinin bir bilimsel gerçek olduğunu unutmamak lazım.
İstismar edilen küçük bir çocuğun ileride bir istismar edene dönüşmesi kaçınılmaz mıdır?
Bu bir şiddet döngüsüdür. Baba anneyi, anne çocuğu, çocuk arkadaşını döver. Bu döngünün içinden kolay kolay çıkılmaz. Bir insanın yaşabileceği en büyük travma cinsel istismardır. Bu istismarı yapan hele aileden birisiyse çocuğun kendi başına bunun üstesinden gelmesi hemen hemen olanaksızdır. Bu yaşanan travma ya intihara neden olur ya da bir başkasının canını acıtmaya.
Peki, bir çocuğun tacize uğradığını nasıl anlarız?
Konuşmasında yaşına uygun düşmeyen cinsel içerikli sözcüklerin ortaya çıkması, ani içe kapanmalar, iç çamaşırlarında görülen kan lekeleri, vücudunda oluşan morluklar bilgi verir. Ender bir olay değildir ams her zaman gizli tutulduğu için gerçek sayıları bilemiyoruz. Hele de bu bir otorite figürü, öğretmen, antrenör, üvey baba hatta babanın kendisi olursa bunu söylemeye cesaret edemez, korkar.
Bunu küçük bir çocuğa anlatırken nasıl bir ifade kullanacağız?
“Hoşuna gitmeyen bir şekilde biri sana dokunursa eğer mutlaka engel ol ve gel bana söyle” diye muhakkak uyarmak lazım. Toplumumuzda cinsel bölgeler zaten korunur. Mutlaka insanlar örtünür ve de yabancıların görmesi istenmez. Fakat özellikle babalar erkek çocuklarının cinsel organlarının gelişmişliğini kendi erkek arkadaşlarına gösterirler. Bu çok yanlış bir tutumdur. Kız ya da erkek olsun organlarının sadece kendilerine ait olduğu ve bunun başkalarına gösterilecek, teşhir edilecek bir beden parçası olmadığını öğretebilmek lazım.
Babanın ya da annenin çocuğun yanında iç çamaşırıyla gezmesi normal mi?
Hiçbir yaşta bu kadar uluorta dolaşmak ne anne ne de baba için doğru. ‘İnsanın bedeni kendine aittir, korunması icap eder’i öğretmek gerekir.
O zaman plajda ya da havuz kenarında giydirirken ‘amcalar teyzeler bakmaz sen çocuksun’ da dememek lazım…
Katiyen soymamak lazım. Çünkü özellikle küçük yaştaki çocuklara düşkün olanların en temel gittikleri yerlerden biri havuz kenarı ve plajlardır. Buralarda özellikle fotoğraf çeken erkeklere dikkat etmek lazım. Çocuklara bakıp sanki güzel bir objenin fotoğrafını çekiyormuş gibi duranların tamamı aslında o malzemeyi kullanmak içindir. Bu malzemeyi internette de kullanılabilir, kendisi içinde.
Peki, bunlar başka nerelerde gezer?
Bunlar maalesef spor öğretmenliği, antrenörlük özellikle bireysel, baş başa çalışabilecek sporları tercih eder. Öğretmen ve antrenörünün kim olduğunu incelemek lazım. Türkiye’de maalesef bu tip mesleklere girenlerle ilgili bir araştırma yapılmıyor. Bu bir hastalık ve bu insanların aslında tedaviye ihtiyacı var. Bunu kasten yapmıyorlar.
Yakınımızdaki birinin pedofili olup olmadığını anlamak mümkün mü?
Çocuklara karşı gereğinden fazla ilgi gösteren genellikle evlenmemiş kişilerle (ya da evli olup çocukları da olabilen kişiler de olabilir) tek başına bırakmamak gerekir. Tek başına oturan ve konu komşunun çocuklarına dadılık yapan, bir yere gittiğinizde ben bakarım diyenlerden kuşkulanmak lazım. Tabii bu bir paranoyaya dönüşebilir. Ama daha sonra çok acı çekmektense çocuğun her şeyi açıklıkla söyleyebileceği bir dönem gelene kadar takip etmek de ve yabancılarla çok fazla yalnız bırakmamak da fayda var.
Yeni vizyona giren ‘Ejder Kapanı’ adalet sistemini sorgulayan bir film, aftan yararlanıp cezaevinden çıkan suçlular tek tek bir seri katil tarafından öldürülüyordu. Size göre af bir çözüm mü?
Doğru bulmuyorum. Af bir çözüm olamaz. İdam cezasından da yana değilim. Hiçbir zaman idam cezası caydırıcı olmamıştır. Bu cezanın olduğu toplumlarda da çok ciddi bir biçimde suç var. İnsanlar korksaydı suç işlemezdi.
Kadınlar öldürür hem de sinsice diyorsunuz, kadınlarda oran nedir ve hangi yolla öldürmeyi seçerler?
Sayısal olarak bakıldığında erkeklere göre daha az gözüküyor. Çünkü kullandıkları silahlar farklı. Erkekler bıçak ya da silah kullanıyorsa kadınlar da zehiri tercih ediyor. Otopside zehirler her zaman kolay bulunmaz. Mantardan iyi anlayan bir kadın bunu yedirdiyse siz bunu enfarktüs krizi zannedebilirsiniz. Birçok kadının sinsice cinayetler işlemiş olması kuvvetle muhtemel. 1700’lerde kocalarını öldürmek isteyen kadınlar için birtakım sıvılar imal eden ve satan ünlü kadınlar vardır. Bunların çok sayıda insan öldürdüğü ve anlaşılmadığı bir gerçektir.
DNA BANKASI KURULMALI MI?
Risk oluşturur ve ayrımcılığa yol açar deniyor. Suçları aydınlatma amaçlı DNA analizinde hiçbir şekilde o kişinin ırkı, etnik kökeni gibi bir bölge aranmıyor. Sadece bütün dünyanın uzlaşmış olduğu DNA üzerindeki 16 bölgenin özelliği inceleniyor. Bu ne göz rengi, ne kaş rengidir. Bir sayısal kod verisidir. Burada muhafaza edilen DNA’nın kendisi değil, sadece bu 16 bölgedeki sayısal bir veri. Eğer DNA’nın kendisi muhafaza edilse o zaman ben de buna karşı çıkarım. Çünkü o DNA’yı alıp başka bir yere koymak mümkün. DNA bankası denilince kendisinin bankalandığı sanılıyor haklı olarak. Buna belki de sayısal veri bankası gibi başka bir isim vermek lazım.
Hürriyet gazetesinde yazmaya başlamanızı Hurşit Tolon ile tanışıklığınıza bağlayanlar vardı, gidişiniz üzerine de birtakım şaibeler yapıldı, gazetedeki yazılarınıza devam etmemenizin gerçek sebebi nedir?
Temel nedeni Hürriyet Pazar ekinin format değiştirmesi. Daha magazinel, daha popüler ve daha büyük başlıklarla daha kolay okunur bir hale geldi. Yazılarım tam sayfa, oldukça ağırdı. Kısaltmamı istediler ama bütün olayı verebilmek için kısaltamadım. Fakat bunu çok tuhaf nedenlere bağladılar. 5 sene bana bu gazetede tam sayfa yer ayırıyorlar ve o sayfaya reklam almamaya çalışıyorlar uzun uzun yazabileyim diye. Biri rica etti diye (Hurşit Tolon) Hürriyet size tam sayfa yazdırmaz ki. Yazılarımın neredeyse hiçbiri Türkiye ile ilgili değil. İnsan oraya bir misyonla gelse herhalde araya bir tane de bir şey yazardı. Zaten ne öyle bir niyetim ne de öyle bir yaklaşımım var. Siyasi olarak bir ilgim de yoktur açıkçası.
Mehmet Ali Ağca suçlu mu, akıl hastası mı? Askerlik yapabilir mi?
Bu benim branşım değil aslında. Şu anda raporu kimin verdiğini bilemiyorum ama ne olursa Adalet Bakanlığı Adli Tıp Kurumunun ilgili ihtisas bölümünden akli dengesinin yerinde olup olmadığı raporu alınacaktır. Askerliğe elverişli olup olmadığı meselesinde yasal olarak kimin yetkili olduğunu bilmiyorum. Bu durum sadece askerliğe elverişli olup olmadığı meselesinin ötesinde başka konularda da karşımıza çıkabilir.
PINAR SELEK’LE BAĞLANTI KURULMASINI ANLAMADIM
Pınar Selek’in suçlandığı Mısır Çarşısı olayında patlayan şey tüp değil, bombadır diye bir rapor vermişsiniz ama farklı görüşler de var…
‘Patlamanın nedeni bombadır’ diye bir rapor vermedim. Topladığımız malzemelerin üzerinde azotlu ve değişik yerlerde tekrarlanan bir kimyasal madde bulduk. Bunun üzerinde dikkatle durulmasını, otopsi bulgularından yola çıkarak patlamanın şiddetini hesaplamalarını hem de büfenin içinde ölen kişinin kanında bir madde arayın dedik. Bu maddeyi aramadılar ve basıncı da hesaplayamadılar. O maddeyi araştırsalardı bunun bir tüp gaz malzemesi olup olmadığı anlaşılabilecekti. Biz sadece topladığımız şeylerde kimyevi bir analiz yapıyoruz. Oraya kim gitmiş, yanında kim varmış buna bakmıyoruz ki. Dolayısıyla Pınar Selek’le doğrudan bağlantı kurulmasını da anlayabilmiş değilim. Ben teknik bir insanım. Beni yaptığım analiz ilgilendirir. Adli tıp kurumu belki de bu analizlerin önemini anlayamadı.
31 Mart 2010 Çarşamba
SEVİL ATASOY
Etiketler:
dna analizi,
ejder kapanı,
gen haritası,
hurşit tolon,
intihar,
pedofili,
pınar selek,
seri katil,
suç,
şiddet,
travma,
uyuşturucu
BEGÜM KÜTÜK
GERÇEK AŞKIMI BULDUM, ÇOK MUTLUYUM
Romantik Komedi filminde kendinden başkasını sevmeyen, egosu yüksek birini oynayan Begüm Kütük gözlem yaparken hiç zorlanmadığını, Nişantaşı’ndaki kadınları izlediğini anlatıyor. Filmin kadın erkek ilişkilerini anlatan, izleyenlerin kendinden çok şeyi bulacağı aşka dair bir hikayesi olduğunu belirten Begüm Kütük, sonuç olarak “neşeli bir romantik komedi filmi yaptık” diyor.
Begüm Kütük ile Romantik Komedi filmi vesilesiyle geçen hafta buluştuk. Beyaz camın gerisinde soğuk biriymiş gibi görünse de aslında sempatik, hoş sohbet, çok samimi oldukça konuşkan biriymiş. Keyifli sohbetimiz film, arkadaşlık ve aşk ilişkileriyle başlayıp Erdil Yaşaroğlu ile nasıl tanıştıklarından evlilik teklifine kadar sürdü.
Romantik Komedi filminde Ece karakterini oynuyorsun, nasıl biri Ece?
Ece bir kreatif ajansın sahibi, egosu çok yüksek, kendinden başkasını sevmeyen ve statülere takık biri. Egosu uğruna yapamayacağı hiçbir şey yok. Oldukça kötü bir karakter. Nişantaşı’nda oturup sokağa baktığınızda Ece kadar ihtiraslı, güzelliğine düşkün, kendisinden başka hiç kimseyi önemsemeyen bir sürü insan var. Gözlem yaparken hiç zorlanmadım. İlk defa böyle kötü bir karakter canlandırdım. Ama çok iyi çıktı, tepkilerden çok memnunum.
Peki, Ece karakterinin erkeklerle arası nasıl? Muhtemelen onları harcıyordur…
Ece sahip olduğu ajansın kreatif direktörüyle (Cemal Hünal) 5 yıllık bir ilişki yaşıyor. O adamı seçmesinin nedeni de Türkiye’deki en iyi kreatif direktör ve yakışıklı olması. Birbirlerini aldattıkları ve laçka olmuş bir ilişki yaşıyorlar. Aslında günümüz ilişkilerini gözler önüne seren bir ilişki modeli.
Romantik Komedi filmi için ‘sex and the city’ benzetmesi yapılıyor, size göre?
Bu benzetme yapıldı ama hiç alakası yok. Güzel mekanlar, evler, kostümler ve 4 kadın, üç erkek karakter olunca böyle bir kıyaslama yapmış olabilirler. Çok bizden 3 kızın hikayesi var. 18-30 yaş kuşağının hayata bakışını ve tüm sorunlarını anlatıyor. Bir erkek bir kıza yakınlık duyuyorsa neden aramaz, aradığında verdiği tepkiden ne anlaşılmalı gibi birçok sorunun cevabı veriliyor. Her aşkta travmalar ve sorunlar olabileceğini güzel bir biçimde gözler önüne seriyor filmimiz.
SEVMEK VE SEVİLMEK ÇOK ÖNEMLİ
Arkadaşlık sizin için ne ifade ediyor?
Benim için arkadaşlık ve dostluğun önemi çok büyük. Hayatta kardeşim gibi çok sevdiğim 3 yakın dostum vardır ve hiç ayrılmayız. Filmdeki gibi bizde de hayata dair bir şeyler yaşandığında hemen o üç kişi arasında paylaşılır. Kararlar alınır ve stratejiler uygulanır.
Peki, ya aşk?
Benim için aşk çok anlamlı. Aşka inancını yitirmiş insanlardan değilim. İlk görüşte aşka evet ama birbirini tanıyıp dostluk ettikçe bir uyum ve bir elektriklenmenin olabileceğine inanıyorum. Benim için salt aşktansa önce arkadaş olmak, her şeyi paylaşabilmek, ortak hobilere ve zevklere sahip olmak çok daha önemli. Bu da zaten aşkı pekiştiriyor, sonsuz saygıyı ve sevgiyi getiriyor. Ama aşık olduğum zaman da çok aşık olurum.
Peki, ne olur aşık olunca?
Aşık olunca elim ayağım titrer, onu görünce ne yapacağımı bilemem, yüzüm seğirir, çok heyecanlanır ve kilitlenirim. Konuşamam. Bunun yanında aşk acısı çektiğimde de bayağı bir oturur içime. Erkek arkadaşımla tartıştığımda günlerce oturup ağlayabilirim. Bir anda 7 kilo verebilirim. Bakıldığında şapşal aşık oluyorum yani.
Bozulan bir ilişki için ne yaparsın?
Örneğin karşımdakini aramak mı istiyorum, “ararsam 2-0 mağlup olacağım’ gibi oyunlara girmem. Elimden ne geliyorsa sonuna kadar yaparım. Ve her zaman alttan almaya çok özen gösteririm. Çünkü sevmek ve sevilmek çok kıymetli. Aslında ilişki çok zor yakalanıyor ve çok çabuk tükeniyor. Çünkü kimsenin kimseye tahammülü yok. İlişkinin başlangıcında birbirlerini tanımak için zaman harcamıyorlar. Ya da yaşadıkları ilk problemde hemen ayrılıyorlar. Ama gerçek aşk, gerçek sevgi ve uzun ömürlü ilişki çok güzel. Ben buldum hayatımda ve şu an çok mutluyum o yüzden keyfim yerinde.
İLK GÖRÜŞTE BİRBİRİMİZDEN ETKİLENDİK
Peki bu mutluluğu bizimle de paylaşır mısın?
Üç yıldır birlikteyiz ve çok mutluyum. Onda kendi yansımamı görüyorum, o kadar bana benzeyen biri ki. Ortak payda da çok iyi anlaşıyoruz. Birbirimizde hoşlanmadığımız yönlerimiz de oluyor ama bunları da zamanla törpülemeye başlıyoruz. Ve biz duygusuyla devam ediyoruz hayata. İnsanlar bu devirde ‘biz’ olamıyor. Ben ve sen duygusuyla egosal bir savaş var.
Onda bir şeyleri değiştirdiğin ya da onun sende değiştirdiği şeyler oldu mu?
Önceden çok daha fazla heyecanlı ve sabırsızdım. Çok çabuk umutsuzluğa kapılırdım. Erdil, daima sabırlı olmamı, hayatın aslında bu kadar da çetrefilli olmadığını öğretti. Daha sağlıklı ve neşeli düşünmenin önemini anladım. Onun da kadın, erkek ilişkilerinde çok fazla bilmediği şey vardı. Örneğin hayatında belki hiçbir kadına çiçek almamıştı. Artık bir kadının çiçekten hoşlanabileceğini düşünüp ve bu ben olduğum için öyle bir jest yapmayı öğrendi. Romantizmin ne demek olduğunu anlamaya başladı. Bu romantizmin içinde illaki mumlar olmasına gerek yok ama günün bir anında hoş bir mesajla ya da sosyal bir ortamda göz göze geldiğimizde küçücük bir bakışla bunu bana bir şekilde hissettirmeyi öğrendi. Kadın, erkek ilişkisine dair birbirimizi mutlu etmenin yollarını öğreniyoruz. İkimiz de aynı yolculuktayız.
Tanışmanız nasıl oldu peki, kim önce davrandı?
En yakın olduğum dostlarımla birlikteydik ve ortak bir arkadaşımız tanıştırdı, Sohbet ettikçe bütün arkadaşlarımızın ortak olduğunu fark ettik. Evlerimiz birbirine çok yakınmış, aynı mahallede oturuyormuşuz neredeyse. Garip bir samimiyet oluştu. Birbirimizin telefonlarını aldık. Hemen kızlarla ne kadar yakışıklı, zeki, herkes ona bayılıyor diye hemen fısır fısır kaynatmıştık. Kız arkadaşlarımdan da onay gelmişti. Bir gün sonra da arayıp yürüyüş yapacağını söyledi ve davet etti. İlk görüşte etkilendik birbirimizden.
İlk tanışma gecesine ait bir anı var mı?
Evet, bunu da ilk kez anlatıyorum. O gece ayrılırken “verdiğin telefon numarası doğru mu” diye sormuştu. Şaşırdım, ilk defa başıma böyle bir şey geliyordu. Böyle yapan insanlar mı var diye sorunca o da “sadece emin olmak istedim, beni çaldırır mısın” demişti. Galiba bu devirde insanlar sohbet edip yalan dolan cep telefonları veriyorlar herhalde diye düşünmüştüm. Gerçekten çok şaşırmıştım.
Diğer kızlardan birini de beğenebilirdi ama seni seçmiş, hiç bunun üzerine düşündün mü?
Tabii. Daha sonra bir sürü insan vardı ‘niye ben’ diye sordum. “Konuşmaya başladığımız andan itibaren o kadar samimi ve doğaldın ki, ailemden biri gibi sohbet ettik ve bundan çok etkilendim” dedi. Doğum, ölüm ve evliliğin kadere bağlı olduğuna inanıyorum. Bu kadar yakınımda olup onunla hiç karşılaşmamış olmam ilginç. İlişkiye hazır olduğunda demek ki karşına çıkabiliyor. Alaturka olacak belki ama kısmet olduğunu düşünüyorum.
KISKANÇLIK YAPMAM
Evlilik düşüncesi var mı?
Var tabii. Bakın yüzüğümüz de var. Gayet güzel evlilik teklif etti, kabul ettim. Evlilik teklifinden sonra 3 ay geçti, ben de bunun üzerine yüzüğü takıp beni oyalıyorsun galiba deyip espri yaptım. Bunun üzerine çok güldük. Ona neler yapılması gerektiğini tek tek anlatınca da beyni acıdı. “Bunlar çok zor, nasıl vakit bulacağız bunca şeye” dedi. Şimdi feci şekilde tutuşmuş durumda. Her şeyi organize etmeye çalışıyoruz.
Tebrik ederim, evlenme teklifini nasıl yaptı, sürpriz var mıydı?
Sağ olun. Valla özel bir şey planlamış, karikatürist olduğu için çok nüktedan, tatlı biri ve çok keyifli evlenme teklifi etti. Aslında bunu herkesle çok paylaşmak istiyorum. Ama Erdil, “bu ilişki benim için o kadar kıymetli ki, incecik bir kristale benzetiyorum, dışarıda çok karmaşık bir hayat var ve biri buna çarpar da kırar diye çok korkuyorum” diyerek kimseyle paylaşmamamı istedi. Ama çok güzeldi.
Erkek arkadaşını sürekli birlikte olalım diye bunaltır mısın yoksa ona da alan tanır mısın?
Kendime yapılmasını istemediğim hiçbir şeyi karşı tarafa da yapmam. Her an arayan, nerdesin diyen, sürekli mesaj çeken birinden çok sıkılırım. Karşımdaki insana zırt pırt mesaj çekip, gün içinde 5 kere ne yapıyorsun diye aramam, sürekli benimle vakit geçirmesini istemem. Kıskançlık da yapmam. Bu kadar girift olmanın ilişkileri iyi bir noktaya getireceğine inanmıyorum. Erdil’in gece çıkmasına da karışmam sadece nereye gittiğini bilirim. Bu karşınızdakine duyduğunuz güvenle de ilgili. Ona o kadar çok güveniyorum ki aklımın ucundan o tip bir düşünce geçmez. Hiç kondurmam.
Ya diğer insanlara güveniyor musun?
Aslında bazı insanlar kötü yürekli. Bunu yaşadım. Mesela erkek arkadaşım gittiği yerden saat onda kalkıp benim yanıma geldiğinde bir gün sonra bir arkadaşım “dün Erdil’i gördüm gece 1de mekandan ayrıldı” diyebiliyor. Bu çok haince bir şey. Bunlara gülüp geçiyorum. Oysaki o saatlerde biz beraberdik. Bunlar kötü yürekli insanların küçük oyunları. İlişkide güven duyuyorsan rahat bırakmak lazım.
Romantik Komedi filminde kendinden başkasını sevmeyen, egosu yüksek birini oynayan Begüm Kütük gözlem yaparken hiç zorlanmadığını, Nişantaşı’ndaki kadınları izlediğini anlatıyor. Filmin kadın erkek ilişkilerini anlatan, izleyenlerin kendinden çok şeyi bulacağı aşka dair bir hikayesi olduğunu belirten Begüm Kütük, sonuç olarak “neşeli bir romantik komedi filmi yaptık” diyor.
Begüm Kütük ile Romantik Komedi filmi vesilesiyle geçen hafta buluştuk. Beyaz camın gerisinde soğuk biriymiş gibi görünse de aslında sempatik, hoş sohbet, çok samimi oldukça konuşkan biriymiş. Keyifli sohbetimiz film, arkadaşlık ve aşk ilişkileriyle başlayıp Erdil Yaşaroğlu ile nasıl tanıştıklarından evlilik teklifine kadar sürdü.
Romantik Komedi filminde Ece karakterini oynuyorsun, nasıl biri Ece?
Ece bir kreatif ajansın sahibi, egosu çok yüksek, kendinden başkasını sevmeyen ve statülere takık biri. Egosu uğruna yapamayacağı hiçbir şey yok. Oldukça kötü bir karakter. Nişantaşı’nda oturup sokağa baktığınızda Ece kadar ihtiraslı, güzelliğine düşkün, kendisinden başka hiç kimseyi önemsemeyen bir sürü insan var. Gözlem yaparken hiç zorlanmadım. İlk defa böyle kötü bir karakter canlandırdım. Ama çok iyi çıktı, tepkilerden çok memnunum.
Peki, Ece karakterinin erkeklerle arası nasıl? Muhtemelen onları harcıyordur…
Ece sahip olduğu ajansın kreatif direktörüyle (Cemal Hünal) 5 yıllık bir ilişki yaşıyor. O adamı seçmesinin nedeni de Türkiye’deki en iyi kreatif direktör ve yakışıklı olması. Birbirlerini aldattıkları ve laçka olmuş bir ilişki yaşıyorlar. Aslında günümüz ilişkilerini gözler önüne seren bir ilişki modeli.
Romantik Komedi filmi için ‘sex and the city’ benzetmesi yapılıyor, size göre?
Bu benzetme yapıldı ama hiç alakası yok. Güzel mekanlar, evler, kostümler ve 4 kadın, üç erkek karakter olunca böyle bir kıyaslama yapmış olabilirler. Çok bizden 3 kızın hikayesi var. 18-30 yaş kuşağının hayata bakışını ve tüm sorunlarını anlatıyor. Bir erkek bir kıza yakınlık duyuyorsa neden aramaz, aradığında verdiği tepkiden ne anlaşılmalı gibi birçok sorunun cevabı veriliyor. Her aşkta travmalar ve sorunlar olabileceğini güzel bir biçimde gözler önüne seriyor filmimiz.
SEVMEK VE SEVİLMEK ÇOK ÖNEMLİ
Arkadaşlık sizin için ne ifade ediyor?
Benim için arkadaşlık ve dostluğun önemi çok büyük. Hayatta kardeşim gibi çok sevdiğim 3 yakın dostum vardır ve hiç ayrılmayız. Filmdeki gibi bizde de hayata dair bir şeyler yaşandığında hemen o üç kişi arasında paylaşılır. Kararlar alınır ve stratejiler uygulanır.
Peki, ya aşk?
Benim için aşk çok anlamlı. Aşka inancını yitirmiş insanlardan değilim. İlk görüşte aşka evet ama birbirini tanıyıp dostluk ettikçe bir uyum ve bir elektriklenmenin olabileceğine inanıyorum. Benim için salt aşktansa önce arkadaş olmak, her şeyi paylaşabilmek, ortak hobilere ve zevklere sahip olmak çok daha önemli. Bu da zaten aşkı pekiştiriyor, sonsuz saygıyı ve sevgiyi getiriyor. Ama aşık olduğum zaman da çok aşık olurum.
Peki, ne olur aşık olunca?
Aşık olunca elim ayağım titrer, onu görünce ne yapacağımı bilemem, yüzüm seğirir, çok heyecanlanır ve kilitlenirim. Konuşamam. Bunun yanında aşk acısı çektiğimde de bayağı bir oturur içime. Erkek arkadaşımla tartıştığımda günlerce oturup ağlayabilirim. Bir anda 7 kilo verebilirim. Bakıldığında şapşal aşık oluyorum yani.
Bozulan bir ilişki için ne yaparsın?
Örneğin karşımdakini aramak mı istiyorum, “ararsam 2-0 mağlup olacağım’ gibi oyunlara girmem. Elimden ne geliyorsa sonuna kadar yaparım. Ve her zaman alttan almaya çok özen gösteririm. Çünkü sevmek ve sevilmek çok kıymetli. Aslında ilişki çok zor yakalanıyor ve çok çabuk tükeniyor. Çünkü kimsenin kimseye tahammülü yok. İlişkinin başlangıcında birbirlerini tanımak için zaman harcamıyorlar. Ya da yaşadıkları ilk problemde hemen ayrılıyorlar. Ama gerçek aşk, gerçek sevgi ve uzun ömürlü ilişki çok güzel. Ben buldum hayatımda ve şu an çok mutluyum o yüzden keyfim yerinde.
İLK GÖRÜŞTE BİRBİRİMİZDEN ETKİLENDİK
Peki bu mutluluğu bizimle de paylaşır mısın?
Üç yıldır birlikteyiz ve çok mutluyum. Onda kendi yansımamı görüyorum, o kadar bana benzeyen biri ki. Ortak payda da çok iyi anlaşıyoruz. Birbirimizde hoşlanmadığımız yönlerimiz de oluyor ama bunları da zamanla törpülemeye başlıyoruz. Ve biz duygusuyla devam ediyoruz hayata. İnsanlar bu devirde ‘biz’ olamıyor. Ben ve sen duygusuyla egosal bir savaş var.
Onda bir şeyleri değiştirdiğin ya da onun sende değiştirdiği şeyler oldu mu?
Önceden çok daha fazla heyecanlı ve sabırsızdım. Çok çabuk umutsuzluğa kapılırdım. Erdil, daima sabırlı olmamı, hayatın aslında bu kadar da çetrefilli olmadığını öğretti. Daha sağlıklı ve neşeli düşünmenin önemini anladım. Onun da kadın, erkek ilişkilerinde çok fazla bilmediği şey vardı. Örneğin hayatında belki hiçbir kadına çiçek almamıştı. Artık bir kadının çiçekten hoşlanabileceğini düşünüp ve bu ben olduğum için öyle bir jest yapmayı öğrendi. Romantizmin ne demek olduğunu anlamaya başladı. Bu romantizmin içinde illaki mumlar olmasına gerek yok ama günün bir anında hoş bir mesajla ya da sosyal bir ortamda göz göze geldiğimizde küçücük bir bakışla bunu bana bir şekilde hissettirmeyi öğrendi. Kadın, erkek ilişkisine dair birbirimizi mutlu etmenin yollarını öğreniyoruz. İkimiz de aynı yolculuktayız.
Tanışmanız nasıl oldu peki, kim önce davrandı?
En yakın olduğum dostlarımla birlikteydik ve ortak bir arkadaşımız tanıştırdı, Sohbet ettikçe bütün arkadaşlarımızın ortak olduğunu fark ettik. Evlerimiz birbirine çok yakınmış, aynı mahallede oturuyormuşuz neredeyse. Garip bir samimiyet oluştu. Birbirimizin telefonlarını aldık. Hemen kızlarla ne kadar yakışıklı, zeki, herkes ona bayılıyor diye hemen fısır fısır kaynatmıştık. Kız arkadaşlarımdan da onay gelmişti. Bir gün sonra da arayıp yürüyüş yapacağını söyledi ve davet etti. İlk görüşte etkilendik birbirimizden.
İlk tanışma gecesine ait bir anı var mı?
Evet, bunu da ilk kez anlatıyorum. O gece ayrılırken “verdiğin telefon numarası doğru mu” diye sormuştu. Şaşırdım, ilk defa başıma böyle bir şey geliyordu. Böyle yapan insanlar mı var diye sorunca o da “sadece emin olmak istedim, beni çaldırır mısın” demişti. Galiba bu devirde insanlar sohbet edip yalan dolan cep telefonları veriyorlar herhalde diye düşünmüştüm. Gerçekten çok şaşırmıştım.
Diğer kızlardan birini de beğenebilirdi ama seni seçmiş, hiç bunun üzerine düşündün mü?
Tabii. Daha sonra bir sürü insan vardı ‘niye ben’ diye sordum. “Konuşmaya başladığımız andan itibaren o kadar samimi ve doğaldın ki, ailemden biri gibi sohbet ettik ve bundan çok etkilendim” dedi. Doğum, ölüm ve evliliğin kadere bağlı olduğuna inanıyorum. Bu kadar yakınımda olup onunla hiç karşılaşmamış olmam ilginç. İlişkiye hazır olduğunda demek ki karşına çıkabiliyor. Alaturka olacak belki ama kısmet olduğunu düşünüyorum.
KISKANÇLIK YAPMAM
Evlilik düşüncesi var mı?
Var tabii. Bakın yüzüğümüz de var. Gayet güzel evlilik teklif etti, kabul ettim. Evlilik teklifinden sonra 3 ay geçti, ben de bunun üzerine yüzüğü takıp beni oyalıyorsun galiba deyip espri yaptım. Bunun üzerine çok güldük. Ona neler yapılması gerektiğini tek tek anlatınca da beyni acıdı. “Bunlar çok zor, nasıl vakit bulacağız bunca şeye” dedi. Şimdi feci şekilde tutuşmuş durumda. Her şeyi organize etmeye çalışıyoruz.
Tebrik ederim, evlenme teklifini nasıl yaptı, sürpriz var mıydı?
Sağ olun. Valla özel bir şey planlamış, karikatürist olduğu için çok nüktedan, tatlı biri ve çok keyifli evlenme teklifi etti. Aslında bunu herkesle çok paylaşmak istiyorum. Ama Erdil, “bu ilişki benim için o kadar kıymetli ki, incecik bir kristale benzetiyorum, dışarıda çok karmaşık bir hayat var ve biri buna çarpar da kırar diye çok korkuyorum” diyerek kimseyle paylaşmamamı istedi. Ama çok güzeldi.
Erkek arkadaşını sürekli birlikte olalım diye bunaltır mısın yoksa ona da alan tanır mısın?
Kendime yapılmasını istemediğim hiçbir şeyi karşı tarafa da yapmam. Her an arayan, nerdesin diyen, sürekli mesaj çeken birinden çok sıkılırım. Karşımdaki insana zırt pırt mesaj çekip, gün içinde 5 kere ne yapıyorsun diye aramam, sürekli benimle vakit geçirmesini istemem. Kıskançlık da yapmam. Bu kadar girift olmanın ilişkileri iyi bir noktaya getireceğine inanmıyorum. Erdil’in gece çıkmasına da karışmam sadece nereye gittiğini bilirim. Bu karşınızdakine duyduğunuz güvenle de ilgili. Ona o kadar çok güveniyorum ki aklımın ucundan o tip bir düşünce geçmez. Hiç kondurmam.
Ya diğer insanlara güveniyor musun?
Aslında bazı insanlar kötü yürekli. Bunu yaşadım. Mesela erkek arkadaşım gittiği yerden saat onda kalkıp benim yanıma geldiğinde bir gün sonra bir arkadaşım “dün Erdil’i gördüm gece 1de mekandan ayrıldı” diyebiliyor. Bu çok haince bir şey. Bunlara gülüp geçiyorum. Oysaki o saatlerde biz beraberdik. Bunlar kötü yürekli insanların küçük oyunları. İlişkide güven duyuyorsan rahat bırakmak lazım.
BURCU KARA
AŞK HUZURLU BİR DUYGU DEĞİL
Başrollerinde Burcu Kara, Begüm Kütük, Sinem Kobal, Sedef Avcı, Engin Altan, Cemal Hünal ve Gürgen Öz’ün oynadığı ‘Romantik Komedi’ filmi vizyona girdi. Filmde kentli kadın ve erkeğin aşk hikayeleri üzerinden mutluluğa ulaşmanın yolları aranıyor.
Filmde kuralları ve prensipleri olan bir karakteri canlandıran Burcu Kara, filmin aşk dolu ve gülümseten bir hikayesi olduğunu anlatıyor. Kadın, erkek ilişiklerinin anlatıldığı ‘Romantik Komedi’ filmi vesilesiyle buluştuğumuz Burcu Kara ile biz de ilişkiler üzerine bir söyleşi yaptık.
Filminizin konusunu sizden dinlesek…
Metropol hikayelerinden yola çıkarak kahramanların hayattaki duruşları anlatılıyor. Hepsinin başına bazen komik bazen üzücü olaylar geliyor. Hayatın içinden bir hikayesi var filmin ve karakterler sanal ya da karton değil. Çoğu insanın ‘aynı bizim gibi dertleri var, bizim gibi konuşuyor, bizim gibi düşünüyor diyebileceği bir film. Çok sıcak, aşk dolu ve gülümseten bir hikayesi var.
Oynadığınız Zeynep karakteri nasıl biri?
Her kız grubunda ‘bayan mantık’ olan bir tip vardır ya, öyleyim. Birçok şey Zeynep’e saçma, boş geliyor. Birtakım prensipleri ve kuralları olan arkadaşlarını bazı konularda frenleyen ve onlara akıl hocalığını yapan bir karakter. Hayatında duygusallığını bastırmış biri. Hikayenin ilerleyen bölümlerinde o da hayatın o kadar da ciddiye alınmaması gerektiğini ve bazen ipleri salıvermek gerektiğini anlayacak.
Siz de Zeynep karakteri gibi misiniz?
Bazı konularda. Kendimi gereğinden fazla hırpalayıp üzerim. İnsan yaşaya yaşaya öğreniyor. Belli bir mikroçiple doğmuyorsun ki, büyüklerin, eşin, dostun ne kadar da söylese de bazı şeyleri yaşaman ve görmen gerekiyor. Çok üstüne düştüğüm, taktığım, üzüldüğüm şeylere sonra hiç de gerek olmadığını görüyorum. Hayat mutlaka bir şeyler öğreterek devam ediyor.
Hüzünlü bir yüzünüz var…
Melankolik bir yanım var. Balık burcuyum ve çok duygusalım. ‘Dokunsalar, ağlarım’ derler ya, öyle bir halim var. Ama gülmeye hazır bir halim de var. Güneş doğsun mutlu olurum, kedi geçsin mutlu olurum. Ama en küçük bir şey de beni çok üzebilir. Hiç kimsenin fark etmediği bir şeyi görüp ona takılıp öyle kalırım mesela. Algılarım çok açık. Bu bana zarar veriyor. O kadar görmek ve duymak istemiyorum. Bir ortama girdiğimde oradaki bütün enerjileri bünyem alır ve kalabalıklara girdiğimde çok yorulurum.
AŞK KURAL DİNLEMEZ
Aşkın ve arkadaşlığın hayattaki yerini sorgulayan bir film, aşk sizin için de önemli midir?
Herkes gibi benim için de önemli. İçinde aşk duygusu barındırmayan bağın çok da
sonuç vereceğine inanmıyorum. Mesela işine, annene, babana ya da kardeşine duyduğun aşkın hepsi gerçekten aşktır. Aşkı kadın, erkek ilişkisiyle sınırlamıyorum. Herkesin bir aşk duygusuyla yaratıldığına inanıyorum ki, bu önce Allah’a duyduğum aşktır. Aşk hep başka bedenlerde şekil bulur. Belki de bir erkek değil, evimdeki yalnızlığımdır hissettiğim aşk. O beni mutlu ediyordur o sıralar. Aslında ruhunu, bedenini doyuran duygu her neyse o aşktır.
Aşka saygı duymuyorum dediğinizi okumuştum…
Kadın, erkek ilişkisinde elde edilince biter ya, bu da arsız ve bencil bir duygudur. Aşktan ziyade sevgiye ve saygıya değer veriyorum. Aşka çok da saygı duyan biri değilim. Aşksız da olmaz tabii ki. Zaten engellenir ve kısıtlanabilir bir duygu değil. Ne kural dinler ne zaptı rapt altına alınır. Aşk sahip olmak ister. Sahip oldukça da gittikçe azalan bir seyir izler ve biter.
Aşk hoş duyguların yanı sıra kıskançlık ve huzursuzluğu da barındırıyor değil mi?
Demek istediğim bu işte; aşk, kaybetme ve elde etme duygusu barındırdığı için çok bencil. İşte o acılar bundan kaynaklanıyor. ‘Benim olsun, yanımda dursun sadece bana baksın’ gibi garip ve sağlıksız düşünceler barındırıyor içinde. Aşk huzurlu bir duygu değil. Kavuşamazsan aşk olur derler ya, yarım kalırsa, karşılıksız olursa ya da isteğinin dışında biterse çok fazla acıya gebe olur. Elde etsen bile biter bir gün.
İNSANLARI OLDUĞU GİBİ KABUL EDEBİLSEK
Mesela 40’lı yaşlardaki kadınlar yaşıtlarının evli olduğunu, boşanmış olanların ikinci bir enkaz istemediği geri kalanın ise eğimlilerinin farklı olduğundan şikayet eder. 25-30 yaşındaki kadınlar ne düşünür?
Bu yaşlarda hala arayış oluyor. Artık genç kızlık gibi değil de, evliliğe yakın bir durum ve artık bir düzenim olsun deniyor. Huzur bulabileceği, çocuğuna baba olabilecek bir adam var mı, yok mu diye düşünüyor. Ayakları yere sağlam basan ve ileriyi görebilecek ilişkiler peşinde oluyorlar bu yaş döneminde.
Filmde karakterlerden biri “kimse kolay elde edilen şeyleri sevmez özellikle de erkekler” diyordu, ne dersiniz?
‘Kaçan kovalanır’ sözü bence çok doğru. Zamanla tanıdığın, sağlam temellerle hayatına girmiş bir arkadaş, bir eş de çok daha değerli olur. Öyle tesadüfler olur ki, bir günde, bir anda da hayatına biri girebilir. Aslında genel yargıları çok sevmiyorum. Bütün bu değerler herkes göre değişebilir. Karşı olduğun bir şeyi o anki psikolojinle yapıyor olabilirsin. Yıllarca karşısında durduğun şeye o an ihtiyacın olabilir. Herkesin zayıf ve kötü anları vardır. O yüzden ağırmış, hafifmiş değilmiş diye yargılamamak lazım.
Bir de yeni tanışılan biriyle ilk gece birlikte olma meselesi var, kabul edersen hafif, etmezsen de sıkıcı ve tutucu kadın olma ihtimali yüksek…
Bunlar cevap vermekten utanacağım konular. Ama günümüz metropol kadınlarında bu çok garip bir saplantı ve filmimizde de bahsi geçiyor. Bunu kimseye göre değerlendirmemeli. Her şey farklı gelişebilir. Ana ya da karşındaki kişiye göre değişebilir.
Bence daha çok erkekler bu konuda tutucu, kadın da ‘acaba karşımdaki ne düşünür’ diye kendini geri çekiyor…
Genel olarak karşındaki ne düşünür mantığıyla yaşamak çok sakat. Ama maalesef bu çok fazla. Bu konuyla ilgili Burcu olarak pek yorum yapmayı sevmiyorum. Utanıyorum. Ama karşımdaki ne der, ne düşünür duygusuyla yaşamak kötü. Keşke öyle bir şey olmasaydı. Herkesi olduğu gibi, kendi gibi kabullenebilseydik ve yargılamasaydık keşke. Ama yapamıyoruz.
Filmin tanıtımında erkekleri etkilemenin maddeler halinde anlatıldığı kitaplardan bölümler okunuyordu, bu tür kitaplar etkili midir?
İnsanları kendinden tanımak gerekir diye düşünüyorum. Karşındaki kişinin karakteri kitaplarda anlatılanlar gibi olmayabilir. Bu çok saçma. Galiba insanlar artık birbirleriyle konuşamıyor, paylaşamıyor ya da birilerine danışamıyor. Herhalde çağımızın iletişim kopukluğundan bu kitaplara başvuruluyor.
Kitaplarda yazan taktikleri uygulayıp gizemli, ulaşılmaz görünmeye çalışır mısınız?
Hiçbir konuda taktik insanı değilim. Olduğum gibiyim. Çok utangaç ve gururlu biriyim. Birini beğensem bile kafamı kaldırıp bakamam. Beğendiğimi anlayacak diye ödüm patlar. Bu devir için çok uzak kalmış bir şey. İnsanlar tam tersi tanışmak için kendilerini göstermek ve bir orta yol bulmak için neler yapıyorlar. Göz göze bile gelemem, anlayacak diye kalkıp giderim.
Adam da “ben gelince gitti” deyip istemediğini düşünecek…
Böyle şeyleri asla yapamam. Bakıp da başlattığım ve devam ettirdiğim bir şey olmaz.
Bu hiç bana uygun değil. Bu konularda taktikmiş, planmış böyle bir şey yok benim için. Ben hep kaçan bir tipim bu konuda.
Başrollerinde Burcu Kara, Begüm Kütük, Sinem Kobal, Sedef Avcı, Engin Altan, Cemal Hünal ve Gürgen Öz’ün oynadığı ‘Romantik Komedi’ filmi vizyona girdi. Filmde kentli kadın ve erkeğin aşk hikayeleri üzerinden mutluluğa ulaşmanın yolları aranıyor.
Filmde kuralları ve prensipleri olan bir karakteri canlandıran Burcu Kara, filmin aşk dolu ve gülümseten bir hikayesi olduğunu anlatıyor. Kadın, erkek ilişiklerinin anlatıldığı ‘Romantik Komedi’ filmi vesilesiyle buluştuğumuz Burcu Kara ile biz de ilişkiler üzerine bir söyleşi yaptık.
Filminizin konusunu sizden dinlesek…
Metropol hikayelerinden yola çıkarak kahramanların hayattaki duruşları anlatılıyor. Hepsinin başına bazen komik bazen üzücü olaylar geliyor. Hayatın içinden bir hikayesi var filmin ve karakterler sanal ya da karton değil. Çoğu insanın ‘aynı bizim gibi dertleri var, bizim gibi konuşuyor, bizim gibi düşünüyor diyebileceği bir film. Çok sıcak, aşk dolu ve gülümseten bir hikayesi var.
Oynadığınız Zeynep karakteri nasıl biri?
Her kız grubunda ‘bayan mantık’ olan bir tip vardır ya, öyleyim. Birçok şey Zeynep’e saçma, boş geliyor. Birtakım prensipleri ve kuralları olan arkadaşlarını bazı konularda frenleyen ve onlara akıl hocalığını yapan bir karakter. Hayatında duygusallığını bastırmış biri. Hikayenin ilerleyen bölümlerinde o da hayatın o kadar da ciddiye alınmaması gerektiğini ve bazen ipleri salıvermek gerektiğini anlayacak.
Siz de Zeynep karakteri gibi misiniz?
Bazı konularda. Kendimi gereğinden fazla hırpalayıp üzerim. İnsan yaşaya yaşaya öğreniyor. Belli bir mikroçiple doğmuyorsun ki, büyüklerin, eşin, dostun ne kadar da söylese de bazı şeyleri yaşaman ve görmen gerekiyor. Çok üstüne düştüğüm, taktığım, üzüldüğüm şeylere sonra hiç de gerek olmadığını görüyorum. Hayat mutlaka bir şeyler öğreterek devam ediyor.
Hüzünlü bir yüzünüz var…
Melankolik bir yanım var. Balık burcuyum ve çok duygusalım. ‘Dokunsalar, ağlarım’ derler ya, öyle bir halim var. Ama gülmeye hazır bir halim de var. Güneş doğsun mutlu olurum, kedi geçsin mutlu olurum. Ama en küçük bir şey de beni çok üzebilir. Hiç kimsenin fark etmediği bir şeyi görüp ona takılıp öyle kalırım mesela. Algılarım çok açık. Bu bana zarar veriyor. O kadar görmek ve duymak istemiyorum. Bir ortama girdiğimde oradaki bütün enerjileri bünyem alır ve kalabalıklara girdiğimde çok yorulurum.
AŞK KURAL DİNLEMEZ
Aşkın ve arkadaşlığın hayattaki yerini sorgulayan bir film, aşk sizin için de önemli midir?
Herkes gibi benim için de önemli. İçinde aşk duygusu barındırmayan bağın çok da
sonuç vereceğine inanmıyorum. Mesela işine, annene, babana ya da kardeşine duyduğun aşkın hepsi gerçekten aşktır. Aşkı kadın, erkek ilişkisiyle sınırlamıyorum. Herkesin bir aşk duygusuyla yaratıldığına inanıyorum ki, bu önce Allah’a duyduğum aşktır. Aşk hep başka bedenlerde şekil bulur. Belki de bir erkek değil, evimdeki yalnızlığımdır hissettiğim aşk. O beni mutlu ediyordur o sıralar. Aslında ruhunu, bedenini doyuran duygu her neyse o aşktır.
Aşka saygı duymuyorum dediğinizi okumuştum…
Kadın, erkek ilişkisinde elde edilince biter ya, bu da arsız ve bencil bir duygudur. Aşktan ziyade sevgiye ve saygıya değer veriyorum. Aşka çok da saygı duyan biri değilim. Aşksız da olmaz tabii ki. Zaten engellenir ve kısıtlanabilir bir duygu değil. Ne kural dinler ne zaptı rapt altına alınır. Aşk sahip olmak ister. Sahip oldukça da gittikçe azalan bir seyir izler ve biter.
Aşk hoş duyguların yanı sıra kıskançlık ve huzursuzluğu da barındırıyor değil mi?
Demek istediğim bu işte; aşk, kaybetme ve elde etme duygusu barındırdığı için çok bencil. İşte o acılar bundan kaynaklanıyor. ‘Benim olsun, yanımda dursun sadece bana baksın’ gibi garip ve sağlıksız düşünceler barındırıyor içinde. Aşk huzurlu bir duygu değil. Kavuşamazsan aşk olur derler ya, yarım kalırsa, karşılıksız olursa ya da isteğinin dışında biterse çok fazla acıya gebe olur. Elde etsen bile biter bir gün.
İNSANLARI OLDUĞU GİBİ KABUL EDEBİLSEK
Mesela 40’lı yaşlardaki kadınlar yaşıtlarının evli olduğunu, boşanmış olanların ikinci bir enkaz istemediği geri kalanın ise eğimlilerinin farklı olduğundan şikayet eder. 25-30 yaşındaki kadınlar ne düşünür?
Bu yaşlarda hala arayış oluyor. Artık genç kızlık gibi değil de, evliliğe yakın bir durum ve artık bir düzenim olsun deniyor. Huzur bulabileceği, çocuğuna baba olabilecek bir adam var mı, yok mu diye düşünüyor. Ayakları yere sağlam basan ve ileriyi görebilecek ilişkiler peşinde oluyorlar bu yaş döneminde.
Filmde karakterlerden biri “kimse kolay elde edilen şeyleri sevmez özellikle de erkekler” diyordu, ne dersiniz?
‘Kaçan kovalanır’ sözü bence çok doğru. Zamanla tanıdığın, sağlam temellerle hayatına girmiş bir arkadaş, bir eş de çok daha değerli olur. Öyle tesadüfler olur ki, bir günde, bir anda da hayatına biri girebilir. Aslında genel yargıları çok sevmiyorum. Bütün bu değerler herkes göre değişebilir. Karşı olduğun bir şeyi o anki psikolojinle yapıyor olabilirsin. Yıllarca karşısında durduğun şeye o an ihtiyacın olabilir. Herkesin zayıf ve kötü anları vardır. O yüzden ağırmış, hafifmiş değilmiş diye yargılamamak lazım.
Bir de yeni tanışılan biriyle ilk gece birlikte olma meselesi var, kabul edersen hafif, etmezsen de sıkıcı ve tutucu kadın olma ihtimali yüksek…
Bunlar cevap vermekten utanacağım konular. Ama günümüz metropol kadınlarında bu çok garip bir saplantı ve filmimizde de bahsi geçiyor. Bunu kimseye göre değerlendirmemeli. Her şey farklı gelişebilir. Ana ya da karşındaki kişiye göre değişebilir.
Bence daha çok erkekler bu konuda tutucu, kadın da ‘acaba karşımdaki ne düşünür’ diye kendini geri çekiyor…
Genel olarak karşındaki ne düşünür mantığıyla yaşamak çok sakat. Ama maalesef bu çok fazla. Bu konuyla ilgili Burcu olarak pek yorum yapmayı sevmiyorum. Utanıyorum. Ama karşımdaki ne der, ne düşünür duygusuyla yaşamak kötü. Keşke öyle bir şey olmasaydı. Herkesi olduğu gibi, kendi gibi kabullenebilseydik ve yargılamasaydık keşke. Ama yapamıyoruz.
Filmin tanıtımında erkekleri etkilemenin maddeler halinde anlatıldığı kitaplardan bölümler okunuyordu, bu tür kitaplar etkili midir?
İnsanları kendinden tanımak gerekir diye düşünüyorum. Karşındaki kişinin karakteri kitaplarda anlatılanlar gibi olmayabilir. Bu çok saçma. Galiba insanlar artık birbirleriyle konuşamıyor, paylaşamıyor ya da birilerine danışamıyor. Herhalde çağımızın iletişim kopukluğundan bu kitaplara başvuruluyor.
Kitaplarda yazan taktikleri uygulayıp gizemli, ulaşılmaz görünmeye çalışır mısınız?
Hiçbir konuda taktik insanı değilim. Olduğum gibiyim. Çok utangaç ve gururlu biriyim. Birini beğensem bile kafamı kaldırıp bakamam. Beğendiğimi anlayacak diye ödüm patlar. Bu devir için çok uzak kalmış bir şey. İnsanlar tam tersi tanışmak için kendilerini göstermek ve bir orta yol bulmak için neler yapıyorlar. Göz göze bile gelemem, anlayacak diye kalkıp giderim.
Adam da “ben gelince gitti” deyip istemediğini düşünecek…
Böyle şeyleri asla yapamam. Bakıp da başlattığım ve devam ettirdiğim bir şey olmaz.
Bu hiç bana uygun değil. Bu konularda taktikmiş, planmış böyle bir şey yok benim için. Ben hep kaçan bir tipim bu konuda.
İNCİ ARAL
AŞK BİTİNCE SADAKAT DE BİTER
İnci Aral, Turkuvaz Kitap’tan çıkardığı ‘Sadakat’ adlı romanında ihanetin cehenneminde var olmaya çalışan kadın erkek ilişkileri üzerinden ‘Sadakat’ kavramını sorguluyor. Günümüz aşklarını, ilişkilerdeki ikiyüzlülüğü, aşkın yakıcı hallerini, kadın ve erkek dünyasının karanlık labirentlerinde dolaşarak müthiş bir ustalıkla gözler önüne seriyor.
Artık eski aşkların kalmadığını ve sadakat kavramının da bir değişim geçirdiğini ifade eden usta yazar İnci Aral, günümüzde aşk duygusunun da çok çabuk tüketildiğini anlatıyor. “Aşk bir keşfetme tutkusudur” diyen İnci Aral ile sadakat kavramı üzerinden kadın erkek ilişkilerini konuştuk.
Sadakat isimli romanınızdan yola çıkarak sadakati nasıl tanımlıyorsunuz?
Sadakat herkese göre değişebilen bir kavram. Roman bağlamında ikili ilişkiler için söylemek gerekirse kişilerin aşkları ya da birlikteliklerinde sadakat üzerinde de anlaşmış olduklarını var sayarız. O iki kişi biraya geldiği zaman bir mahrem oluşturur ve o artık mahrem bir ilişkidir. Bu mahremiyeti nasıl, nereye kadar koruyacakları konusunda kendileri karar verirler. Ama genel anlamıyla sadakat birbirine bağlı kalmaya söz vermektir.
Sadakat olmalı mıdır ve sadakat ne zaman biter?
Sadakat, bilinciniz, aklınız ve ruhunuzla karşınızdaki kişiye kendinizi ait hissettiğiniz ve onun da size olduğu bir süreçtir. Birine deli gibi aşıksanız zaten başkasına bakmazsınız. Sadakat olmalıdır diye şart koyarsanız ikiyüzlülükler ve yalanlarla sadakat bozulabilir. Birlikte olduğunuz insanı değerli buluyor, onunla mutlu oluyorsanız doğal olarak sadık kalırsınız. Ama bir şeyler aksamaya başlamışsa birlikte olduğunuz insanı artık o ilk aşkın başladığı zamandaki kadar değerli bulmuyorsanız veya iki tarafı da üzecek uyuşmazlıklar başlamışsa zaten aşk da artık tarazlanmaya başlamıştır. Ve insan o durumda kendisine daha çok mutluluk, haz verecek başka birine de kendini açmaya başlayabilir. Dolayısıyla sadakat de o noktada bitebilir.
Her kadın en az bir kere aldatılmıştır diye düşünüyorum özellikle kitabınızı okuduktan sonra bu duygum iyice pekişti…
Görünür ya da konuşulur olmasa da birçok erkek de çeşitli biçimlerde aldatılmış olabilir. Onu da size söyleyeyim. Kadın da sadece bakışmadan ibaret kalan bir küçük bir flörtün heyecanıyla zihinsel ve ruhsal bir kaymanın içine girebilir. Mesela genç bir arkadaşım “kocamı çok seviyorum, onunla yaşamayı da çok değerli buluyorum. Ama iş yerinde biri var ki; bakışlarından çok etkileniyorum ve her sabah onun için hazırlanıp süsleniyorum. Bu heyecanı da evime taşıyorum” diyordu. Gördüğünüz gibi hiçbir ölçüsü yok bunun. Bu hiç de yanlış değildir.
O zaman bu iki taraf için de kaçınılmaz bir durum…
Uzun süreli beraberliklerde heyecan ister istemez bitiyor. Bıkıyorsunuz ve birkaç yıl sonra beraber yaşadığınız insan özellikle cinsel çekicilik açısından çok fazla ilginç gelmiyor. O zaman böyle küçük bir heyecanla yeniden canlanabiliyorsunuz. Bu enerji insana canlılık ve mutluluk veren bir şeydir. Hep söylerim: ‘mutluluk bulaşıcıdır”. Kim böyle bir şey olabilir mi diyebilir ki. Olabilir. Bu insanın zenginliği, güzelliğidir. Ama tabii ki önemli olan bunun ölçüsü.
Belki de küçük kaçamakları paylaşmamak lazım… Sonuçta bizim özelimiz değil mi?
Bunun ölçüsünü herkes kendi ilişkisine göre ayarlamalı. Bence her şeyi herkesin bilmesi gerekmiyor. Eğer yıkıcı, bozucu bir şeyse bunu açık etmeyebilir. Bu bana ait bir şey diyerek kişinin ruhsal özgürlüğünü koruması gerekiyor. Romanı yazmaktaki çıkış noktalarımdan biri bazı kadın arkadaşlarımın kocalarının ya da sevgililerinin kafasından geçen en ince ayrıntıları, kendileriyle veya başkalarıyla ilgili hayalleri, fantezileri bilmeleri gerekiyormuş gibi konuşmaları oldu. Buna hak görüyorlar. Belki bambaşka bir insanı düşünüyor olabilir. Bunun hiçbir zararı yok ki. Düşüncelerine de sahip olamazsın. Durup dururken telefonları karıştırması, mektupları didiklemesi, internetine girip ne yaptığına bakması iyi değil. Günümüzde kimseye bu kadar çok el koyamazsınız. Var olanla mutlu olacaksınız. Bir insanın beyninin hücrelerine girmek gibi bir durum. O sadakat yok artık, o çağ geçti. Bunu anlamak lazım. Azra “biriyle birlikte yaşarken elde fenerle gezmek gerekmiyor. Sadakatle hafif bir şekilde yanan bir ışık da yeter” diyor. O feneri çok özel ve tuhaf yerlere tuttuğun zaman çok büyük hayal kırıklığına uğrayabilirsiniz.
ERKEKLER KADINLARDAN DAHA ACİZ
Azra karakterinden yola çıkarsak en çok kadınlar ‘Aşkın gözü kördür’ sözünü bir kez daha doğrularcasına yaşıyor…
Azra da bir toprak parçası için kendisiyle tanışan Ferda için ‘bu çok güzel bir adam, onunla uçuruma bırakırım kendimi’ diye ilişkiye giriyor. Çok fazla kafasına takmıyor, bunun hesabını yapıyor zaten. Kadınlar çok fazla düşünmez ve duygularıyla hareket ederler. O açıdan kadınların daha samimi olduklarını düşünüyorum. Çok daha cesurlar.
Erkekler kadınlardaki o müthiş gücü fark ettikleri için de bu kadar çok korkuyorlar bence...
Kesinlikle. Zaten savunduğum şeylerden biri de; erkeklerdeki kadın korkusu. Kadına karşı yapılmış bütün kabalıklar ve ihanetler de hep bu korkuyu bastırmak içindir.
Azra karakteri gibi her kadın isteklerini ve hayallerini aşkı için donduruyor, en çok kadınlar karşısındaki erkekle kendilerini tamamlanış hissediyor, neden?
Bizde kadın ve erkek yaşama alanları yaratmıyor. Çok iç içe ve dip dibe yaşanıyor. Eğer kadının kendine ait hobisi, bir çalışma alanı yoksa bütün kafasını erkeğe takıyor. Kendini sadece onunla tanımlayabiliyor. Kendi başına ayakta duramayan kadınlar daha fazla erkeğe bağımlı oluyor. Bu erkek için taşınması zor bir yük oluyor. Tabii burada kültürlü ve kendisi birey olmuş bir erkekten söz ediyorum. Erkek, karşısında sosyal bir varlık olabilmiş kadın görmek istiyor. Yoksa romandaki gibi her şeyini adama bağlamış bir kadını taşımak çok zor. O zaman erkek kendini çok daha bağlı, çok daha yakalanmış hissediyor.
Erkekler için durum nasıl?
Aslında erkekler daha fazla ihtiyaç duyuyorlar bir kadının yanlarında bulunmasına. Onlara liderlik etmesine, onlara yol açmasına ve çekip çevirmesine. Çünkü anneleriyle o şekilde bir ilişkiden geliyorlar genelde. Ve etrafınıza bakın boşanıp evini dağıtmış adamlara çok uzun zaman şaşkın ördek gibi gezinirler. Çok fazla etkilenirler ama dışarıya karşı da kuyruğu hep dik tutmaya çalışırlar. Aslında erkekler kadınlardan çok daha fazla aciz. Erkeklik görüntüsünü de bozmamaya çalışıyorlar.
ARTIK AŞKLAR KISA SÜRÜYOR
Kitapta da sözünü ettiğiniz gibi herkes güvenebileceği bir ilişkiyi ararken bir yandan da müthiş bir korku ve güvensizlik hissi hakim…
Kimse aldatılmayacağından veya o kurulmuş düzenin uzun süreceğinden emin değil. Artık aşklar da çok kısa sürüyor. Eski vefa, eski sadakat yok. Çünkü aşklar çok çabuk tüketiliyor. Mektuplar gider gelir, o mektuplarla kalbinizi açmaya çalışır, en güzel şekilde yazmaya çalışırdınız. Tensel yakınlıklar bile kolay kolay yaşanmazdı. Yatağa gitmek için bir süreç geçmesi lazımdı. Şimdi elde telefon 24 saat iletişim halindesiniz. İnsanlar birbirini merak etmiyor, aşkın gereksindiği gizleri çözmeye çalışmıyor. Aşk bir keşfetme tutkusudur. Şimdi üç günde herkesin ipliği pazara çıkıyor.
CİNSELLİK ÇABUK BİTEN BİR ŞEY
Evliliklerin çok sıkıcı ve çürümüş olduğunu düşünmeye başladım okuduklarımdan sonra…
Evliliği de büsbütün yabana atmıyorum. Çünkü kimi zaman insana eşinden başka hiç kimse yakın olmuyor. Ne çocuk, ne akraba ne ana, ne baba… Evlilik sadece cinsellikle birbirine bağlı olan veya o mahremin içine üçüncü bir kişinin girmesiyle yıkılıp gidecek bir şey değil. Eğer evlilik dostluk, arkadaşlık, bir dayanışma ve köklü bir sevgi yaratmışa çiftlerden biri başkasına ilgi duyduğunda bunu paylaşır ve sorunu birlikte çözmeye çalışırlar. Cinsellik çok çabuk biten bir şey, geriye hangi insani paylaşılabilir öğeler kaldığına bakmak lazım.
İnci Aral, Turkuvaz Kitap’tan çıkardığı ‘Sadakat’ adlı romanında ihanetin cehenneminde var olmaya çalışan kadın erkek ilişkileri üzerinden ‘Sadakat’ kavramını sorguluyor. Günümüz aşklarını, ilişkilerdeki ikiyüzlülüğü, aşkın yakıcı hallerini, kadın ve erkek dünyasının karanlık labirentlerinde dolaşarak müthiş bir ustalıkla gözler önüne seriyor.
Artık eski aşkların kalmadığını ve sadakat kavramının da bir değişim geçirdiğini ifade eden usta yazar İnci Aral, günümüzde aşk duygusunun da çok çabuk tüketildiğini anlatıyor. “Aşk bir keşfetme tutkusudur” diyen İnci Aral ile sadakat kavramı üzerinden kadın erkek ilişkilerini konuştuk.
Sadakat isimli romanınızdan yola çıkarak sadakati nasıl tanımlıyorsunuz?
Sadakat herkese göre değişebilen bir kavram. Roman bağlamında ikili ilişkiler için söylemek gerekirse kişilerin aşkları ya da birlikteliklerinde sadakat üzerinde de anlaşmış olduklarını var sayarız. O iki kişi biraya geldiği zaman bir mahrem oluşturur ve o artık mahrem bir ilişkidir. Bu mahremiyeti nasıl, nereye kadar koruyacakları konusunda kendileri karar verirler. Ama genel anlamıyla sadakat birbirine bağlı kalmaya söz vermektir.
Sadakat olmalı mıdır ve sadakat ne zaman biter?
Sadakat, bilinciniz, aklınız ve ruhunuzla karşınızdaki kişiye kendinizi ait hissettiğiniz ve onun da size olduğu bir süreçtir. Birine deli gibi aşıksanız zaten başkasına bakmazsınız. Sadakat olmalıdır diye şart koyarsanız ikiyüzlülükler ve yalanlarla sadakat bozulabilir. Birlikte olduğunuz insanı değerli buluyor, onunla mutlu oluyorsanız doğal olarak sadık kalırsınız. Ama bir şeyler aksamaya başlamışsa birlikte olduğunuz insanı artık o ilk aşkın başladığı zamandaki kadar değerli bulmuyorsanız veya iki tarafı da üzecek uyuşmazlıklar başlamışsa zaten aşk da artık tarazlanmaya başlamıştır. Ve insan o durumda kendisine daha çok mutluluk, haz verecek başka birine de kendini açmaya başlayabilir. Dolayısıyla sadakat de o noktada bitebilir.
Her kadın en az bir kere aldatılmıştır diye düşünüyorum özellikle kitabınızı okuduktan sonra bu duygum iyice pekişti…
Görünür ya da konuşulur olmasa da birçok erkek de çeşitli biçimlerde aldatılmış olabilir. Onu da size söyleyeyim. Kadın da sadece bakışmadan ibaret kalan bir küçük bir flörtün heyecanıyla zihinsel ve ruhsal bir kaymanın içine girebilir. Mesela genç bir arkadaşım “kocamı çok seviyorum, onunla yaşamayı da çok değerli buluyorum. Ama iş yerinde biri var ki; bakışlarından çok etkileniyorum ve her sabah onun için hazırlanıp süsleniyorum. Bu heyecanı da evime taşıyorum” diyordu. Gördüğünüz gibi hiçbir ölçüsü yok bunun. Bu hiç de yanlış değildir.
O zaman bu iki taraf için de kaçınılmaz bir durum…
Uzun süreli beraberliklerde heyecan ister istemez bitiyor. Bıkıyorsunuz ve birkaç yıl sonra beraber yaşadığınız insan özellikle cinsel çekicilik açısından çok fazla ilginç gelmiyor. O zaman böyle küçük bir heyecanla yeniden canlanabiliyorsunuz. Bu enerji insana canlılık ve mutluluk veren bir şeydir. Hep söylerim: ‘mutluluk bulaşıcıdır”. Kim böyle bir şey olabilir mi diyebilir ki. Olabilir. Bu insanın zenginliği, güzelliğidir. Ama tabii ki önemli olan bunun ölçüsü.
Belki de küçük kaçamakları paylaşmamak lazım… Sonuçta bizim özelimiz değil mi?
Bunun ölçüsünü herkes kendi ilişkisine göre ayarlamalı. Bence her şeyi herkesin bilmesi gerekmiyor. Eğer yıkıcı, bozucu bir şeyse bunu açık etmeyebilir. Bu bana ait bir şey diyerek kişinin ruhsal özgürlüğünü koruması gerekiyor. Romanı yazmaktaki çıkış noktalarımdan biri bazı kadın arkadaşlarımın kocalarının ya da sevgililerinin kafasından geçen en ince ayrıntıları, kendileriyle veya başkalarıyla ilgili hayalleri, fantezileri bilmeleri gerekiyormuş gibi konuşmaları oldu. Buna hak görüyorlar. Belki bambaşka bir insanı düşünüyor olabilir. Bunun hiçbir zararı yok ki. Düşüncelerine de sahip olamazsın. Durup dururken telefonları karıştırması, mektupları didiklemesi, internetine girip ne yaptığına bakması iyi değil. Günümüzde kimseye bu kadar çok el koyamazsınız. Var olanla mutlu olacaksınız. Bir insanın beyninin hücrelerine girmek gibi bir durum. O sadakat yok artık, o çağ geçti. Bunu anlamak lazım. Azra “biriyle birlikte yaşarken elde fenerle gezmek gerekmiyor. Sadakatle hafif bir şekilde yanan bir ışık da yeter” diyor. O feneri çok özel ve tuhaf yerlere tuttuğun zaman çok büyük hayal kırıklığına uğrayabilirsiniz.
ERKEKLER KADINLARDAN DAHA ACİZ
Azra karakterinden yola çıkarsak en çok kadınlar ‘Aşkın gözü kördür’ sözünü bir kez daha doğrularcasına yaşıyor…
Azra da bir toprak parçası için kendisiyle tanışan Ferda için ‘bu çok güzel bir adam, onunla uçuruma bırakırım kendimi’ diye ilişkiye giriyor. Çok fazla kafasına takmıyor, bunun hesabını yapıyor zaten. Kadınlar çok fazla düşünmez ve duygularıyla hareket ederler. O açıdan kadınların daha samimi olduklarını düşünüyorum. Çok daha cesurlar.
Erkekler kadınlardaki o müthiş gücü fark ettikleri için de bu kadar çok korkuyorlar bence...
Kesinlikle. Zaten savunduğum şeylerden biri de; erkeklerdeki kadın korkusu. Kadına karşı yapılmış bütün kabalıklar ve ihanetler de hep bu korkuyu bastırmak içindir.
Azra karakteri gibi her kadın isteklerini ve hayallerini aşkı için donduruyor, en çok kadınlar karşısındaki erkekle kendilerini tamamlanış hissediyor, neden?
Bizde kadın ve erkek yaşama alanları yaratmıyor. Çok iç içe ve dip dibe yaşanıyor. Eğer kadının kendine ait hobisi, bir çalışma alanı yoksa bütün kafasını erkeğe takıyor. Kendini sadece onunla tanımlayabiliyor. Kendi başına ayakta duramayan kadınlar daha fazla erkeğe bağımlı oluyor. Bu erkek için taşınması zor bir yük oluyor. Tabii burada kültürlü ve kendisi birey olmuş bir erkekten söz ediyorum. Erkek, karşısında sosyal bir varlık olabilmiş kadın görmek istiyor. Yoksa romandaki gibi her şeyini adama bağlamış bir kadını taşımak çok zor. O zaman erkek kendini çok daha bağlı, çok daha yakalanmış hissediyor.
Erkekler için durum nasıl?
Aslında erkekler daha fazla ihtiyaç duyuyorlar bir kadının yanlarında bulunmasına. Onlara liderlik etmesine, onlara yol açmasına ve çekip çevirmesine. Çünkü anneleriyle o şekilde bir ilişkiden geliyorlar genelde. Ve etrafınıza bakın boşanıp evini dağıtmış adamlara çok uzun zaman şaşkın ördek gibi gezinirler. Çok fazla etkilenirler ama dışarıya karşı da kuyruğu hep dik tutmaya çalışırlar. Aslında erkekler kadınlardan çok daha fazla aciz. Erkeklik görüntüsünü de bozmamaya çalışıyorlar.
ARTIK AŞKLAR KISA SÜRÜYOR
Kitapta da sözünü ettiğiniz gibi herkes güvenebileceği bir ilişkiyi ararken bir yandan da müthiş bir korku ve güvensizlik hissi hakim…
Kimse aldatılmayacağından veya o kurulmuş düzenin uzun süreceğinden emin değil. Artık aşklar da çok kısa sürüyor. Eski vefa, eski sadakat yok. Çünkü aşklar çok çabuk tüketiliyor. Mektuplar gider gelir, o mektuplarla kalbinizi açmaya çalışır, en güzel şekilde yazmaya çalışırdınız. Tensel yakınlıklar bile kolay kolay yaşanmazdı. Yatağa gitmek için bir süreç geçmesi lazımdı. Şimdi elde telefon 24 saat iletişim halindesiniz. İnsanlar birbirini merak etmiyor, aşkın gereksindiği gizleri çözmeye çalışmıyor. Aşk bir keşfetme tutkusudur. Şimdi üç günde herkesin ipliği pazara çıkıyor.
CİNSELLİK ÇABUK BİTEN BİR ŞEY
Evliliklerin çok sıkıcı ve çürümüş olduğunu düşünmeye başladım okuduklarımdan sonra…
Evliliği de büsbütün yabana atmıyorum. Çünkü kimi zaman insana eşinden başka hiç kimse yakın olmuyor. Ne çocuk, ne akraba ne ana, ne baba… Evlilik sadece cinsellikle birbirine bağlı olan veya o mahremin içine üçüncü bir kişinin girmesiyle yıkılıp gidecek bir şey değil. Eğer evlilik dostluk, arkadaşlık, bir dayanışma ve köklü bir sevgi yaratmışa çiftlerden biri başkasına ilgi duyduğunda bunu paylaşır ve sorunu birlikte çözmeye çalışırlar. Cinsellik çok çabuk biten bir şey, geriye hangi insani paylaşılabilir öğeler kaldığına bakmak lazım.
Etiketler:
aldatma,
aşk,
cinsellik,
erkek de aldatılır,
inci aral,
kadın-erkek ilişkisi,
sadakat,
turkuvaz kitap
CEYDA DÜVENCİ
AŞK HİÇBİR ZAMAN İYİ GELMEZ BANA
Başarılı oyuncu Ceyda Düvenci en son Ejder Kapanı filminde bir pavyon şarkıcısını canlandırmıştı. Aileye katılacak yeni bebeğin gelişiyle bir süre dizi projelerini erteleyen Düvenci, eğitmen arkadaşlarıyla birlikte artık yaratıcı drama dersleri veriyor. İleride sıkı bir eğitmen olmak istiyorum diyen Ceyda Düvenci bunun için sürekli film ve oyun izlediğini söylüyor.
Ceyda Düvenci şu sıralar onu çok mutlu eden annelik heyecanını yaşıyor. Söyleşiyi yaptığımız gün ilk kez bebeğin kalp atışını duyduğunu gözleri dolarak anlatıyor. Bu hoş sürpriz nedeniyle şu sıralar dizi projelerine ara veren Ceyda Düvenci ile film ve tiyatro tutkusunu, sürpriz bir şekilde aldığı evlilik teklifini ve yaklaşan sevgililer gününü konuştuk.
Bir dizi projenizi bebek sürprizi olunca ertelemişsiniz bu aralar neler yapıyorsunuz?
Görüştüğümüz başka bir dizi var ama durumum sebebiyle ne olacağını bilmiyorum. Bu sene yaratıcı dramayla ilgilendim. Üsküdar’da çağdaş drama derneğinde öğrenciliğe başladım. Aynı zamanda eğitmen sertifika programı da var. Eğitmen arkadaşlarımla birlikte bir kurs oluşumuna girdik. Yaratıcı drama dersleri veriyoruz. Şimdilik bir merkez açmadım. Beykoz konaklarında site sakinlerine ders veriyoruz.
Twitter sayfanıza girdiğimde sürekli film izlediğinizi ve arkadaşlarınıza da tavsiye ettiğinizi okudum…
Hayattaki en büyük keyfim film ve oyun izlemek. Her sene başı gitmek istediğim oyunların bir listesini yapıyorum. Festivalleri takip ediyorum. Bunlar benim soluk alma yerim. Hayatımın vazgeçilmez üçlüsü sinema tiyatro ve kitap. İleride eğitmen olacağım için bunları seyretmenin çok önemi var. 4 ayda bir Londra’ya gidip oyun izliyorum. Başka bir bakış açısı kazandığımı düşünüyorum. Hem oyunculuğum adına da bambaşka şeyler oluyor. Bir taraftan da eğitmen yönümü besliyorum. İleride gerçekten sıkı bir eğitmen olmak istiyorum.
‘Yala ama Yutma’ oyunuyla ilgili tepkilere ne diyorsunuz? Tam da bu dönemde birtakım eksiklikler yüzünden kapatıldı.
Belli bir kesim uğraşıyor. Ama bu uğraşılar bir şekilde haber oluyor ve uzun vadede bizlere yarıyor. Aynı şey Türkan Saylan için de geçerliydi. Birçok insan bu sayede onu tanımış oldu. Engellemeye çalıştıkça insanlar bilinçlenmeye ve daha çok destek olmaya başladı. Oyunlara tepki gösterip tiyatro kapatıyorlar ama o tiyatrolar perdelerini açar açmaz insanlar yığılacak oraya. Tiyatro ile ilgilenmeyenler belki o oyunu bilmiyordu ama şimdi herkes haberdar oldu. Sonuçta o tiyatro muhakkak eksiklerini tamamlayıp perdesini açacaktır.
Yine twitter sayfanızda ‘karanlıkta yemek projesi’nden söz ediyordunuz, nedir bunun aslı?
Galata’da kör fotoğrafçılar derneği var. En büyük projelerinden biri ‘Karanlıkta Yemek’. Her ay dernekte karanlıkta yemek yeniyor. Geçen hafta yaptık. Muhteşemdi. Hayatımın en güzel deneyimiydi. Zifiri karanlıkta gözleri gören bir sürü insanı içeri aldılar. Servisi de görmeyen garsonlar yapıyordu. Vücudumun aldığı şekil, insanların tavırları, eşimin ve arkadaşlarının reaksiyonları çok garipti. Bu projeden sonra annemi yüzde yüz anlayarak çıktım. Bunu yaşamadan ölmemek gerekiyor.
Annenizin geçirdiği kaza sonucu görme yetisini kaybetmesi üzerine mantık ‘canından da olabilirdi sadece bununla atlattık’ derken manevi yönünüz bunu nasıl açıklıyor? Niye bizim başımıza geldi diye isyan ettiniz mi mesela?
Bu evreleri geçirdim. Herkesin hayatında mutlaka zamansız kaybedişler ya da hiç ummadığınız insanlardan yediğiniz kazıklar olabiliyor. Bunu 5 sene önce ‘Yuvaya Yolculuk’ adlı kitapla çözdüm. Kitapta hayatınızda yaşadığınız tüm zamansız tersliklere o an olduğu için ve o güne kadar görevini başarıyla tamamladığı için teşekkür edip vedalaşın diyordu. Çünkü bunlar sizin ikameniz için bir sebep. Aslında annemin görmemesi başka bir çocuk olmamı sağladı. Annem görüyor olsaydı daha şımarık, daha geç bilinçlenen biri olabilirdim. Daha duyarsız olabilirdim. Annem de daha güçlü bir kadın oldu. Bence olan bütün aksilikler insanın hayatında bir şey için sebep ve bir görevin finali.
Peki, 10 yıl önceyle şimdiyi kıyaslarsak şimdiki Ceyda nasıl bir değişim geçirdi, hayatından neleri çıkarıp, neleri kattı?
Dağlar kadar fark var. Kitap olur neredeyse. Sadece farkındalığımın çok arttığını söyleyebilirim. Neyi, ne için yaptığımı biliyorum artık. O zaman da hayattaki her şey anlam kazanıyor. Hayatı daha kolaylaştırmayı öğrendim. Bir de o beş yaşının duygularıyla istediğimizi, sıkıntımızı, sevdiğimizi çok net ifade edebildiğimiz, kendi kurallarımızla yaşadığımız o saf halimizi yakalamaya ve yaşamaya çalışıyorum. Bir yerde kilitlendiğimde ya da umudumu kaybettiğimde hemen o yaş grubundaki çocukların tavrını ve ifadelerini hatırlayıp gerçekten ne hissettiğime odaklanıp onu söylüyorum. O zaman hayat daha kolaylaşıyor. Bir şeye canım sıkıldığında uzatmadan, karşımdakini de kırmadan çok net söyleyebiliyorum. O zaman hayat bambaşka oluyor. Hayır demeyi de öğrendim. Hayatta vücudumu dinliyorum. Uyumak mı, gitmek mi istiyor? Ne yemek istiyor, yemek istemiyor mu?
HER GÜN KOCAMI DAHA ÇOK SEVİYORUM
Hiç hesapta yokken arkadaşınızdan evlilik teklifi almışsınız, nasıl oldu?
Engin’le 8 sekiz sene öncesinden arkadaşlığımız var. Tanıştığımız ilk gün ailesine “Ceyda ile evleneceğim, ama bunun zamanını sormayın” demiş. Beni de televizyondan göstermiş. Arkadaşlığımız boyunca hiçbir şey hissetmedim. Çok paşadır benim kocam, çok efendidir. Hiçbir zaman laubalilik yapmadı ve sınırını aşmadı. Her zaman arkadaş oldu ama hep bir mesafe içindeydi. Hiçbir zaman dost olmadı. Her şeyimi bilecek kadar yakın değil ama takip edecek kadar yakındı. Direkt geldi evlenme teklifi etti.
Siz de hemen kabul etmişsiniz…
Çok güzel bir evlenme teklifiydi çünkü kabul etmemek aptallık olurdu. Gülüyor…
Kabul etmeseymişsiniz başka planlar da yapmış, neydi onlar?
Çok romantik birkaç tane daha planı varmış evet. “Kabul etmeseydin yılmayacaktım. İlkinde kabul etmeyeceğinden çok emindim ama niyetimi belli etmiş olacaktım. Hayır dersen bir süre flört edelim deyip sonrasında 4 defa daha gerekirse de 10 defa yapardım” dedi. Satın aldığım eve bakmaya giderken yolda o kadar güzel şeyler söyleyip evlenme teklifi etti ki, bu zamanda öyle bir adama hayır demek olmazdı. Evlilik teklif ettiği an ilk olarak “böyle bir şey düşünmemiştim” dedim. O da “senin yerine ben düşündüm, bundan sonra her şeyi ben düşüneceğim ama şuna emin ol ki gün geçtikçe beni her gün daha fazla seveceksin ve bir gün bile pişman olmayacaksın. Bütün sorumluluğu üzerime alıyorum” demişti. Ben de hiç düşünmeden evet demiştim. Her gün kocamı daha çok seviyorum.
O zaman sizinki sonradan aşk oldu…
Ben daha çok ‘sevgi’ci bir tipim. Aşk hiçbir zaman iyi gelmez bana. Her gün büyüyen bir sevgi diyebilirim. Çok korunaklı, çok huzurlu, çok sığındığım, çok arkadaşım, çok kocam ve çok sevgilim... Her gün bir adım... Gerçekten dediği gibi oldu, ne eksik ne fazla. Her gün şükrettiğim bir ilişki.
14 Şubat’ta ne yapacaksınız, özel bir kutlama var mı?
Bu sene 3 kişi sevgililer gününe giriyoruz. Genelde evimizde çok mutlu bir çiftiz. Şöminemizi yakalım, önüne masamızı kuralım, kırmızılarla süsleyelim... Birlikte bir şeyler yapmayı çok seviyoruz. Sürpriz bir hediyem var onu vereceğim. Bir de yazdığım bir kartı. Bir de evlilikte büyük sürprizler olmuyor. Ama kalabalık bir grupla kahvaltıya gideceğiz. Öğleden sonra baş başa olacağız. Eminim ki çok keyifli geçecek.
Özel sürprizler yapar mı?
Her zaman yapar. Neyi beğendiğimi, ne istediğimi bilir, dinler beni. Hiç umulmadık bir zamanda istediğim neyse onu alır, evin bir köşesine saklar. Küçük notlar yazar. Özel günlerde neredeysem mutlaka oraya çiçek gönderir. Bitmez onun sürprizi.
Peki, sevgililer günü için bir mektup yazmanızı isteseydik ne söylemek isterdiniz?
Bu sene bambaşka bir sevgililer günü yaşıyoruz. Birlikteliğimizin artık bir tohumu var bizimle birlikte büyüyen. Ve o kadar büyük bir yüreklilikle bu aileyi kurdun ki, eminin o çok büyük yüreğinin altında biz korunaklı bir hayat yaşayacağız. Bununla ilgili yazardım.
Daha çok yeni ama annelik duygusuyla ilgili ne söylemek istersiniz?
Vücudum çok garip değişimler yaşıyor ve bunu yaşamaktan çok keyif alıyorum. Bugün ilk kez kalp atışını dinledim Sürekli içimden ağlamak geliyor. Zaten çocukları çok seviyorum ama gerçekten insan kendi yaşayınca başka bir şey oluyormuş. Daha dinginleştim. Başka bir şey oldu. Dünya artık onun etrafında dönüyor benim için. Karı kocanın dışında bir aile olduk artık. Süreç nasıl tamamlanır bunu Allah bilir ama bunu yaşamak bile çok güzel.
Nasıl bir çocuk yetiştirmeyi hayal ediyorsunuz?
Yaşayarak göreceğiz. ‘Hayat plan yaparken başımıza gelenlerdir’ sözünü çok önemsiyorum. O yüzden plan yapmıyorum artık. Sadece o an başıma geleni keyifle yaşayıp sonraki anı bekliyorum. Zaten siz anınızı ne kadar keyifle yaşarsanız o bir zincir gibi keyifle devam ediyor. Plan yapmak insanı yoruyor ve zamanını kaçırtıyor. Planlar olmayınca canın sıkılıyor. Hedeflediğiniz şeyleri yapamadığınızda kendinizi başarısız hissediyorsunuz. Hayatta her işte bir hayır vardır diye düşünüyorum.
Başarılı oyuncu Ceyda Düvenci en son Ejder Kapanı filminde bir pavyon şarkıcısını canlandırmıştı. Aileye katılacak yeni bebeğin gelişiyle bir süre dizi projelerini erteleyen Düvenci, eğitmen arkadaşlarıyla birlikte artık yaratıcı drama dersleri veriyor. İleride sıkı bir eğitmen olmak istiyorum diyen Ceyda Düvenci bunun için sürekli film ve oyun izlediğini söylüyor.
Ceyda Düvenci şu sıralar onu çok mutlu eden annelik heyecanını yaşıyor. Söyleşiyi yaptığımız gün ilk kez bebeğin kalp atışını duyduğunu gözleri dolarak anlatıyor. Bu hoş sürpriz nedeniyle şu sıralar dizi projelerine ara veren Ceyda Düvenci ile film ve tiyatro tutkusunu, sürpriz bir şekilde aldığı evlilik teklifini ve yaklaşan sevgililer gününü konuştuk.
Bir dizi projenizi bebek sürprizi olunca ertelemişsiniz bu aralar neler yapıyorsunuz?
Görüştüğümüz başka bir dizi var ama durumum sebebiyle ne olacağını bilmiyorum. Bu sene yaratıcı dramayla ilgilendim. Üsküdar’da çağdaş drama derneğinde öğrenciliğe başladım. Aynı zamanda eğitmen sertifika programı da var. Eğitmen arkadaşlarımla birlikte bir kurs oluşumuna girdik. Yaratıcı drama dersleri veriyoruz. Şimdilik bir merkez açmadım. Beykoz konaklarında site sakinlerine ders veriyoruz.
Twitter sayfanıza girdiğimde sürekli film izlediğinizi ve arkadaşlarınıza da tavsiye ettiğinizi okudum…
Hayattaki en büyük keyfim film ve oyun izlemek. Her sene başı gitmek istediğim oyunların bir listesini yapıyorum. Festivalleri takip ediyorum. Bunlar benim soluk alma yerim. Hayatımın vazgeçilmez üçlüsü sinema tiyatro ve kitap. İleride eğitmen olacağım için bunları seyretmenin çok önemi var. 4 ayda bir Londra’ya gidip oyun izliyorum. Başka bir bakış açısı kazandığımı düşünüyorum. Hem oyunculuğum adına da bambaşka şeyler oluyor. Bir taraftan da eğitmen yönümü besliyorum. İleride gerçekten sıkı bir eğitmen olmak istiyorum.
‘Yala ama Yutma’ oyunuyla ilgili tepkilere ne diyorsunuz? Tam da bu dönemde birtakım eksiklikler yüzünden kapatıldı.
Belli bir kesim uğraşıyor. Ama bu uğraşılar bir şekilde haber oluyor ve uzun vadede bizlere yarıyor. Aynı şey Türkan Saylan için de geçerliydi. Birçok insan bu sayede onu tanımış oldu. Engellemeye çalıştıkça insanlar bilinçlenmeye ve daha çok destek olmaya başladı. Oyunlara tepki gösterip tiyatro kapatıyorlar ama o tiyatrolar perdelerini açar açmaz insanlar yığılacak oraya. Tiyatro ile ilgilenmeyenler belki o oyunu bilmiyordu ama şimdi herkes haberdar oldu. Sonuçta o tiyatro muhakkak eksiklerini tamamlayıp perdesini açacaktır.
Yine twitter sayfanızda ‘karanlıkta yemek projesi’nden söz ediyordunuz, nedir bunun aslı?
Galata’da kör fotoğrafçılar derneği var. En büyük projelerinden biri ‘Karanlıkta Yemek’. Her ay dernekte karanlıkta yemek yeniyor. Geçen hafta yaptık. Muhteşemdi. Hayatımın en güzel deneyimiydi. Zifiri karanlıkta gözleri gören bir sürü insanı içeri aldılar. Servisi de görmeyen garsonlar yapıyordu. Vücudumun aldığı şekil, insanların tavırları, eşimin ve arkadaşlarının reaksiyonları çok garipti. Bu projeden sonra annemi yüzde yüz anlayarak çıktım. Bunu yaşamadan ölmemek gerekiyor.
Annenizin geçirdiği kaza sonucu görme yetisini kaybetmesi üzerine mantık ‘canından da olabilirdi sadece bununla atlattık’ derken manevi yönünüz bunu nasıl açıklıyor? Niye bizim başımıza geldi diye isyan ettiniz mi mesela?
Bu evreleri geçirdim. Herkesin hayatında mutlaka zamansız kaybedişler ya da hiç ummadığınız insanlardan yediğiniz kazıklar olabiliyor. Bunu 5 sene önce ‘Yuvaya Yolculuk’ adlı kitapla çözdüm. Kitapta hayatınızda yaşadığınız tüm zamansız tersliklere o an olduğu için ve o güne kadar görevini başarıyla tamamladığı için teşekkür edip vedalaşın diyordu. Çünkü bunlar sizin ikameniz için bir sebep. Aslında annemin görmemesi başka bir çocuk olmamı sağladı. Annem görüyor olsaydı daha şımarık, daha geç bilinçlenen biri olabilirdim. Daha duyarsız olabilirdim. Annem de daha güçlü bir kadın oldu. Bence olan bütün aksilikler insanın hayatında bir şey için sebep ve bir görevin finali.
Peki, 10 yıl önceyle şimdiyi kıyaslarsak şimdiki Ceyda nasıl bir değişim geçirdi, hayatından neleri çıkarıp, neleri kattı?
Dağlar kadar fark var. Kitap olur neredeyse. Sadece farkındalığımın çok arttığını söyleyebilirim. Neyi, ne için yaptığımı biliyorum artık. O zaman da hayattaki her şey anlam kazanıyor. Hayatı daha kolaylaştırmayı öğrendim. Bir de o beş yaşının duygularıyla istediğimizi, sıkıntımızı, sevdiğimizi çok net ifade edebildiğimiz, kendi kurallarımızla yaşadığımız o saf halimizi yakalamaya ve yaşamaya çalışıyorum. Bir yerde kilitlendiğimde ya da umudumu kaybettiğimde hemen o yaş grubundaki çocukların tavrını ve ifadelerini hatırlayıp gerçekten ne hissettiğime odaklanıp onu söylüyorum. O zaman hayat daha kolaylaşıyor. Bir şeye canım sıkıldığında uzatmadan, karşımdakini de kırmadan çok net söyleyebiliyorum. O zaman hayat bambaşka oluyor. Hayır demeyi de öğrendim. Hayatta vücudumu dinliyorum. Uyumak mı, gitmek mi istiyor? Ne yemek istiyor, yemek istemiyor mu?
HER GÜN KOCAMI DAHA ÇOK SEVİYORUM
Hiç hesapta yokken arkadaşınızdan evlilik teklifi almışsınız, nasıl oldu?
Engin’le 8 sekiz sene öncesinden arkadaşlığımız var. Tanıştığımız ilk gün ailesine “Ceyda ile evleneceğim, ama bunun zamanını sormayın” demiş. Beni de televizyondan göstermiş. Arkadaşlığımız boyunca hiçbir şey hissetmedim. Çok paşadır benim kocam, çok efendidir. Hiçbir zaman laubalilik yapmadı ve sınırını aşmadı. Her zaman arkadaş oldu ama hep bir mesafe içindeydi. Hiçbir zaman dost olmadı. Her şeyimi bilecek kadar yakın değil ama takip edecek kadar yakındı. Direkt geldi evlenme teklifi etti.
Siz de hemen kabul etmişsiniz…
Çok güzel bir evlenme teklifiydi çünkü kabul etmemek aptallık olurdu. Gülüyor…
Kabul etmeseymişsiniz başka planlar da yapmış, neydi onlar?
Çok romantik birkaç tane daha planı varmış evet. “Kabul etmeseydin yılmayacaktım. İlkinde kabul etmeyeceğinden çok emindim ama niyetimi belli etmiş olacaktım. Hayır dersen bir süre flört edelim deyip sonrasında 4 defa daha gerekirse de 10 defa yapardım” dedi. Satın aldığım eve bakmaya giderken yolda o kadar güzel şeyler söyleyip evlenme teklifi etti ki, bu zamanda öyle bir adama hayır demek olmazdı. Evlilik teklif ettiği an ilk olarak “böyle bir şey düşünmemiştim” dedim. O da “senin yerine ben düşündüm, bundan sonra her şeyi ben düşüneceğim ama şuna emin ol ki gün geçtikçe beni her gün daha fazla seveceksin ve bir gün bile pişman olmayacaksın. Bütün sorumluluğu üzerime alıyorum” demişti. Ben de hiç düşünmeden evet demiştim. Her gün kocamı daha çok seviyorum.
O zaman sizinki sonradan aşk oldu…
Ben daha çok ‘sevgi’ci bir tipim. Aşk hiçbir zaman iyi gelmez bana. Her gün büyüyen bir sevgi diyebilirim. Çok korunaklı, çok huzurlu, çok sığındığım, çok arkadaşım, çok kocam ve çok sevgilim... Her gün bir adım... Gerçekten dediği gibi oldu, ne eksik ne fazla. Her gün şükrettiğim bir ilişki.
14 Şubat’ta ne yapacaksınız, özel bir kutlama var mı?
Bu sene 3 kişi sevgililer gününe giriyoruz. Genelde evimizde çok mutlu bir çiftiz. Şöminemizi yakalım, önüne masamızı kuralım, kırmızılarla süsleyelim... Birlikte bir şeyler yapmayı çok seviyoruz. Sürpriz bir hediyem var onu vereceğim. Bir de yazdığım bir kartı. Bir de evlilikte büyük sürprizler olmuyor. Ama kalabalık bir grupla kahvaltıya gideceğiz. Öğleden sonra baş başa olacağız. Eminim ki çok keyifli geçecek.
Özel sürprizler yapar mı?
Her zaman yapar. Neyi beğendiğimi, ne istediğimi bilir, dinler beni. Hiç umulmadık bir zamanda istediğim neyse onu alır, evin bir köşesine saklar. Küçük notlar yazar. Özel günlerde neredeysem mutlaka oraya çiçek gönderir. Bitmez onun sürprizi.
Peki, sevgililer günü için bir mektup yazmanızı isteseydik ne söylemek isterdiniz?
Bu sene bambaşka bir sevgililer günü yaşıyoruz. Birlikteliğimizin artık bir tohumu var bizimle birlikte büyüyen. Ve o kadar büyük bir yüreklilikle bu aileyi kurdun ki, eminin o çok büyük yüreğinin altında biz korunaklı bir hayat yaşayacağız. Bununla ilgili yazardım.
Daha çok yeni ama annelik duygusuyla ilgili ne söylemek istersiniz?
Vücudum çok garip değişimler yaşıyor ve bunu yaşamaktan çok keyif alıyorum. Bugün ilk kez kalp atışını dinledim Sürekli içimden ağlamak geliyor. Zaten çocukları çok seviyorum ama gerçekten insan kendi yaşayınca başka bir şey oluyormuş. Daha dinginleştim. Başka bir şey oldu. Dünya artık onun etrafında dönüyor benim için. Karı kocanın dışında bir aile olduk artık. Süreç nasıl tamamlanır bunu Allah bilir ama bunu yaşamak bile çok güzel.
Nasıl bir çocuk yetiştirmeyi hayal ediyorsunuz?
Yaşayarak göreceğiz. ‘Hayat plan yaparken başımıza gelenlerdir’ sözünü çok önemsiyorum. O yüzden plan yapmıyorum artık. Sadece o an başıma geleni keyifle yaşayıp sonraki anı bekliyorum. Zaten siz anınızı ne kadar keyifle yaşarsanız o bir zincir gibi keyifle devam ediyor. Plan yapmak insanı yoruyor ve zamanını kaçırtıyor. Planlar olmayınca canın sıkılıyor. Hedeflediğiniz şeyleri yapamadığınızda kendinizi başarısız hissediyorsunuz. Hayatta her işte bir hayır vardır diye düşünüyorum.
MEMET ÖZER
TÜLİN’E HALA ÇİÇEK ALIRIM
Memet Özer CNNTürk ekranlarında ‘Hayatın Tadı’ programında her hafta bir ünlü konuğu ağırlıyor. Bir yandan yemek yaparken bir yandan da konuklarıyla yemek kültürü ve hayat üzerine sohbet ediyor.
Yemek yapmaya çok küçük yaşlarda ilgi duyan Memet Özer, daha çok pasta, çikolata ve kek üzerine denemeler yaptığını anlatıyor. Üniversitede iktisat okuyan Özer daha sonra otelcilik bölümünde okumuş. The Marmara otelindeki stajın ardından Cafe Marmara’nın müdürlüğünü ve ziyafet koordinatörlüğünü yapan Özer, daha sonra oldukça popüler olan, 1500-2000 kişinin geldiği bir eğlence kompleksinin de hem fikir babası hem de çalışanı olmuş. Yıllarca yiyecek-içecek bölümünde çalışan Özer, daha sonra yemek tutkusunun gittikçe depreştiğini anlatıyor ve “başta hobi olan tutkum bir hastalığa dönüştü neredeyse. Her saniye yemek yapmayı düşünüyor ve yeni tatlar deniyordum. Çarşı-Pazar gezer oldum. Yemekle ilgili birçok kitap okudum. Yurtdışı seyahatlerimde yemekle ilgili kitaplarla ve yiyecek malzemeleriyle dönüyordum” diyor. Memet Özer yemek tutkusunun dışında aynı zamanda iyi bir kitap ve gazete okuyucusu. İki günde bir kitap bitiririm diyen Özer, çok sıkı Atilla İlhan tutkunu olduğunu da sözlerine ekliyor.
‘Hayatın Tadı’ programınızdan bahseder misiniz?
Her hafta ünlü bir konuğum oluyor. Gelenleri evimize gelmiş konuklarım gibi ağırlıyorum. Hem yemek pişirip hem de onlarla sohbet ediyorum. Konuklar da bu dokudan memnun. Yemek kültürü, keyif, hayat ve İstanbul’u konuşuyoruz. Siyaset ya da entrika konuşmuyoruz. Keyifli bir program.
Bu kadar lezzetli yemekler yapan biri olarak bir yer açmayı düşünmüyor musunuz?
Çevremdeki herkes böyle bir şeyi yapmam için çok baskı yapıyor aslında. Ben de ciddi ciddi düşünmeye başladım. Hıncal Uluç konuğumdu ve tabiri caizse “ne eşek adamsın, niye bu kadar lezzetli yemek yapıp da bir yer açmıyorsun. Açmazsan iki elim bir yakanda olur” dedi. Daha bugün konuştuk, siz de aynı soruyu sordunuz. Umarım çok büyük olmayan, kendi kendime eğlenebileceğim, eşimi dostumu ağırlayabileceğim bir yer açabilirim.
Gecenin bir yarısı bir de şu yemeği denesem deyip yaptığınız olur mu?
Kesinlikle. Bir de üstüne üstlük benim karım dünyanın en iştahlı insanlarından biridir. Ve devamlı yemek talebi olur. Dolapta ne malzeme varsa yaparım. Gecenin bir yarısı irmik helvası isteyebilir. Ben de üşenmem, kalkar, yaparım. Hayatta her şeye üşenirim ama yemek için hiç üşenmem. Hele birinden talep gelirse onu mutlaka yaparım. Gecenin on ikisinde arkadaşlarım gelip “karnımız acıktı, rizotto yap” desin, hiç üşenmeden yaparım.
Tülin Hanım’ın yaptığı yemeği beğenir misiniz?
Tülin Hanım’ın yemeğini yeme şansım hiç olmadı. Çünkü hayatında evde yemek yapmadı. Kahkahalar… Biz 9 yıldır beraberiz Tülin’le, daha bir kere bile mutfağa girip yemek yapmamıştır.
Yemekleri siz yapıyorsunuz, Tülin Hanım’a ne kalıyor?
O da temizlik işlerinden sorumlu. Çok iyi ütü yapar. Dünyada en sevilmeyecek şeylerden biri bence ütü yapmak ama o ütü yaparak kafasını dağıttığını söylüyor. Bir de ütü yaparken bir sürü proje üretiyor.
BAŞTA BİRBİRİMİZE ISINMAMIŞTIK
Evlenmeden önce birlikte yaşıyormuşsunuz, evlilik bir şeyleri değiştirdi mi?
Açıkçası bizde hiçbir şey fark etmedi. Tam tersi evlilik yıldönümümüzü bile kutlamayız. Bizim için çıkmaya başladığımız tarih çok daha önemli. O günü kutlarız. Zaten çıkmaya başladıktan sonra evli gibi yaşamaya başladık. Bir tek imza attık.
Tanışır tanışmaz birlikte yaşamaya hemen başlamışsınız galiba…
İlk tanıştığımızda o kadar da birbirimize kanımız ısınmamıştı. Birbirimizi tanıdıkça fikrimiz değişti. Ama evet, çıkmaya başladıktan 15 gün sonra birlikte yaşamaya başlamıştık.
İlk tanıştığınız gece çok yüz vermemişsiniz ve hiç konuşmamışsınız…
Evet, ilk gün ikimizde birbirimize ısınamamıştık. Bizi Acun Ilıcalı tanıştırmıştı. Sonra da nikah şahidimiz oldu zaten. İlk başta o beni biraz ukala bulmuş. Ben de aslında hoşlanmadım değil de, meşhur diye bir çekincem vardı. Tülin’in yurt dışında doğup büyümesinin büyük avantajları var. Tanıdıkça ısındım. Kendine güveni, kompleksiz olması beni etkileyen bir faktördü. Güzelliğin dışındaki özellikleriyle de beni çok etkilemişti.
Sonraki buluşma sizin evinizde olacakmış ama kimse gelmemiş bir tek Tülin Hanım gelmiş, bunu planlamış mıydınız?
Plan yoktu. Çok masumane gelişmişti. İnsanların son anda işi çıkmıştı. Toplanıp tabu oynayacaktık. Bir tek Tülin gelmişti ve o gün daha bir sıcaklaşma oldu.
AKLIMIN UCUNDAN BİLE GEÇMEZ KISKANMAK
Hala aşkın yoğunluğu devam ediyor mu ve ilişkiyi canlı tutmanın formülüne dair bir erkek olarak ne söylersiniz?
Aramızdaki aşk hala devam ediyor. İlişkimizi besliyoruz. Beslenmeyen ilişkiler, besinsiz vücut nasıl güçsüz kalırsa öyle olur. Bir kere birbirimize küçük sürprizler yapmayı severiz. Aynı zamanda iyi bir arkadaşız. Bu çok önemli. Ve birbirimizle çok konuşuruz. Her şeyimizi danışırız ve paylaşırız. Tülin’in çok seyahati oluyor ama bize kalan zamanları çok kaliteli geçiririz. Bazıları 365 gün dip dibe yaşar ve hiç ilişkileri yoktur. Seyahatler ve ikimizin yoğunluğu da ilişkiyi besliyor. Evde konuşacak konumuz hiç eksik olmaz. Mesela sabah koşusundan gelirken hala Tülin’e çiçek alırım. İki taraf da özen göstermezse olmaz. Aşklar da eskir.
Erkekler nasıl kadınları beğenir?
Başkasını bilemem ama benim beklentim; beni seven, destek olan, konuşabileceğim, film izlemekten hoşlanacağım, birlikte gülebileceğim biri olmalı. Ayrıca kendisiyle gurur duyabileceğim işler yapan biri olmalı. Bak işte benim karım bu diyebilmeliyim.
Yurtdışı seyahatleri de yapıyor eşiniz belki asılan da oluyordur, hiç kıskanmaz mısınız?
Valla kıskanmam. Bazı erkek güzel ya da başarılı kadını kıskanabilir ama tam tersine onunla gurur duyarım. Niye böyle bir şeyi kıskanayım ki? Tülin’in o kadar güven veren bir elektriği vardır ki, onu ancak beraber olan insan hisseder. Aklımın ucundan bile geçmez kıskanmak. Bugüne kadar hiç böyle bir şey hissetmedim.
Bazen güzel kadınların hiç kıskanmadığını düşünürüm, Tülin Hanım sizi kıskanır mı?
Ara sıra yapabiliyor. Ama çok kıskanç biri değil. Arada belki ben de kıskançlık yapıyor olabilirim. Ama benim kıskançlığım onu engelleyerek yurt dışına gidemezsin şeklinde olmaz.
Peki, her şeyi açık açık konuşur musunuz?
Konuşuruz.
Mesela birinden etkilenseniz ya da Tülin Hanım, bunu da konuşur musunuz?
Aa, o kadarını da konuşamayız herhalde. Şimdiye kadar başımıza gelmedi. Hoş kadın demek başka bir şey. Mesela o da George Cloony ne kadar yakışıklı diyor. Ama birinden çok etkilendim denmez herhalde. Zaten bu da boşanma sebebi olur. Biz öyle bir şeyi yaşamadık. Yaşanırsa zaten ilişkide problem var demektir.
Burçlarınız nedir?
Çok inanmam ama benim İkizler, Tülin de 13 Aralık doğumlu.
Tam da zıtların birliği işte, gerçi ikizler erkeği de pek zordur, flörtçü, gezmeyi ve değişikliği sever derler…
Eski çamlar bardak oldu. Kahkahalar… Eskiden sıkı bir geziciydim. Ama sonradan geçti. Ben pek benzemiyorum ikizler erkeğine.
Hangi konuda anlaşmazsınız?
Bazen televizyon kavgamız olur. Maça çok meraklıyım. 3. amatör küme maçı bile olsa seyrederim. Tülin için haklı olarak çekilmez bir şey oluyor. Ben de bu keyiften kendimi alamıyorum. Koyu bir Fenerbahçeliyim. Maçtan önce muhakkak arkadaşlarımla buluşur öncesinde rakı-balık yaparız. Bunun dışında anlaşamadığımız bir konu yok aslında. Tülin de buna alıştı. Bir de başlarda Tülin eve çat kapı gelenlere alışkın değildi. Evim akşamüzeri barı gibiydi. İşten çıkan gelirdi. İlk başta kabullenmek de zorlandı. Çünkü onlarda 15 gün önceden haber verilen ve programlanan bir şeymiş. Tülin artık ona da alıştı. Ben de misafir ağırlamaya bayılırım.
SEVGİLİLER GÜNÜ MÖNÜSÜ NASIL OLMALI?
14 Şubat Sevgililer Günü için afrodizyak tatlar da barındıran bir mönü nasıl olmalı?
Dediğiniz doğru. Mutlaka ve mutlaka tarçın ve safran gibi doğunun o gizemli
afrodizyak baharatları ya da karides gibi deniz mahsülleri kullanılabilir. O gün romantik ve hoş geçmesi gereken bir gece. Karnı şişirici, rahatsız edici, çok çeşitten oluşacak bir mönü olmaması lazım. Yemek mutlaka kaliteli bir tatlıyla hatta kakao oranı yüksek çikolatalı bir tatlıyla bitmeli. Çikolata tutku demek, aşk demek ve hatta o günün en güzel hediyesi bence. O günün olmazsa olmazı kırmızı güller. Ve güzel bir kırmızı şarap…
Siz Sevgililer Günü için ne planladınız?
Şimdi söylersem sürprizi bozulur. 14 Şubat’ta zaten nişanlanmıştık, öyle bir anısı var. Tülin burada olduğu zaman 14 Şubat’ları hep evde geçirdik. Mutlaka gündüzden dersimi iyi çalışırım ve çok şık bir sofra hazırlarım. Bol kalpler, mumlar, güzel bir şarap güller…
Uzmanlar tarafından erkekler için iyi bir yemeğin uyarıcı etkisi yarattığı ve mum ışığında yenen bir yemeğin ardından genellikle yatak odasına geçildiği söyleniyor, ne dersiniz?
O konuda uzman değilim ama iyi ve kaliteli bir yemek iyi yaşamanın göstergesidir. Mideyi doldurmak için değil, iyi bir şeylerin tadını alabilmek için yemekte seçici olmaya inanıyorum ben de. Çok yemek yaparım ama hiç midemi tıka basa doldurmam. Her şeyin tadına vara vara, yavaş yavaş, keyfini çıkararak yemeyi tercih ederim.
Memet Özer CNNTürk ekranlarında ‘Hayatın Tadı’ programında her hafta bir ünlü konuğu ağırlıyor. Bir yandan yemek yaparken bir yandan da konuklarıyla yemek kültürü ve hayat üzerine sohbet ediyor.
Yemek yapmaya çok küçük yaşlarda ilgi duyan Memet Özer, daha çok pasta, çikolata ve kek üzerine denemeler yaptığını anlatıyor. Üniversitede iktisat okuyan Özer daha sonra otelcilik bölümünde okumuş. The Marmara otelindeki stajın ardından Cafe Marmara’nın müdürlüğünü ve ziyafet koordinatörlüğünü yapan Özer, daha sonra oldukça popüler olan, 1500-2000 kişinin geldiği bir eğlence kompleksinin de hem fikir babası hem de çalışanı olmuş. Yıllarca yiyecek-içecek bölümünde çalışan Özer, daha sonra yemek tutkusunun gittikçe depreştiğini anlatıyor ve “başta hobi olan tutkum bir hastalığa dönüştü neredeyse. Her saniye yemek yapmayı düşünüyor ve yeni tatlar deniyordum. Çarşı-Pazar gezer oldum. Yemekle ilgili birçok kitap okudum. Yurtdışı seyahatlerimde yemekle ilgili kitaplarla ve yiyecek malzemeleriyle dönüyordum” diyor. Memet Özer yemek tutkusunun dışında aynı zamanda iyi bir kitap ve gazete okuyucusu. İki günde bir kitap bitiririm diyen Özer, çok sıkı Atilla İlhan tutkunu olduğunu da sözlerine ekliyor.
‘Hayatın Tadı’ programınızdan bahseder misiniz?
Her hafta ünlü bir konuğum oluyor. Gelenleri evimize gelmiş konuklarım gibi ağırlıyorum. Hem yemek pişirip hem de onlarla sohbet ediyorum. Konuklar da bu dokudan memnun. Yemek kültürü, keyif, hayat ve İstanbul’u konuşuyoruz. Siyaset ya da entrika konuşmuyoruz. Keyifli bir program.
Bu kadar lezzetli yemekler yapan biri olarak bir yer açmayı düşünmüyor musunuz?
Çevremdeki herkes böyle bir şeyi yapmam için çok baskı yapıyor aslında. Ben de ciddi ciddi düşünmeye başladım. Hıncal Uluç konuğumdu ve tabiri caizse “ne eşek adamsın, niye bu kadar lezzetli yemek yapıp da bir yer açmıyorsun. Açmazsan iki elim bir yakanda olur” dedi. Daha bugün konuştuk, siz de aynı soruyu sordunuz. Umarım çok büyük olmayan, kendi kendime eğlenebileceğim, eşimi dostumu ağırlayabileceğim bir yer açabilirim.
Gecenin bir yarısı bir de şu yemeği denesem deyip yaptığınız olur mu?
Kesinlikle. Bir de üstüne üstlük benim karım dünyanın en iştahlı insanlarından biridir. Ve devamlı yemek talebi olur. Dolapta ne malzeme varsa yaparım. Gecenin bir yarısı irmik helvası isteyebilir. Ben de üşenmem, kalkar, yaparım. Hayatta her şeye üşenirim ama yemek için hiç üşenmem. Hele birinden talep gelirse onu mutlaka yaparım. Gecenin on ikisinde arkadaşlarım gelip “karnımız acıktı, rizotto yap” desin, hiç üşenmeden yaparım.
Tülin Hanım’ın yaptığı yemeği beğenir misiniz?
Tülin Hanım’ın yemeğini yeme şansım hiç olmadı. Çünkü hayatında evde yemek yapmadı. Kahkahalar… Biz 9 yıldır beraberiz Tülin’le, daha bir kere bile mutfağa girip yemek yapmamıştır.
Yemekleri siz yapıyorsunuz, Tülin Hanım’a ne kalıyor?
O da temizlik işlerinden sorumlu. Çok iyi ütü yapar. Dünyada en sevilmeyecek şeylerden biri bence ütü yapmak ama o ütü yaparak kafasını dağıttığını söylüyor. Bir de ütü yaparken bir sürü proje üretiyor.
BAŞTA BİRBİRİMİZE ISINMAMIŞTIK
Evlenmeden önce birlikte yaşıyormuşsunuz, evlilik bir şeyleri değiştirdi mi?
Açıkçası bizde hiçbir şey fark etmedi. Tam tersi evlilik yıldönümümüzü bile kutlamayız. Bizim için çıkmaya başladığımız tarih çok daha önemli. O günü kutlarız. Zaten çıkmaya başladıktan sonra evli gibi yaşamaya başladık. Bir tek imza attık.
Tanışır tanışmaz birlikte yaşamaya hemen başlamışsınız galiba…
İlk tanıştığımızda o kadar da birbirimize kanımız ısınmamıştı. Birbirimizi tanıdıkça fikrimiz değişti. Ama evet, çıkmaya başladıktan 15 gün sonra birlikte yaşamaya başlamıştık.
İlk tanıştığınız gece çok yüz vermemişsiniz ve hiç konuşmamışsınız…
Evet, ilk gün ikimizde birbirimize ısınamamıştık. Bizi Acun Ilıcalı tanıştırmıştı. Sonra da nikah şahidimiz oldu zaten. İlk başta o beni biraz ukala bulmuş. Ben de aslında hoşlanmadım değil de, meşhur diye bir çekincem vardı. Tülin’in yurt dışında doğup büyümesinin büyük avantajları var. Tanıdıkça ısındım. Kendine güveni, kompleksiz olması beni etkileyen bir faktördü. Güzelliğin dışındaki özellikleriyle de beni çok etkilemişti.
Sonraki buluşma sizin evinizde olacakmış ama kimse gelmemiş bir tek Tülin Hanım gelmiş, bunu planlamış mıydınız?
Plan yoktu. Çok masumane gelişmişti. İnsanların son anda işi çıkmıştı. Toplanıp tabu oynayacaktık. Bir tek Tülin gelmişti ve o gün daha bir sıcaklaşma oldu.
AKLIMIN UCUNDAN BİLE GEÇMEZ KISKANMAK
Hala aşkın yoğunluğu devam ediyor mu ve ilişkiyi canlı tutmanın formülüne dair bir erkek olarak ne söylersiniz?
Aramızdaki aşk hala devam ediyor. İlişkimizi besliyoruz. Beslenmeyen ilişkiler, besinsiz vücut nasıl güçsüz kalırsa öyle olur. Bir kere birbirimize küçük sürprizler yapmayı severiz. Aynı zamanda iyi bir arkadaşız. Bu çok önemli. Ve birbirimizle çok konuşuruz. Her şeyimizi danışırız ve paylaşırız. Tülin’in çok seyahati oluyor ama bize kalan zamanları çok kaliteli geçiririz. Bazıları 365 gün dip dibe yaşar ve hiç ilişkileri yoktur. Seyahatler ve ikimizin yoğunluğu da ilişkiyi besliyor. Evde konuşacak konumuz hiç eksik olmaz. Mesela sabah koşusundan gelirken hala Tülin’e çiçek alırım. İki taraf da özen göstermezse olmaz. Aşklar da eskir.
Erkekler nasıl kadınları beğenir?
Başkasını bilemem ama benim beklentim; beni seven, destek olan, konuşabileceğim, film izlemekten hoşlanacağım, birlikte gülebileceğim biri olmalı. Ayrıca kendisiyle gurur duyabileceğim işler yapan biri olmalı. Bak işte benim karım bu diyebilmeliyim.
Yurtdışı seyahatleri de yapıyor eşiniz belki asılan da oluyordur, hiç kıskanmaz mısınız?
Valla kıskanmam. Bazı erkek güzel ya da başarılı kadını kıskanabilir ama tam tersine onunla gurur duyarım. Niye böyle bir şeyi kıskanayım ki? Tülin’in o kadar güven veren bir elektriği vardır ki, onu ancak beraber olan insan hisseder. Aklımın ucundan bile geçmez kıskanmak. Bugüne kadar hiç böyle bir şey hissetmedim.
Bazen güzel kadınların hiç kıskanmadığını düşünürüm, Tülin Hanım sizi kıskanır mı?
Ara sıra yapabiliyor. Ama çok kıskanç biri değil. Arada belki ben de kıskançlık yapıyor olabilirim. Ama benim kıskançlığım onu engelleyerek yurt dışına gidemezsin şeklinde olmaz.
Peki, her şeyi açık açık konuşur musunuz?
Konuşuruz.
Mesela birinden etkilenseniz ya da Tülin Hanım, bunu da konuşur musunuz?
Aa, o kadarını da konuşamayız herhalde. Şimdiye kadar başımıza gelmedi. Hoş kadın demek başka bir şey. Mesela o da George Cloony ne kadar yakışıklı diyor. Ama birinden çok etkilendim denmez herhalde. Zaten bu da boşanma sebebi olur. Biz öyle bir şeyi yaşamadık. Yaşanırsa zaten ilişkide problem var demektir.
Burçlarınız nedir?
Çok inanmam ama benim İkizler, Tülin de 13 Aralık doğumlu.
Tam da zıtların birliği işte, gerçi ikizler erkeği de pek zordur, flörtçü, gezmeyi ve değişikliği sever derler…
Eski çamlar bardak oldu. Kahkahalar… Eskiden sıkı bir geziciydim. Ama sonradan geçti. Ben pek benzemiyorum ikizler erkeğine.
Hangi konuda anlaşmazsınız?
Bazen televizyon kavgamız olur. Maça çok meraklıyım. 3. amatör küme maçı bile olsa seyrederim. Tülin için haklı olarak çekilmez bir şey oluyor. Ben de bu keyiften kendimi alamıyorum. Koyu bir Fenerbahçeliyim. Maçtan önce muhakkak arkadaşlarımla buluşur öncesinde rakı-balık yaparız. Bunun dışında anlaşamadığımız bir konu yok aslında. Tülin de buna alıştı. Bir de başlarda Tülin eve çat kapı gelenlere alışkın değildi. Evim akşamüzeri barı gibiydi. İşten çıkan gelirdi. İlk başta kabullenmek de zorlandı. Çünkü onlarda 15 gün önceden haber verilen ve programlanan bir şeymiş. Tülin artık ona da alıştı. Ben de misafir ağırlamaya bayılırım.
SEVGİLİLER GÜNÜ MÖNÜSÜ NASIL OLMALI?
14 Şubat Sevgililer Günü için afrodizyak tatlar da barındıran bir mönü nasıl olmalı?
Dediğiniz doğru. Mutlaka ve mutlaka tarçın ve safran gibi doğunun o gizemli
afrodizyak baharatları ya da karides gibi deniz mahsülleri kullanılabilir. O gün romantik ve hoş geçmesi gereken bir gece. Karnı şişirici, rahatsız edici, çok çeşitten oluşacak bir mönü olmaması lazım. Yemek mutlaka kaliteli bir tatlıyla hatta kakao oranı yüksek çikolatalı bir tatlıyla bitmeli. Çikolata tutku demek, aşk demek ve hatta o günün en güzel hediyesi bence. O günün olmazsa olmazı kırmızı güller. Ve güzel bir kırmızı şarap…
Siz Sevgililer Günü için ne planladınız?
Şimdi söylersem sürprizi bozulur. 14 Şubat’ta zaten nişanlanmıştık, öyle bir anısı var. Tülin burada olduğu zaman 14 Şubat’ları hep evde geçirdik. Mutlaka gündüzden dersimi iyi çalışırım ve çok şık bir sofra hazırlarım. Bol kalpler, mumlar, güzel bir şarap güller…
Uzmanlar tarafından erkekler için iyi bir yemeğin uyarıcı etkisi yarattığı ve mum ışığında yenen bir yemeğin ardından genellikle yatak odasına geçildiği söyleniyor, ne dersiniz?
O konuda uzman değilim ama iyi ve kaliteli bir yemek iyi yaşamanın göstergesidir. Mideyi doldurmak için değil, iyi bir şeylerin tadını alabilmek için yemekte seçici olmaya inanıyorum ben de. Çok yemek yaparım ama hiç midemi tıka basa doldurmam. Her şeyin tadına vara vara, yavaş yavaş, keyfini çıkararak yemeyi tercih ederim.
MÜJDAT GEZEN
METHİYECİ DEĞİL, MİZAHÇIYIM
Sahneye ilk kez 10 yaşında çıkan Müjdat Gezen şu günlerde 50. sanat yılını kutluyor. “Göz açıp kapayıncaya kadar 50 yıl geçmiş” diyen büyük usta ile hem güldüren hem de düşündüren bir söyleşi gerçekleştirdik.
“Annem, babam ve yitirdiğim pek çok dostum sağ olsaydı da 50.yılımı birlikte kutlasaydık”. Ustaların ustası Müjdat Gezen, 50 yıllık sanat yaşamının kutlandığı şu günlerde mutluluk hissettiğini söylese de en yakın dostlarından Savaş Dinçel’in ölümünden sonra çok büyük acılar ve çok büyük mutluluklar yaşamadığını ifade ediyor.
50. yıl sanat yılınızı kutlayacaksınız, neler hissediyorsunuz?
1960 yılında amatörlükten çıkmışım, hayatımdaki ilk maaşımı alacağım. Elime 250 lira da maaş vermişlerdi. Eve her zaman otobüsle dönerdim ama o gün para girdi ya cebe, dolmuşa binmiştim. O gün de annemin kabul günüydü. Çaldım kapıyı, elinde çay tepsisi “hayırdır” dedi. “Anne bu meslekten kazandığım ilk param, sana getirdim” deyince başladı ağlamaya. Parayı tepsiye koydu, açtı kapıyı girdi içeri. Ben de onu dinliyorum; “oğlum ilk maaşını getirmiş, bu onun tiyatroculuktan kazandığı ilk parası” demişti. İşte onun üzerinden göz açıp kapayıncaya kadar 50 yıl geçmiş. Herkese nasip olmasını isterim.
İlk sahneye çıktığınız günü hatırlıyor musunuz?
1953 yılı. 10 yaşındayım. İlk sahneye çıkışım. Dram oynuyoruz. En önde annem, öğretmenim, ablam, alt komşumuz izlerken ağlıyordu. Ben de ağlamaya başlamıştım. Daha sonra profesyonel oldum. O da ilk heyecandı tabii. Amatörlükte sizi izlemeye gelen yakınlarınız, çevreniz oluyor ama profesyonel oyunculukta bilet alıp tiyatronuzu seçenler geliyor. 50 yıl geçmiş aradan nasıl o yıllara dönüp de şimdi o duyguları birebir yaşarım bilemiyorum.
Şu anda yaşadığınız hüzünle mutluluk arası bir duygu mu?
Keşke annem, babam, Savaş Dinçel, Kemal Sunal, Cenk Koray ve yitirdiğim pek çok dostum sağ olsaydı da birlikte kutlasaydık. Onun dışında bir üzüntüm olamaz. Mutluluk hissederim. Ama özellikle Savaş’ın ölümünden sonra çok büyük acılar ve çok büyük mutluluklar yaşamıyorum. Duygular konusunda biraz nötralize oldum. Çünkü 50 yıllık arkadaşım ellerimde ölünce hayata bakışım değişti. Ölümün ne olduğunu yaşadım orada. Bir parçam gitti. Artık çok fazla umursamıyorum her şeyi.
Savaş Dinçel’le de birçok kez aynı sahneyi paylaştınız, sahne üzerinde birbirinize şakalar yapar mıydınız?
‘Son gece şakaları’ vardır tiyatroda. Yaptığımız çocukluk şakalarından dolayı başımız epey derde girmişti. Sahnede arabaların tekerleğini çıkarmaktan dingilleri sökmeye, işi olmayan oyuncuları sahneye itmekten laflarını şaşırtmaya kadar şakalar yapardık. Ama şimdi öğrencilerime söylediklerimi yapın ama yaptıklarımı yapmayın diyorum.
HÜKÜMETTEN NİYE KORKAYIM Kİ?
50 yıl önceyle şimdiyi kıyaslarsak sanata ve sanatçıya verilen değer açısından bir ilerleme, gelişme söz konusu mu?
Valla ben Türk toplumundaki bir meseleyi diğerinden ayırmıyorum. Mesela ekonomi, tıp, sanayi ve spor nasılsa tiyatro da, sinema da aynı. Çok büyük fark yok. Televizyonun çoklu kanala geçmesinden sonra biraz ilgi azaldı tiyatroya ama çok şükür ki Kadıköy yakasında tutmuş ve benimsenmiş bir tiyatro olarak mutluyuz. Ama her tiyatro için aynı şeyi söyleyemem.
Şu sıralar oyunlara getirilen birtakım yasaklamalar söz konusu…
Bize bugüne kadar böyle bir şey uygulayamadılar, uygulayamazlar da. Ankara’da bir oyunda sigara içiliyor diye yasak gelmişti. Çok saçmaydı. O zaman Hamlet’i de oynamamız lazım çünkü 9 tane cinayet var içinde. Hemen cinayet masası gelip ne yapıyorsunuz burada mı diyecek. Yoksa içkili sahneler için de içki ruhsatı alınması lazım. Böyle bir saçmalık olmaz. Bu bir oyun canım.
Eskiden daha çok politik esprilerin olduğu güldürmeceler vardı, şimdiler de pek yok sizce bunun nedeni nedir?
Zeki-Metin yapardı. Eski ekipten Levent Kırca, ben, Ferhan Şensoy hepimiz yapardık hala yapıyoruz. Beyazıt Öztürk bu durumu programında çok açıklıkla dile getirmişti. Çok makul karşılamıştım. “Korkuyoruz” demişti. Korkuyoruz diyen adama da, ‘neden korkuyorsun’ denmez ki. Kimsenin kimseye müdahale etmeye hakkı yoktur. Herkes neyle mutlu oluyorsa onu yapacak. Bir ülkede herkes sosyal içerikli bir şey yapıyorsa da fena, hiçbiri yapmıyorsa da fena. Maalesef Türkiye bir türlü orta noktayı bulamadı. Ne yönetimlerimizde istikrar var ne de esprilerimizde. Boğaz köprüsü gibi ne Asya’dasın ne Avrupa’dasın, hem Avrupa’dasın hem Asya’dasın, arada kalmış durumdasın işte.
Levent Kırca ile katıldığınız ‘Arena’ programında şu anki hükümetle hiç çekinmeden neredeyse alay ettiniz, hiç mi çekinceniz yok?
Hiç yok. Bir gün Aziz Nesin’e korkuyor musun diye sorduğumda, “evladım, artık korku duvarlarını aştık” demişti. Ama her medeni insan gibi gelecek tehlikelerden insan kendini korur. Korku uygarcadır ama kimden korkacağına bağlıdır. Bu hükümetten niye korkayım ki? Onlar bizden korksun. Ben bir vatandaşım. Onlar milletin vekili, ben de milletin kendisiyim. Onlar milletten korkacak. Millet milletvekilinden korkar mı? Ben de korkmuyorum.
‘Tayyib’in Sinirli Lambası’, ‘Hergenekon Davası’ adlı oyunlarınız da mı hiç tepki almadı?
Asla. O biraz sıkar işte. Öyle bir şeye giremezler. Bütün oyunlarımız politik ve sosyal içerikli. Devlet yardımı almayarak da buna karşı kendimi koruyorum. Devlet yardımını reddeden ve talep etmeyen tek tiyatroyum. Devlet yardımı alınca belki devlet size sansür uygulamaz ama kafanızın bir köşesinde ‘şu kadar para aldık, acaba bunu söylemesek mi’ gibi oto sansür belirir. Devlet yardımı almadığım için çok mutluyum, kendi yağımla seyircinin bana sağladıklarıyla geçiniyorum. Ayrıca daha özgür hissediyorum kendimi. Ne Ergenekon’dan ne hükümetten korkarım. Ben ancak kalleşçe bir şeyden korkabilirim.
BASIN ÖZGÜRLÜĞÜ DEĞİL, İFTİRA…
Ülkenin yönetim şekli değişir mi (yani şeriat gelir mi)?
Asla gelmez. Zaten şeriatın parçalarını ve İslam faşizmini deniyorlar. “Benim gibi düşünüyorsan, seninle aynı fikirdeyim” diyor. Ne demek bu yani? İşi oraya getiriyorlar. Herkesi eleştiriyorlar ama eleştiriyi asla kabul etmiyorlar. Eleştiri doğal bir haktır. Olur mu öyle şey? Bu hükümetin eleştiri sınırları terbiye sınırlarını aşacak dozda. Karşısındakini aşağılayan, küçümseyen bir tavır hakim. Başbakan Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı’na yani Cumhurbaşkanı vekiline yani başkumandan vekiline “siz mi susturursunuz, ben mi susturayım muhalefeti” diyor. Yani bunların ağzına iki yumruk atayım mı demek istiyor, ne demek istiyor, belli değil. 67 yıldır bu ülkede yaşıyorum binlerce milletvekili, onlarca hükümet gördüm, böylesini hiç görmedim.
Tam da bunu sormak istiyordum aslında, şimdiki hükümetin diğerlerinden farkı nedir?
Bunlar faşizme doğru gidiyor. Askeri dönemlerde bile bu kadar gizli baskı olmamıştı. Bence Başbakan, kurumların hepsi elimde, orduyu da gereken lekelemelerle susturduk, artık yargı da elimde olsun istiyor. İşte bu çok tehlikeli bir gidiştir.
O zaman tepeden inme bir rejim değişikliğinin olması çok da zor değil…
Öyle bir şeyin ömrü bir gün bile sürmez. Tepeden inmeyle ne yapacak? Zaten yapacağını yapıyor. Türkiye’de ekonomiyle, parasızlıkla, işsizlikle, kadın sorunlarıyla ya da öğrencilerin boşta kalmasıyla ilgili kimse konuşmuyor. Tekel işçilerinin sorunuyla ilgili 20 tane yalan söylediler. Yani inanılır oyunlar değil. Ama mutlaka bunun sonu var. Ülkemi çok seviyorum. Politikacıların da bu ülkeyi sevdiklerine inanıyorum. Ama sevgi yanlış yapmaya engel olmuyor. En çok hata çok severken yapılan hatalardır. Allah hepimizin sonunu hayır etsin.
Peki, bu hükümetin hiç mi olumlu bir yanı yok?
Ben bir mizahçıyım, methiyeci değilim. Eskiden padişahı met edene bir torba akçe verirlerdi. Onun lehine şiir yazana da. Benim işim eleştirmek çünkü mizahçıyım. Başbakan çok uzun boylu, yakışıklı, karısı çok güzel giyiniyor, yüzükleri harika, oğlu ne kadar zeki iki gemicik aldı, ne tatlı bir aile ya da ne kadar güzel yönetiyorlar, ülkemizde hiç sıkıntı yok diye bunu yapanlar var zaten. Onlara da ‘libero’ diyorum. Bir futbol deyimi gibi görünse de aslında libero parayı aldığı zaman her mevkide oynayabilen futbolcuya deniyor. Ülkemizde ‘liboş’ diyorlar, bu çok ayıp. Çok aşağılayıcı, cinsellik içeriyormuş gibi. Libero ise bence daha ayıp. Ben de onu kullanmayı tercih ediyorum.
Can Dündar’ın Mustafa Kemal filmiyle ilgili de böyle şeyler söylendiği yazılmıştı Taraf gazetesinde…
Hem Taraf hem de Yeni Şafak gazetesini mahkemeye verdim. Yalan haberi ilke edinmişler. Can Dündar için ‘gavurun dölünün filmine gitmeyin, benim oyunuma gelin’ demişim. Bunun tarzım olmadığını beni tanıyan da bilir, tanımayan da. Herhalde kendi düşünceleri. Benim gibi hayatı sosyalist olmaktan dolayı cezaevlerinde yatmış bir adama söylenecek laf mı bu ya? Maalesef yaptılar. Ama çatır çatır bu cezayı ödeyecekler. Bunun basın özgürlüğü ile değil iftirayla ilgisi var. Ayrıca böyle bir şey desem sonuna kadar arkasında dururum. Öyle dediğimi yalayacak biri değilim. Mahkemede onları yerin dibine sokacağım. O duruşmalar çok ilginç olacak.
Sizce Tayyip Erdoğan nasıl biri?
Bence ondan iyi bir belediyeci olabilir. Zabıtayı iyi denetleyebilir, küfür edebilir, topla ulan tezgahını, al tezgahını git de diyebilir. Lan gel lan buraya deyip Pazar yerlerini gayet iyi idare edebilir mesela. Olabilir. İyi bir belediyeci olabilir.
Son zamanlarda en çok neye gülüyorsunuz?
En son Bülent Arınç’a güldüm. Manisa’daki evinde otururken, Ankara’daki evinin önünde iki tane subay silahsız vaziyette onu öldürmeye gidiyor. Bir telefon üzerine subayın elinde krokiyi yakalıyorlar. Güya subay da krokiyi yutmak için polisten su istiyor. Polis de suyunu veriyor. (Anlatırken gülüyor.) Sonra bu davayı yürüten hakim ‘askerler beni öldürecek’ diye ihbarda bulunuyor. Askerleri yakalıyorlar, Bunlardan biri marangoz, aşçı diğeri de elektrik teknisyeni. Öldürme aletleri de soğan, sarımsak ve pırasa herhalde. Kahkahalar… Meclisteki açılımı da 8 saat seyrettim. İçişleri bakanı çıkıp “Başbakan az sonra açılımın ne olduğunu açıklayacak” dedi. Gerçekten de az sonra Başbakan çıktı ve “az önce İçişleri bakanımız açılımın ne olduğunu açıkladı” dedi. Aynen böyle oldu. Hiç ilave etmeye gerek yok. İşte bunlara çok gülüyorum.
Sizi en çok ne mutsuz eder?
İşte bütün bu anlattıklarım.
Peki, en çok huzuru nerede bulursunuz?
Okulumda, tiyatromda ve evimde. Üçü de benim sığınağımdır.
Sahneye ilk kez 10 yaşında çıkan Müjdat Gezen şu günlerde 50. sanat yılını kutluyor. “Göz açıp kapayıncaya kadar 50 yıl geçmiş” diyen büyük usta ile hem güldüren hem de düşündüren bir söyleşi gerçekleştirdik.
“Annem, babam ve yitirdiğim pek çok dostum sağ olsaydı da 50.yılımı birlikte kutlasaydık”. Ustaların ustası Müjdat Gezen, 50 yıllık sanat yaşamının kutlandığı şu günlerde mutluluk hissettiğini söylese de en yakın dostlarından Savaş Dinçel’in ölümünden sonra çok büyük acılar ve çok büyük mutluluklar yaşamadığını ifade ediyor.
50. yıl sanat yılınızı kutlayacaksınız, neler hissediyorsunuz?
1960 yılında amatörlükten çıkmışım, hayatımdaki ilk maaşımı alacağım. Elime 250 lira da maaş vermişlerdi. Eve her zaman otobüsle dönerdim ama o gün para girdi ya cebe, dolmuşa binmiştim. O gün de annemin kabul günüydü. Çaldım kapıyı, elinde çay tepsisi “hayırdır” dedi. “Anne bu meslekten kazandığım ilk param, sana getirdim” deyince başladı ağlamaya. Parayı tepsiye koydu, açtı kapıyı girdi içeri. Ben de onu dinliyorum; “oğlum ilk maaşını getirmiş, bu onun tiyatroculuktan kazandığı ilk parası” demişti. İşte onun üzerinden göz açıp kapayıncaya kadar 50 yıl geçmiş. Herkese nasip olmasını isterim.
İlk sahneye çıktığınız günü hatırlıyor musunuz?
1953 yılı. 10 yaşındayım. İlk sahneye çıkışım. Dram oynuyoruz. En önde annem, öğretmenim, ablam, alt komşumuz izlerken ağlıyordu. Ben de ağlamaya başlamıştım. Daha sonra profesyonel oldum. O da ilk heyecandı tabii. Amatörlükte sizi izlemeye gelen yakınlarınız, çevreniz oluyor ama profesyonel oyunculukta bilet alıp tiyatronuzu seçenler geliyor. 50 yıl geçmiş aradan nasıl o yıllara dönüp de şimdi o duyguları birebir yaşarım bilemiyorum.
Şu anda yaşadığınız hüzünle mutluluk arası bir duygu mu?
Keşke annem, babam, Savaş Dinçel, Kemal Sunal, Cenk Koray ve yitirdiğim pek çok dostum sağ olsaydı da birlikte kutlasaydık. Onun dışında bir üzüntüm olamaz. Mutluluk hissederim. Ama özellikle Savaş’ın ölümünden sonra çok büyük acılar ve çok büyük mutluluklar yaşamıyorum. Duygular konusunda biraz nötralize oldum. Çünkü 50 yıllık arkadaşım ellerimde ölünce hayata bakışım değişti. Ölümün ne olduğunu yaşadım orada. Bir parçam gitti. Artık çok fazla umursamıyorum her şeyi.
Savaş Dinçel’le de birçok kez aynı sahneyi paylaştınız, sahne üzerinde birbirinize şakalar yapar mıydınız?
‘Son gece şakaları’ vardır tiyatroda. Yaptığımız çocukluk şakalarından dolayı başımız epey derde girmişti. Sahnede arabaların tekerleğini çıkarmaktan dingilleri sökmeye, işi olmayan oyuncuları sahneye itmekten laflarını şaşırtmaya kadar şakalar yapardık. Ama şimdi öğrencilerime söylediklerimi yapın ama yaptıklarımı yapmayın diyorum.
HÜKÜMETTEN NİYE KORKAYIM Kİ?
50 yıl önceyle şimdiyi kıyaslarsak sanata ve sanatçıya verilen değer açısından bir ilerleme, gelişme söz konusu mu?
Valla ben Türk toplumundaki bir meseleyi diğerinden ayırmıyorum. Mesela ekonomi, tıp, sanayi ve spor nasılsa tiyatro da, sinema da aynı. Çok büyük fark yok. Televizyonun çoklu kanala geçmesinden sonra biraz ilgi azaldı tiyatroya ama çok şükür ki Kadıköy yakasında tutmuş ve benimsenmiş bir tiyatro olarak mutluyuz. Ama her tiyatro için aynı şeyi söyleyemem.
Şu sıralar oyunlara getirilen birtakım yasaklamalar söz konusu…
Bize bugüne kadar böyle bir şey uygulayamadılar, uygulayamazlar da. Ankara’da bir oyunda sigara içiliyor diye yasak gelmişti. Çok saçmaydı. O zaman Hamlet’i de oynamamız lazım çünkü 9 tane cinayet var içinde. Hemen cinayet masası gelip ne yapıyorsunuz burada mı diyecek. Yoksa içkili sahneler için de içki ruhsatı alınması lazım. Böyle bir saçmalık olmaz. Bu bir oyun canım.
Eskiden daha çok politik esprilerin olduğu güldürmeceler vardı, şimdiler de pek yok sizce bunun nedeni nedir?
Zeki-Metin yapardı. Eski ekipten Levent Kırca, ben, Ferhan Şensoy hepimiz yapardık hala yapıyoruz. Beyazıt Öztürk bu durumu programında çok açıklıkla dile getirmişti. Çok makul karşılamıştım. “Korkuyoruz” demişti. Korkuyoruz diyen adama da, ‘neden korkuyorsun’ denmez ki. Kimsenin kimseye müdahale etmeye hakkı yoktur. Herkes neyle mutlu oluyorsa onu yapacak. Bir ülkede herkes sosyal içerikli bir şey yapıyorsa da fena, hiçbiri yapmıyorsa da fena. Maalesef Türkiye bir türlü orta noktayı bulamadı. Ne yönetimlerimizde istikrar var ne de esprilerimizde. Boğaz köprüsü gibi ne Asya’dasın ne Avrupa’dasın, hem Avrupa’dasın hem Asya’dasın, arada kalmış durumdasın işte.
Levent Kırca ile katıldığınız ‘Arena’ programında şu anki hükümetle hiç çekinmeden neredeyse alay ettiniz, hiç mi çekinceniz yok?
Hiç yok. Bir gün Aziz Nesin’e korkuyor musun diye sorduğumda, “evladım, artık korku duvarlarını aştık” demişti. Ama her medeni insan gibi gelecek tehlikelerden insan kendini korur. Korku uygarcadır ama kimden korkacağına bağlıdır. Bu hükümetten niye korkayım ki? Onlar bizden korksun. Ben bir vatandaşım. Onlar milletin vekili, ben de milletin kendisiyim. Onlar milletten korkacak. Millet milletvekilinden korkar mı? Ben de korkmuyorum.
‘Tayyib’in Sinirli Lambası’, ‘Hergenekon Davası’ adlı oyunlarınız da mı hiç tepki almadı?
Asla. O biraz sıkar işte. Öyle bir şeye giremezler. Bütün oyunlarımız politik ve sosyal içerikli. Devlet yardımı almayarak da buna karşı kendimi koruyorum. Devlet yardımını reddeden ve talep etmeyen tek tiyatroyum. Devlet yardımı alınca belki devlet size sansür uygulamaz ama kafanızın bir köşesinde ‘şu kadar para aldık, acaba bunu söylemesek mi’ gibi oto sansür belirir. Devlet yardımı almadığım için çok mutluyum, kendi yağımla seyircinin bana sağladıklarıyla geçiniyorum. Ayrıca daha özgür hissediyorum kendimi. Ne Ergenekon’dan ne hükümetten korkarım. Ben ancak kalleşçe bir şeyden korkabilirim.
BASIN ÖZGÜRLÜĞÜ DEĞİL, İFTİRA…
Ülkenin yönetim şekli değişir mi (yani şeriat gelir mi)?
Asla gelmez. Zaten şeriatın parçalarını ve İslam faşizmini deniyorlar. “Benim gibi düşünüyorsan, seninle aynı fikirdeyim” diyor. Ne demek bu yani? İşi oraya getiriyorlar. Herkesi eleştiriyorlar ama eleştiriyi asla kabul etmiyorlar. Eleştiri doğal bir haktır. Olur mu öyle şey? Bu hükümetin eleştiri sınırları terbiye sınırlarını aşacak dozda. Karşısındakini aşağılayan, küçümseyen bir tavır hakim. Başbakan Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı’na yani Cumhurbaşkanı vekiline yani başkumandan vekiline “siz mi susturursunuz, ben mi susturayım muhalefeti” diyor. Yani bunların ağzına iki yumruk atayım mı demek istiyor, ne demek istiyor, belli değil. 67 yıldır bu ülkede yaşıyorum binlerce milletvekili, onlarca hükümet gördüm, böylesini hiç görmedim.
Tam da bunu sormak istiyordum aslında, şimdiki hükümetin diğerlerinden farkı nedir?
Bunlar faşizme doğru gidiyor. Askeri dönemlerde bile bu kadar gizli baskı olmamıştı. Bence Başbakan, kurumların hepsi elimde, orduyu da gereken lekelemelerle susturduk, artık yargı da elimde olsun istiyor. İşte bu çok tehlikeli bir gidiştir.
O zaman tepeden inme bir rejim değişikliğinin olması çok da zor değil…
Öyle bir şeyin ömrü bir gün bile sürmez. Tepeden inmeyle ne yapacak? Zaten yapacağını yapıyor. Türkiye’de ekonomiyle, parasızlıkla, işsizlikle, kadın sorunlarıyla ya da öğrencilerin boşta kalmasıyla ilgili kimse konuşmuyor. Tekel işçilerinin sorunuyla ilgili 20 tane yalan söylediler. Yani inanılır oyunlar değil. Ama mutlaka bunun sonu var. Ülkemi çok seviyorum. Politikacıların da bu ülkeyi sevdiklerine inanıyorum. Ama sevgi yanlış yapmaya engel olmuyor. En çok hata çok severken yapılan hatalardır. Allah hepimizin sonunu hayır etsin.
Peki, bu hükümetin hiç mi olumlu bir yanı yok?
Ben bir mizahçıyım, methiyeci değilim. Eskiden padişahı met edene bir torba akçe verirlerdi. Onun lehine şiir yazana da. Benim işim eleştirmek çünkü mizahçıyım. Başbakan çok uzun boylu, yakışıklı, karısı çok güzel giyiniyor, yüzükleri harika, oğlu ne kadar zeki iki gemicik aldı, ne tatlı bir aile ya da ne kadar güzel yönetiyorlar, ülkemizde hiç sıkıntı yok diye bunu yapanlar var zaten. Onlara da ‘libero’ diyorum. Bir futbol deyimi gibi görünse de aslında libero parayı aldığı zaman her mevkide oynayabilen futbolcuya deniyor. Ülkemizde ‘liboş’ diyorlar, bu çok ayıp. Çok aşağılayıcı, cinsellik içeriyormuş gibi. Libero ise bence daha ayıp. Ben de onu kullanmayı tercih ediyorum.
Can Dündar’ın Mustafa Kemal filmiyle ilgili de böyle şeyler söylendiği yazılmıştı Taraf gazetesinde…
Hem Taraf hem de Yeni Şafak gazetesini mahkemeye verdim. Yalan haberi ilke edinmişler. Can Dündar için ‘gavurun dölünün filmine gitmeyin, benim oyunuma gelin’ demişim. Bunun tarzım olmadığını beni tanıyan da bilir, tanımayan da. Herhalde kendi düşünceleri. Benim gibi hayatı sosyalist olmaktan dolayı cezaevlerinde yatmış bir adama söylenecek laf mı bu ya? Maalesef yaptılar. Ama çatır çatır bu cezayı ödeyecekler. Bunun basın özgürlüğü ile değil iftirayla ilgisi var. Ayrıca böyle bir şey desem sonuna kadar arkasında dururum. Öyle dediğimi yalayacak biri değilim. Mahkemede onları yerin dibine sokacağım. O duruşmalar çok ilginç olacak.
Sizce Tayyip Erdoğan nasıl biri?
Bence ondan iyi bir belediyeci olabilir. Zabıtayı iyi denetleyebilir, küfür edebilir, topla ulan tezgahını, al tezgahını git de diyebilir. Lan gel lan buraya deyip Pazar yerlerini gayet iyi idare edebilir mesela. Olabilir. İyi bir belediyeci olabilir.
Son zamanlarda en çok neye gülüyorsunuz?
En son Bülent Arınç’a güldüm. Manisa’daki evinde otururken, Ankara’daki evinin önünde iki tane subay silahsız vaziyette onu öldürmeye gidiyor. Bir telefon üzerine subayın elinde krokiyi yakalıyorlar. Güya subay da krokiyi yutmak için polisten su istiyor. Polis de suyunu veriyor. (Anlatırken gülüyor.) Sonra bu davayı yürüten hakim ‘askerler beni öldürecek’ diye ihbarda bulunuyor. Askerleri yakalıyorlar, Bunlardan biri marangoz, aşçı diğeri de elektrik teknisyeni. Öldürme aletleri de soğan, sarımsak ve pırasa herhalde. Kahkahalar… Meclisteki açılımı da 8 saat seyrettim. İçişleri bakanı çıkıp “Başbakan az sonra açılımın ne olduğunu açıklayacak” dedi. Gerçekten de az sonra Başbakan çıktı ve “az önce İçişleri bakanımız açılımın ne olduğunu açıkladı” dedi. Aynen böyle oldu. Hiç ilave etmeye gerek yok. İşte bunlara çok gülüyorum.
Sizi en çok ne mutsuz eder?
İşte bütün bu anlattıklarım.
Peki, en çok huzuru nerede bulursunuz?
Okulumda, tiyatromda ve evimde. Üçü de benim sığınağımdır.
Etiketler:
aziz nesin,
hükümet,
levent kırca,
müjdat gezen,
tiyatro,
türkan şoray
DENİZ ARCAK
İYİ DÜŞÜNÜRSENİZ KARLI ÇIKARSINIZ
Deniz Arcak Kanal D ekranlarında ‘3-2-1 Pişir’ adlı yemek yarışmasını sunuyor. Kendini ‘mutfak mongolu’ diye tanımlayan Arcak ile yarışmadan, yeni albümünden ve tasavvuftan konuştuk.
Kıpır kıpır, yerinde duramayan, sevimli mi sevimli biri Deniz Arcak. ‘3-2-1 Pişir’ adlı yemek yarışmasını sunan Arcak, oturduğu yerde sürekli hareket ederek yemeyi çok sevdiğini ama yemek konusunda oldukça beceriksiz olduğunu hatta geçenlerde çok severek yaptığı bir yemeği de ateşte unuttuğunu gülerek anlatıyor.
‘3-2-1 Pişir’ programınızdan söz etsek…
3-2-1 bir kısa bir zamanı simgeler ya, 25 dakikada da 10 liralık 5 adet malzemeyle en az 3 kap yemek yapılıyor bu yarışmada. İki yarışmacı arkadaşımız şeflerimiz eşliğinde yemek yapıyor. Kimi mutfaktan anlıyor kimi hiç anlamıyor. Gelen yarışmacılar yüzünden şefimizin de dezavantajlı bir durumu olabiliyor. Mutfak mongolu insanlar var, ben de bunlardan olduğum için rahatlıkla söyleyebiliyorum. Bana göre bu yarışmada hakikaten bir mucize yaratılıyor. 25 dakikada en az üç kap yemek ne demek ya?
Sizin mutfakla ilişkiniz nasıl?
Ben ultra beceriksiz biriyimdir. Ben de yemek yaparım ama 25 dakikada asla. Bir soğanı ancak doğrarım. Böyle tık tık salata, bir kapta bir şey diğerinde başka bir şey yapamam. Hatta geçenlerde bayılarak yaptığım bir yemeği ocakta unutup yaktım. Çok üzüldüm. Tencere de elden çıktı. Dikkatsiz bir tipim yani. Ama yemeye bayılıyorum. Bir şeyi yapabilmem iki saatten başlıyor. Sabretmem lazım.
Bu ara müzik çalışmalarınız var mı?
‘Cesur’ adında 4 şarkılık bir maksi single yaptık. Bitti. Değişik, farklı bir tarzı oldu albümün. Daha önce yaptıklarımdan farklı. Şarkı sözleri bana, besteler de Can Algeç diye dünya tatlısı bir arkadaşıma ait. Erhan Güleryüz, “Ayıp ediyorsun, gel istediğini yap” diyerek stüdyosunu açtı bize. Onun sayesinde bitirebildim. Onlarla birlikte çıkaracaktık ama ben sabırsız davranıp olay yerinden çıktım. Şu anda da şirket arayışındayız. İnşallah buluruz da, çıkarırız.
Tasavvufla ilgili olduğunuzu biliyorum, bunun müziğinize yansımaları oluyor mu?
Olmaz mı? Söz ve ifade anlamında oluyor tabii. Bu konuyu seviyorum, okuyorum ve ilgileniyorum. Hayata geçirmeye çalıştığım şeyler de var. Tabii ne kadarını geçirebiliyorsam. Devede kulağını bile geçiremiyorum ama yine de oluyor. Tasavvuf çok etkilendiğim bir konu. Onun için de o etkileşim illa bir tarafınızdan pörtlüyordur.
İYİ DÜŞÜNMEK İNSANI GÜL BAHÇESİNE ÇEVİRİR
Tasavvufla ilgilenmek hayatınızda hangi pencereleri açtı?
Valla, daha da açacak herhalde. Çünkü bu insanın kendine olan bir yolculuğu. ‘İlim ilim bilmektir, ilim kendini bilmektir. Kişi kendini bilmeyince bu nice okumaktır’ deniyor ya, o hesap. Kendinizi bilmek çabası aslında. Geçenlerde okuduğum bir kitapta; ‘denizde bir inci var ama sen sadece denizin kenarına gidip şöyle bir bakarsan nerden göreceksin denizin içindeki inciyi? Ancak dalgaları ve üzerindekileri görür sün. Denizdeki inciyi görmek için bahtı açık bir dalgıç olmak gerek. Denizden bin tas su alsan da o inciyi bulamazsın’ diyor. İnsanın kendindeki inciyi bulması için de dalgıç olması gerekiyor. İçimizde iyi, kötü ne barındırıyorsak mutlaka bize yansıyor. Birine kötü kalpli dediğimizde aslında kendimizdeki tezahürleri görüyoruz. İyi düşünmek insanı gül bahçesine çevirir. Kötü düşündüğümüzde de akrep, yılan sepetine dönüşüp zehirleniriz. Herkesin hem iyi hem de kötü tarafları var. İyi düşündüğünüzde hep kârdasınız.
Düşüncelerinizin ne kadarını hayatınıza uygulayabiliyorsunuz, bunun şifreleri var mı?
Var tabii. Olmaz olur mu? Ben 11 yıl önce Şefik Can Dede’nin mesnevi şerhlerini okudum. Sonra Divan-ı kebirleri, sonra tasavvufla ilgili birçok kitap… Bunlar öyle kitaplar ki okudum, bitti deyip rafa kaldıramazsınız. İnsan değişen bir varlık olduğu için kendine dair keşifleri de sonsuz. Bu yolculuk kemalat yolculuğu ve bunu sonu yok. Uzun, zevkli ve güzel bir yolculuk. Değer yargılarımı ve edebimi geliştirmeye çalışıyorum hayatımda. Küçükken de olumlu ve iyi kalpli bir çocuktum. İyi olmanın bir fonksiyonu yok, öyle oturuyorsan. Eğer hizmet etmeye çalışıyorsan o zaman iyi olmanın bir anlamı var. Einstein “başkaları için yaşanmamış bir hayat, bomboş bir hayattır” demiş. Önce ben denir ya; hayır, önce canan...
Hayatınızın dönüm noktaları var mı?
Şefik Can Dede hayatıma çok değişik bir şekilde girmiş biridir. Kendini çok lütuflu hissettiğim bir bölümdür hayatımda. Bütün hayatımın takla attığı bir dönemdi. Bir arkadaşımın dayısının muayenehanesine bir hırsız giriyor ve mesnevileri çalıyor. Yakalanan hırsız kitabı sahafa sattığını söylüyor. Bu mesnevilerin son dört cildini Şefik Can Dede tamamlamış. Sahaf da mesneviler ben de kalsın diyerek Şefik Can Dede’ninkileri veriyor. Böylece kitaplar elimize geçiyor. Vapura biniyorum kitapları açıyorum ve gerisini hatırlamıyorum. O mesnevi denizine dalış o dalış…
Şefik Can Dede ile tanışmanızın hikayesi de ilginçmiş…
Bahsettiğim arkadaşımla köpeğimi veterinere götürmüştük. Arkadaşım Şefik Can Dede burada oturuyor deyince köpeği veterinere bıraktığımız gibi kapıyı çalıp içeri girmiştik. Ve ben o evden bir daha dışarı çıkamadım. Yani resmen büyülendim. Çok şeffaf biriydi. Hazreti Mevlana’nın 7 öğüdünü ve mesnevilerini 19 yılda şerh etmiş ve hale geçirebilmiş çok muazzam biriydi. Bunları okurken Mevlana’nın kalp atışlarını duyabilirsiniz derdi. Gözleri iyi görmez, kulakları duymazdı ama karşısına geçeni okur ve kişinin ilacını anında söylerdi. Sizde birtakım kapılar açardı. Can kulağı ve can gözü apaçıktı. Oraya sürünerek gittiğimi ve bin atlılar gibi şen bir şekilde çıktığımı bilirim.
Karanlığın ardında mutlaka bir ışık olduğuna inananlardan mısınız?
Şüphem yok. Karanlığa inanmıyorum. Kötü diye de bir şey yok. Kötü, iyi belirsin diye var. ‘Lütuflar kahırların ardında, kahırlar lütufların ardında gizlidir’ diye bir söz var. Onun için çok kötü diye düşündüğümüz bir şey size çok acayip bir kapı açabilir. Dedem “hayat testerenin dişleri gibidir, bir çıkarsın bir inersin. İndiğin zaman sevin, çıkacaksın. Cesur ol, yeise kapılma. Koş” derdi.
Yapamadıklarınıza üzülür müsünüz yoksa sahip olduklarınıza şükreder misiniz?
Pişmanlığın çok büyük bir öğretmen olduğundan zerre kadar kuşkum yok. Gayet güzel pişman oluyorum. Dizlerimi de dövüyorum, bağıra bağıra da ağlıyorum. Gerçek bir pişmanlık yaşadığınızda o haltı bir daha yapmıyorsunuz. Aynı hatayı tekrarlamamak için gerçek bir pişmanlığa ihtiyacınız var. Başıma gelen kötülüklerin ardından hep çok acayip pencereler açıldığı için kendime bunu hatırlatıyorum.
Deniz Arcak Kanal D ekranlarında ‘3-2-1 Pişir’ adlı yemek yarışmasını sunuyor. Kendini ‘mutfak mongolu’ diye tanımlayan Arcak ile yarışmadan, yeni albümünden ve tasavvuftan konuştuk.
Kıpır kıpır, yerinde duramayan, sevimli mi sevimli biri Deniz Arcak. ‘3-2-1 Pişir’ adlı yemek yarışmasını sunan Arcak, oturduğu yerde sürekli hareket ederek yemeyi çok sevdiğini ama yemek konusunda oldukça beceriksiz olduğunu hatta geçenlerde çok severek yaptığı bir yemeği de ateşte unuttuğunu gülerek anlatıyor.
‘3-2-1 Pişir’ programınızdan söz etsek…
3-2-1 bir kısa bir zamanı simgeler ya, 25 dakikada da 10 liralık 5 adet malzemeyle en az 3 kap yemek yapılıyor bu yarışmada. İki yarışmacı arkadaşımız şeflerimiz eşliğinde yemek yapıyor. Kimi mutfaktan anlıyor kimi hiç anlamıyor. Gelen yarışmacılar yüzünden şefimizin de dezavantajlı bir durumu olabiliyor. Mutfak mongolu insanlar var, ben de bunlardan olduğum için rahatlıkla söyleyebiliyorum. Bana göre bu yarışmada hakikaten bir mucize yaratılıyor. 25 dakikada en az üç kap yemek ne demek ya?
Sizin mutfakla ilişkiniz nasıl?
Ben ultra beceriksiz biriyimdir. Ben de yemek yaparım ama 25 dakikada asla. Bir soğanı ancak doğrarım. Böyle tık tık salata, bir kapta bir şey diğerinde başka bir şey yapamam. Hatta geçenlerde bayılarak yaptığım bir yemeği ocakta unutup yaktım. Çok üzüldüm. Tencere de elden çıktı. Dikkatsiz bir tipim yani. Ama yemeye bayılıyorum. Bir şeyi yapabilmem iki saatten başlıyor. Sabretmem lazım.
Bu ara müzik çalışmalarınız var mı?
‘Cesur’ adında 4 şarkılık bir maksi single yaptık. Bitti. Değişik, farklı bir tarzı oldu albümün. Daha önce yaptıklarımdan farklı. Şarkı sözleri bana, besteler de Can Algeç diye dünya tatlısı bir arkadaşıma ait. Erhan Güleryüz, “Ayıp ediyorsun, gel istediğini yap” diyerek stüdyosunu açtı bize. Onun sayesinde bitirebildim. Onlarla birlikte çıkaracaktık ama ben sabırsız davranıp olay yerinden çıktım. Şu anda da şirket arayışındayız. İnşallah buluruz da, çıkarırız.
Tasavvufla ilgili olduğunuzu biliyorum, bunun müziğinize yansımaları oluyor mu?
Olmaz mı? Söz ve ifade anlamında oluyor tabii. Bu konuyu seviyorum, okuyorum ve ilgileniyorum. Hayata geçirmeye çalıştığım şeyler de var. Tabii ne kadarını geçirebiliyorsam. Devede kulağını bile geçiremiyorum ama yine de oluyor. Tasavvuf çok etkilendiğim bir konu. Onun için de o etkileşim illa bir tarafınızdan pörtlüyordur.
İYİ DÜŞÜNMEK İNSANI GÜL BAHÇESİNE ÇEVİRİR
Tasavvufla ilgilenmek hayatınızda hangi pencereleri açtı?
Valla, daha da açacak herhalde. Çünkü bu insanın kendine olan bir yolculuğu. ‘İlim ilim bilmektir, ilim kendini bilmektir. Kişi kendini bilmeyince bu nice okumaktır’ deniyor ya, o hesap. Kendinizi bilmek çabası aslında. Geçenlerde okuduğum bir kitapta; ‘denizde bir inci var ama sen sadece denizin kenarına gidip şöyle bir bakarsan nerden göreceksin denizin içindeki inciyi? Ancak dalgaları ve üzerindekileri görür sün. Denizdeki inciyi görmek için bahtı açık bir dalgıç olmak gerek. Denizden bin tas su alsan da o inciyi bulamazsın’ diyor. İnsanın kendindeki inciyi bulması için de dalgıç olması gerekiyor. İçimizde iyi, kötü ne barındırıyorsak mutlaka bize yansıyor. Birine kötü kalpli dediğimizde aslında kendimizdeki tezahürleri görüyoruz. İyi düşünmek insanı gül bahçesine çevirir. Kötü düşündüğümüzde de akrep, yılan sepetine dönüşüp zehirleniriz. Herkesin hem iyi hem de kötü tarafları var. İyi düşündüğünüzde hep kârdasınız.
Düşüncelerinizin ne kadarını hayatınıza uygulayabiliyorsunuz, bunun şifreleri var mı?
Var tabii. Olmaz olur mu? Ben 11 yıl önce Şefik Can Dede’nin mesnevi şerhlerini okudum. Sonra Divan-ı kebirleri, sonra tasavvufla ilgili birçok kitap… Bunlar öyle kitaplar ki okudum, bitti deyip rafa kaldıramazsınız. İnsan değişen bir varlık olduğu için kendine dair keşifleri de sonsuz. Bu yolculuk kemalat yolculuğu ve bunu sonu yok. Uzun, zevkli ve güzel bir yolculuk. Değer yargılarımı ve edebimi geliştirmeye çalışıyorum hayatımda. Küçükken de olumlu ve iyi kalpli bir çocuktum. İyi olmanın bir fonksiyonu yok, öyle oturuyorsan. Eğer hizmet etmeye çalışıyorsan o zaman iyi olmanın bir anlamı var. Einstein “başkaları için yaşanmamış bir hayat, bomboş bir hayattır” demiş. Önce ben denir ya; hayır, önce canan...
Hayatınızın dönüm noktaları var mı?
Şefik Can Dede hayatıma çok değişik bir şekilde girmiş biridir. Kendini çok lütuflu hissettiğim bir bölümdür hayatımda. Bütün hayatımın takla attığı bir dönemdi. Bir arkadaşımın dayısının muayenehanesine bir hırsız giriyor ve mesnevileri çalıyor. Yakalanan hırsız kitabı sahafa sattığını söylüyor. Bu mesnevilerin son dört cildini Şefik Can Dede tamamlamış. Sahaf da mesneviler ben de kalsın diyerek Şefik Can Dede’ninkileri veriyor. Böylece kitaplar elimize geçiyor. Vapura biniyorum kitapları açıyorum ve gerisini hatırlamıyorum. O mesnevi denizine dalış o dalış…
Şefik Can Dede ile tanışmanızın hikayesi de ilginçmiş…
Bahsettiğim arkadaşımla köpeğimi veterinere götürmüştük. Arkadaşım Şefik Can Dede burada oturuyor deyince köpeği veterinere bıraktığımız gibi kapıyı çalıp içeri girmiştik. Ve ben o evden bir daha dışarı çıkamadım. Yani resmen büyülendim. Çok şeffaf biriydi. Hazreti Mevlana’nın 7 öğüdünü ve mesnevilerini 19 yılda şerh etmiş ve hale geçirebilmiş çok muazzam biriydi. Bunları okurken Mevlana’nın kalp atışlarını duyabilirsiniz derdi. Gözleri iyi görmez, kulakları duymazdı ama karşısına geçeni okur ve kişinin ilacını anında söylerdi. Sizde birtakım kapılar açardı. Can kulağı ve can gözü apaçıktı. Oraya sürünerek gittiğimi ve bin atlılar gibi şen bir şekilde çıktığımı bilirim.
Karanlığın ardında mutlaka bir ışık olduğuna inananlardan mısınız?
Şüphem yok. Karanlığa inanmıyorum. Kötü diye de bir şey yok. Kötü, iyi belirsin diye var. ‘Lütuflar kahırların ardında, kahırlar lütufların ardında gizlidir’ diye bir söz var. Onun için çok kötü diye düşündüğümüz bir şey size çok acayip bir kapı açabilir. Dedem “hayat testerenin dişleri gibidir, bir çıkarsın bir inersin. İndiğin zaman sevin, çıkacaksın. Cesur ol, yeise kapılma. Koş” derdi.
Yapamadıklarınıza üzülür müsünüz yoksa sahip olduklarınıza şükreder misiniz?
Pişmanlığın çok büyük bir öğretmen olduğundan zerre kadar kuşkum yok. Gayet güzel pişman oluyorum. Dizlerimi de dövüyorum, bağıra bağıra da ağlıyorum. Gerçek bir pişmanlık yaşadığınızda o haltı bir daha yapmıyorsunuz. Aynı hatayı tekrarlamamak için gerçek bir pişmanlığa ihtiyacınız var. Başıma gelen kötülüklerin ardından hep çok acayip pencereler açıldığı için kendime bunu hatırlatıyorum.
ELİF ILGAZ
EKRANDA GÜZELLİK DEĞİL, GENÇLİK TERCİH EDİLİYOR
Bir dönem ana haber bültenlerini de sunan Dr. Elif Ilgaz CNN TÜRK kanalında ‘Yaşama Sevinci’ adlı bir sağlık programı sunuyor. Elif Ilgaz ile programını, aile yaşantısını ve ekranda özellikle yaş almış kadınların neden yer almadığını konuştuk.
Ana haber bültenlerini sunarken de hep sağlık programı yapmayı hayal eden Elif Ilgaz 7 yıldır bu isteğini CNN TÜRK ekranlarında yerine getiriyor. Kendisi için ideal bir konumda olduğunu söyleyen Ilgaz, “iki mesleğimi de birleştirdiğim bir projedeyim” diyor.
‘Yaşama Sevinci’ programınızın nasıl bir formatı var?
Programımızın iki formatı var. Haftada iki gün sağlığımızı tehdit eden hastalıkları ve güncel tedavi yöntemlerini anlatıyorum. Pazar günü yayınlanan programda ise Nevzat Tarhan’la hayatımıza dair psikolojik sorunlar, işin içinden çıkamadığımız ya da tedavi gördüğümüz birtakım durumlara ilişkin çözümler getirip anlatıyoruz. Her ailenin birlikte oturup izleyebileceği psikolojik sağlık konularını işliyoruz. CNNTÜRK’teki 7. yılımız, ortak bir dil yakaladık ve keyifle devam ediyoruz.
Diğer sağlık programlarınızdan farkınız nedir?
Kendimi diğerlerinden ayırmak istemem. Sonuçta sağlığın konusu değişmez. İzleyici beni tercih ediyorsa bir fark yakalamış demektir.
Hem doktorluk hem de televizyon programı yapıyorsunuz, doktorluk için yaş avantaj iken televizyonda tam tersi bir durum söz konusu…
Hep söylediğim bir konudur. Kesinlikle katılıyorum. Ekranda yaş limiti özellikle kadınlar için var. Erkekler için bu süre daha uzun. Tıpta tecrübesizlik ve genç yaşlar daha olumsuz bir izlenim uyandırır. Yaş aldıkça ve kariyer yaptıkça hakikaten tecrübeniz artar. Mesleğinize kattığınız bilginiz, görgünüz yükselir. Hastaya yaklaşımınız çok farklı bir hale gelir. Hasta bunu tercih eder. Ama ekranda kadınlara görsel olarak daha büyük bir baskı var.
Neden bu kadar çok genç ve güzeli ekranda görmek istiyorlar, o zaman kadınların da genç erkekleri görmek hakkı değil mi?
Bu konu için Amerikan sinema sektöründeki kadınların sıkıntılarından başlamak gerekir. (Gülüyor). Belli bir yaştan sonra kadınlara anne rolleri verilirken 70 yaşındaki bir aktörü sevgili rolünde görebiliyoruz. Dünyanın şu andaki işleyişi bu maalesef.
Ana haber bültenlerini sunan erkeklerin de olgun olması sorun olmuyor…
Bu konuda şu ana kadar ki işleyiş çok daha katı. Oysaki ekranda bilgisini ve tecrübesini konuşturabilecek nice nice insan var. O çok kıymetli haber müdürleri ve editörleri ekranda yorumcu olarak görebiliyoruz ama genel olarak baktığınızda sunucu olarak daha genç olan tercih ediliyor. Herkesin sıkıntısı da o yönde. Hayatın adaletsizliği burada da işliyor.
Sadece güzel ve genç olmak yetmez ama değil mi?
Güzel olmak değil, genç olmak daha çok tercih meselesi. 50-60 yaşında da bir kadın güzel olabilir. Bu yaşlardaki kadınlar da son derece üretken, bilgili ve ekranda kitleleri arkasından sürükleyebilecek kadar etkili olabilir. Daha çok genç nüfusa yatırım yapılıyor, genç yüzler ekranlara getiriliyor. Bir kadının yaşından dolayı işsiz kalmasına karşıyım. Bu yanlış bir uygulama ve yanlış bir algı. Yaşını almış erkek varsa kadınları da görmemiz lazım.
Sanırım gençlik de bir yere kadar…
Gençliği ve fiziği tercih eden bir alan ama yaptığınız her işte bilgili olmak çok önemli. Bu üç özelliği barındırırsanız çok iyi. Genç, güzel ama bilgisizseniz ekranda çok hata yaparsınız. Üstelik ekranda gördüğünüz genç ve güzellerin hepsi akıllı ve bilgili. Diğerleri çoktan elenir zaten. Ama her konuda yaşla ve tecrübeyle bilginin zenginleştiği ortada, genç ve toy bir insanın yapabileceği hatalar da. Elbette gençlerin önünü açmak her meslekte çok önemli. Onlar da daha küçük projelerde yer alabilir. Büyük ve donanımlı projeleri daha tecrübeli, yaş almış kadınlar ve erkekler yürütebilir. Birçok işe başvurduğunuzda belli bir yaşın üstündeyseniz kabul etmezler. Dünya böyle.
Yeniden ana haber bültenlerini sunmak ister misiniz?
Özlem duyacağım bir şeyi kaybetmedim zaten özlem duyduğum bir işi yapıyorum. Çok güzel bir dönemdi ama şu anda yaşadığım hayatımdan o kadar keyif alıyorum ki. Haber sunarken de aslında mesleğimle ilgili program yapmayı hayal ediyordum. O zamanlar getirdiğim teklifler geri çevriliyordu. Sağlığa ekranda çok fazla yatırım yapılmıyordu. Özel sağlık sektörü, tıp ve teknolojinin ilerlemesi ekrana da yansımaya başladı. 8 yıl önce projeyi sunduğum İrfan Şahin bana bu imkanı sundu ve haberden sağlık programına geçtim. Şimdi iki mesleğimi de birleştirdiğim bir proje yapıyorum. Benim için ideal bir konumdayım.
Medyada çekememezlik ve ayak oyunları var mı?
Ben bunların hiçbirini yaşamadım. Bu ilişkilerinizi nasıl kurduğunuza bağlı. Tıp mesleğimde de hiç görmedim.
HAYAT ARKADAŞIMI BULDUM
30’lu ve 40’lı yaşlarda ileri hamilelik kitabınız da var, anne olmak için yaş sınırı nedir?
İdeal yaş önemli. Ben de ideal yaşta hamile kalmadım. Çağın getirdiği iyi yöntemler ve kendime iyi bakmam sayesinde sorunsuz gebelik yaşadım. İkinci çocuğumu 39 yaşında doğurdum. Daha ideali 29’unda doğurmak olabilirdi. Daha sorunsuz olurdu. Kendi adıma şanslıyım ki iyi bir hekim kontrolündeydim. Mümkünse erken yaşlarda doğurmak lazım. Bazen kariyer, hayat, eşinizi geç bulmak gibi nedenlerden annelik gecikebiliyor. Ama bu durumda da yapılabilecekler var. Bilimsel olarak 35 yaş sonrası risklidir. Ama 40-45 yaşında da sorunsuz gebelikler olabiliyor.
İleri yaşta anne olmanın avantajı var mı?
Benim genç yaşlarım çok çok daha yoğun geçiyordu. Aileme bu kadar fazla vakit ayırabileceğim bir dönem değildi. O zaman kendini ispatlama, hayatla mücadele etmek vardı. Eminim o dönemde çocuklarıma bu kadar kaliteli vakit ayıramazdım. Ayrıca hayat hakkında daha tecrübeliyim ve daha hoş görülüyüm. 20’li yaşlarıma göre siyah ve beyazlarım azaldı, grilere daha çok yer var hayatımda. Ters gelen şeyler olsa bile daha anlayışlı olmak gerektiğini öğrendim. Tahmin ediyorum ki bunları da çocuklarımın eğitimine yansıtıyorum. Avantajı var yani.
Ben evliliğinde aslında ileri yaşlarda yapılmasından yanayım…
Ben eşimle daha erken yaşlarda karşılaşsaydım evlenirdim. Çok geç karşılaştık onunla. Hayat arkadaşımı bulduğumu düşünüyorum. Hayatımın sonuna kadar da onunla geçirmek isterim. Ama daha erken yaşlarda bu kadar kıymet bilir miydim, bilmiyorum? Benim için evliliğim ve eşim de çok kıymetli. Eğer bu olgunluğun getirdiği bir şeyse de öyle olsun. Gülüyor…
Nerede tanışmıştınız?
Aynı hastanede çalışıyorduk ama hiç karşılaşmamıştık. Hastanedeki 5. yılımda bir proje vesilesiyle tanıştık.
Hemen çocuk olması ilişkiyi bozmuyor mu?
Hayatımızda çok mutluyuz. Aile duygumuz güçlendi. Birbirimizden memnunduk ama çocuklarımızın gelmesi bizi daha çok aile gibi hissettirdi. Eşim de çok mutlu olduğunu söylüyor, ben de çok mutluyum. Bizde öyle sorun olmadı.
AİLEM İÇİN ÖZEL ZAMAN YARATIYORUM
Yıllardır çok hızlı bir tempoyla çalışıyorsunuz…
Ben hep yoğunum. Günde 3-4 saatlik uykuyla idare ederim. Zamanımı çok iyi kullanıyorum. Almanya’da büyümenin etkisiyle çok disiplinli olup zamanı çok iyi kullanabiliyorsun. Benim dakikam boş geçmez. Sabahtan programım vardı, şimdi sizinleyim, sonra da çocuğum için anaokulu görüşmesine gideceğim mesela.
Bu tempo için de eşinize ve çocuklarınıza nasıl vakit ayırıyorsunuz?
Vakit ayırmak değil, onlar için özel zaman yaratıyorum. Hayatımın, işimin en önemli kısmı onlar. Aile için arta kalan vakit değil, özel zaman yaratmak gerekiyor. Benim de yaptığım bu. Eşim de beni her konuda destekliyor.
Nasıl bir eş ve nasıl bir annesiniz?
Nasıl bir eş olduğumu eşime sormak lazım. Anneliği oldukça yeni yaşıyorum. Biri 2.5 yaşında diğeri 10 aylık oğlum var. Annelik işimin de önüne geçmiş bir durum ve çok önemsiyorum. Onlarla da çok kaliteli zaman geçirmeye gayret gösteriyorum. Yoğun tempo içinde vakit ayıramıyorum denmesini ise hiç yakıştıramıyorum. Doğuştan tecrübeli anne değilim ama çok kitap okurum. Pedagog ve psikiyatra danışırım. Dolayısıyla güncel yaklaşımları uygulamaya çalışıyorum. Anne ve baba olarak yaşlarına uygun davranışlarına karşı toleranslı olmayı öğrendik.
Kaliteli vakit deniyor da aslında çocuklar 24 saat anneyi yanında istiyor…
Bu hepimizin sorunu. Onlara kalsa beni sabah işe göndermek istemiyor ya da işten erken dönmemi istiyorlar. Her zaman hava kararmadan eve ulaşmayı hedefliyorum. Çocuklar için zaman kavramı olmadığı için havanın aydınlık olup olmamasına bakıyorlar. Hava karardıktan sonra eve döndüğümde büyük oğlum çok tepki gösteriyor. Neyse ki yaza girmek benim için avantaj oluyor.
İş dışında neler yaparsınız?
Nevzat Tarhan’la ‘Hayata Dair’ diye bir kitap yazmıştım. Bunlar çok zaman alan projeler. Hem bilimsel hem de herkesin anlayabileceği bir şekilde olması gerekiyor. Şu dönemde üniversite kariyerimle ilgileniyorum. Hobi olarak da eşimle yelken sporu yapıyoruz. Bu bize çok zevk veriyor. Çocuklarımızla birlikte seyahat etmek de bizim için keyiflidir.
Bir dönem ana haber bültenlerini de sunan Dr. Elif Ilgaz CNN TÜRK kanalında ‘Yaşama Sevinci’ adlı bir sağlık programı sunuyor. Elif Ilgaz ile programını, aile yaşantısını ve ekranda özellikle yaş almış kadınların neden yer almadığını konuştuk.
Ana haber bültenlerini sunarken de hep sağlık programı yapmayı hayal eden Elif Ilgaz 7 yıldır bu isteğini CNN TÜRK ekranlarında yerine getiriyor. Kendisi için ideal bir konumda olduğunu söyleyen Ilgaz, “iki mesleğimi de birleştirdiğim bir projedeyim” diyor.
‘Yaşama Sevinci’ programınızın nasıl bir formatı var?
Programımızın iki formatı var. Haftada iki gün sağlığımızı tehdit eden hastalıkları ve güncel tedavi yöntemlerini anlatıyorum. Pazar günü yayınlanan programda ise Nevzat Tarhan’la hayatımıza dair psikolojik sorunlar, işin içinden çıkamadığımız ya da tedavi gördüğümüz birtakım durumlara ilişkin çözümler getirip anlatıyoruz. Her ailenin birlikte oturup izleyebileceği psikolojik sağlık konularını işliyoruz. CNNTÜRK’teki 7. yılımız, ortak bir dil yakaladık ve keyifle devam ediyoruz.
Diğer sağlık programlarınızdan farkınız nedir?
Kendimi diğerlerinden ayırmak istemem. Sonuçta sağlığın konusu değişmez. İzleyici beni tercih ediyorsa bir fark yakalamış demektir.
Hem doktorluk hem de televizyon programı yapıyorsunuz, doktorluk için yaş avantaj iken televizyonda tam tersi bir durum söz konusu…
Hep söylediğim bir konudur. Kesinlikle katılıyorum. Ekranda yaş limiti özellikle kadınlar için var. Erkekler için bu süre daha uzun. Tıpta tecrübesizlik ve genç yaşlar daha olumsuz bir izlenim uyandırır. Yaş aldıkça ve kariyer yaptıkça hakikaten tecrübeniz artar. Mesleğinize kattığınız bilginiz, görgünüz yükselir. Hastaya yaklaşımınız çok farklı bir hale gelir. Hasta bunu tercih eder. Ama ekranda kadınlara görsel olarak daha büyük bir baskı var.
Neden bu kadar çok genç ve güzeli ekranda görmek istiyorlar, o zaman kadınların da genç erkekleri görmek hakkı değil mi?
Bu konu için Amerikan sinema sektöründeki kadınların sıkıntılarından başlamak gerekir. (Gülüyor). Belli bir yaştan sonra kadınlara anne rolleri verilirken 70 yaşındaki bir aktörü sevgili rolünde görebiliyoruz. Dünyanın şu andaki işleyişi bu maalesef.
Ana haber bültenlerini sunan erkeklerin de olgun olması sorun olmuyor…
Bu konuda şu ana kadar ki işleyiş çok daha katı. Oysaki ekranda bilgisini ve tecrübesini konuşturabilecek nice nice insan var. O çok kıymetli haber müdürleri ve editörleri ekranda yorumcu olarak görebiliyoruz ama genel olarak baktığınızda sunucu olarak daha genç olan tercih ediliyor. Herkesin sıkıntısı da o yönde. Hayatın adaletsizliği burada da işliyor.
Sadece güzel ve genç olmak yetmez ama değil mi?
Güzel olmak değil, genç olmak daha çok tercih meselesi. 50-60 yaşında da bir kadın güzel olabilir. Bu yaşlardaki kadınlar da son derece üretken, bilgili ve ekranda kitleleri arkasından sürükleyebilecek kadar etkili olabilir. Daha çok genç nüfusa yatırım yapılıyor, genç yüzler ekranlara getiriliyor. Bir kadının yaşından dolayı işsiz kalmasına karşıyım. Bu yanlış bir uygulama ve yanlış bir algı. Yaşını almış erkek varsa kadınları da görmemiz lazım.
Sanırım gençlik de bir yere kadar…
Gençliği ve fiziği tercih eden bir alan ama yaptığınız her işte bilgili olmak çok önemli. Bu üç özelliği barındırırsanız çok iyi. Genç, güzel ama bilgisizseniz ekranda çok hata yaparsınız. Üstelik ekranda gördüğünüz genç ve güzellerin hepsi akıllı ve bilgili. Diğerleri çoktan elenir zaten. Ama her konuda yaşla ve tecrübeyle bilginin zenginleştiği ortada, genç ve toy bir insanın yapabileceği hatalar da. Elbette gençlerin önünü açmak her meslekte çok önemli. Onlar da daha küçük projelerde yer alabilir. Büyük ve donanımlı projeleri daha tecrübeli, yaş almış kadınlar ve erkekler yürütebilir. Birçok işe başvurduğunuzda belli bir yaşın üstündeyseniz kabul etmezler. Dünya böyle.
Yeniden ana haber bültenlerini sunmak ister misiniz?
Özlem duyacağım bir şeyi kaybetmedim zaten özlem duyduğum bir işi yapıyorum. Çok güzel bir dönemdi ama şu anda yaşadığım hayatımdan o kadar keyif alıyorum ki. Haber sunarken de aslında mesleğimle ilgili program yapmayı hayal ediyordum. O zamanlar getirdiğim teklifler geri çevriliyordu. Sağlığa ekranda çok fazla yatırım yapılmıyordu. Özel sağlık sektörü, tıp ve teknolojinin ilerlemesi ekrana da yansımaya başladı. 8 yıl önce projeyi sunduğum İrfan Şahin bana bu imkanı sundu ve haberden sağlık programına geçtim. Şimdi iki mesleğimi de birleştirdiğim bir proje yapıyorum. Benim için ideal bir konumdayım.
Medyada çekememezlik ve ayak oyunları var mı?
Ben bunların hiçbirini yaşamadım. Bu ilişkilerinizi nasıl kurduğunuza bağlı. Tıp mesleğimde de hiç görmedim.
HAYAT ARKADAŞIMI BULDUM
30’lu ve 40’lı yaşlarda ileri hamilelik kitabınız da var, anne olmak için yaş sınırı nedir?
İdeal yaş önemli. Ben de ideal yaşta hamile kalmadım. Çağın getirdiği iyi yöntemler ve kendime iyi bakmam sayesinde sorunsuz gebelik yaşadım. İkinci çocuğumu 39 yaşında doğurdum. Daha ideali 29’unda doğurmak olabilirdi. Daha sorunsuz olurdu. Kendi adıma şanslıyım ki iyi bir hekim kontrolündeydim. Mümkünse erken yaşlarda doğurmak lazım. Bazen kariyer, hayat, eşinizi geç bulmak gibi nedenlerden annelik gecikebiliyor. Ama bu durumda da yapılabilecekler var. Bilimsel olarak 35 yaş sonrası risklidir. Ama 40-45 yaşında da sorunsuz gebelikler olabiliyor.
İleri yaşta anne olmanın avantajı var mı?
Benim genç yaşlarım çok çok daha yoğun geçiyordu. Aileme bu kadar fazla vakit ayırabileceğim bir dönem değildi. O zaman kendini ispatlama, hayatla mücadele etmek vardı. Eminim o dönemde çocuklarıma bu kadar kaliteli vakit ayıramazdım. Ayrıca hayat hakkında daha tecrübeliyim ve daha hoş görülüyüm. 20’li yaşlarıma göre siyah ve beyazlarım azaldı, grilere daha çok yer var hayatımda. Ters gelen şeyler olsa bile daha anlayışlı olmak gerektiğini öğrendim. Tahmin ediyorum ki bunları da çocuklarımın eğitimine yansıtıyorum. Avantajı var yani.
Ben evliliğinde aslında ileri yaşlarda yapılmasından yanayım…
Ben eşimle daha erken yaşlarda karşılaşsaydım evlenirdim. Çok geç karşılaştık onunla. Hayat arkadaşımı bulduğumu düşünüyorum. Hayatımın sonuna kadar da onunla geçirmek isterim. Ama daha erken yaşlarda bu kadar kıymet bilir miydim, bilmiyorum? Benim için evliliğim ve eşim de çok kıymetli. Eğer bu olgunluğun getirdiği bir şeyse de öyle olsun. Gülüyor…
Nerede tanışmıştınız?
Aynı hastanede çalışıyorduk ama hiç karşılaşmamıştık. Hastanedeki 5. yılımda bir proje vesilesiyle tanıştık.
Hemen çocuk olması ilişkiyi bozmuyor mu?
Hayatımızda çok mutluyuz. Aile duygumuz güçlendi. Birbirimizden memnunduk ama çocuklarımızın gelmesi bizi daha çok aile gibi hissettirdi. Eşim de çok mutlu olduğunu söylüyor, ben de çok mutluyum. Bizde öyle sorun olmadı.
AİLEM İÇİN ÖZEL ZAMAN YARATIYORUM
Yıllardır çok hızlı bir tempoyla çalışıyorsunuz…
Ben hep yoğunum. Günde 3-4 saatlik uykuyla idare ederim. Zamanımı çok iyi kullanıyorum. Almanya’da büyümenin etkisiyle çok disiplinli olup zamanı çok iyi kullanabiliyorsun. Benim dakikam boş geçmez. Sabahtan programım vardı, şimdi sizinleyim, sonra da çocuğum için anaokulu görüşmesine gideceğim mesela.
Bu tempo için de eşinize ve çocuklarınıza nasıl vakit ayırıyorsunuz?
Vakit ayırmak değil, onlar için özel zaman yaratıyorum. Hayatımın, işimin en önemli kısmı onlar. Aile için arta kalan vakit değil, özel zaman yaratmak gerekiyor. Benim de yaptığım bu. Eşim de beni her konuda destekliyor.
Nasıl bir eş ve nasıl bir annesiniz?
Nasıl bir eş olduğumu eşime sormak lazım. Anneliği oldukça yeni yaşıyorum. Biri 2.5 yaşında diğeri 10 aylık oğlum var. Annelik işimin de önüne geçmiş bir durum ve çok önemsiyorum. Onlarla da çok kaliteli zaman geçirmeye gayret gösteriyorum. Yoğun tempo içinde vakit ayıramıyorum denmesini ise hiç yakıştıramıyorum. Doğuştan tecrübeli anne değilim ama çok kitap okurum. Pedagog ve psikiyatra danışırım. Dolayısıyla güncel yaklaşımları uygulamaya çalışıyorum. Anne ve baba olarak yaşlarına uygun davranışlarına karşı toleranslı olmayı öğrendik.
Kaliteli vakit deniyor da aslında çocuklar 24 saat anneyi yanında istiyor…
Bu hepimizin sorunu. Onlara kalsa beni sabah işe göndermek istemiyor ya da işten erken dönmemi istiyorlar. Her zaman hava kararmadan eve ulaşmayı hedefliyorum. Çocuklar için zaman kavramı olmadığı için havanın aydınlık olup olmamasına bakıyorlar. Hava karardıktan sonra eve döndüğümde büyük oğlum çok tepki gösteriyor. Neyse ki yaza girmek benim için avantaj oluyor.
İş dışında neler yaparsınız?
Nevzat Tarhan’la ‘Hayata Dair’ diye bir kitap yazmıştım. Bunlar çok zaman alan projeler. Hem bilimsel hem de herkesin anlayabileceği bir şekilde olması gerekiyor. Şu dönemde üniversite kariyerimle ilgileniyorum. Hobi olarak da eşimle yelken sporu yapıyoruz. Bu bize çok zevk veriyor. Çocuklarımızla birlikte seyahat etmek de bizim için keyiflidir.
DOLUNAY SOYSERT
FİKRİYE TUTKULU, LATİFE MANTIKLIYDI AMA İKİSİ DE ATA’YA AŞIKTI
Zülfü Livaneli’nin hem yazıp hem de yönettiği ‘Veda’ filmi Cuma günü vizyona girdi. Başrollerinde Dolunay Soysert, Özge Özpirinççi, Ezgi Mola, Sinan Tuzcu ve Serhat Kılıç’ın oynadığı filmde Atatürk’ün hayatına dair olaylar kronolojik bir sırayla anlatılıyor. Adından oldukça sık bahsedilecek film vizyon öncesinde bile birtakım eleştirilerle gündeme gelmişti.
Dolunay Soysert Veda filminde Zübeyde Hanım’ın gençliğinden yaşlılığa uzanan süreci canlandırıyor. Filmdeki amacının bir anneyle oğul arasındaki ilişkiyi ve tutkuyu en iyi şekilde anlatmak olduğunu söyleyen Dolunay Soysert, filmle ilgili eleştiriler için “Herkesin kafasında başka bir Kemal Atatürk var” diyor.
Zübeyde Hanım size göre nasıl biri ve siz karakteri yaratırken nasıl yorumladınız?
Daha önce Zübeyde Hanım’ın nasıl biri olduğunu düşünmemiştim. Sadece beyaz başörtüsü, ve yuvarlak gözlükleriyle bir fotoğrafını hatırlıyorum ve kafamı yorduğum bir karakter değildi açıkçası. Rol geldikten sonra araştırmaya başladım ve çok ciddi bir kaynağa da rastlamadım. Bu filmde bir anne ve oğlun arasındaki ilişkiyi ve tutkuyu en iyi şekilde anlatmaktı amacım. Çünkü oğluna çok düşkün, onu delicesine seven, özel bir tutkusu olan ve oğlunun seçimleri yüzünden hayatında olanları kabul etmiş, sesini çıkarmamış ve oğlunun arkasında durmuş çok güçlü bir kadın vardı. Daha geleneksel, yenilikleri pek kabul etmeyen bir yapısı olduğu için zaman zaman oğlunun fikirleriyle çok çatışmış biri aynı zamanda. Bu katılığına rağmen oğlu bir şeye karar verdiğinde kendine bile ters düşse hep onun yanında yer almaya devam etmiş. Daha önce üç evlat kaybettiği için de Ata’ya fazlasıyla düşkün. Çatışmalı ama özel bir ilişki varmış aralarında. Karakterleri ve o tuttuğunu koparan halleri birbirine çok benziyor. Hedefleri ve yaptıkları konusundaki ısrarcılıkları da…
Genelde erkekler anneye benzeyen eş seçerler ya, Latife Hanım’ı seçmesindeki nedenin altında belki bu iki kadının tuttuğunu koparma halinin benzerliği yatıyordu…
Gelin kaynana toprağından denir ya, açıkçası aynı şeyi ben de düşünmüştüm. Latife’de de zaten o inadı, sertliği ve gücü görüyoruz. Atatürk onunla da tartışıyor, itişiyor. Çok sessiz sakin, dingin kadınlardan daha ziyade fikirlerini konuşabileceği ve yeri geldiğinde tartışabileceği kadınları seçmiş Atatürk hayatında.
Zübeyde Hanım’ın etkisi oldukça fazlaymış Ata’nın üzerinde özellikle Fikriye’yi hayatına sokmaması anlamında koskoca orduları yönetmiş Atatürk annesi söz konusu olduğunda boynu kıldan ince gibi bir tavır sergilemiş gibi geldi bana…
Her erkek biraz böyle değil midir zaten? Anneler bir kaş kaldırmayla her şeyi yaptırabilir, her zaman o gücünüz ve otoriteniz anne yanında işlemeyebilir. Gerçekten orduları yönetmesi, arkasından kitleleri sürüklemesinin yanı sıra annesi sığınabileceği tek limanı. Zübeyde Hanım, elinde büyüttüğü ve evin kızı olarak gördüğü Fikriye’yi aile içinde böyle bir ilişkide görmek istememiş. Ayrıca bu ilişkiyi istemediğine dair net bir bilgi de yok. Herkes kendi bakış açısından anlatıyor. Gizleriyle yok olmuş ve tarihe gömülmüş bir hikaye aslında. Zübeyde Hanım sadece duruma sessiz kalıp onu evden uzaklaştırıyor ya da sık sık yanlarında durarak yalnız bırakmamaya çalışıyormuş.
MÜKEMMEL KADINLAR
Fikriye’nin mi yoksa Latife Hanım’ın mı Atatürk’e duyduğu gerçek aşk?
Her ikisinin de. Fikriye’yi deli dolu ve tutkulu buluyorum. O aşkı aşk gibi yaşayan bir kadın. Latife ise aşkını daha mantık çerçevesine oturtuyor ama o da aşk yaşıyor. Latife için sadece hayrandı, aşk yaşamadı demek de haksızlık olur. Aşkına tutkularını ve kadınlığını karıştırmamış sadece.
Acaba Atatürk’ün Fikriye karşı hisleri neydi?
Aslında bu durumu filmde çok güzel açıklıyoruz. Atatürk iki kadın için “biri şarkın biri garbın temsilcisiydi, ikisi de mükemmel kadındı” diyor. Fikriye’de Doğu’nun sıcacık, egzotik, deli dolu, tutkulu, kontrolsüz duygusu, Latife’de ise Batı’nın mantıklı, usturuplu, dengeli ve ama keyifli aşkı var. O yüzden ikisi de bir bütünü tamamlıyordu Ata’nın hayatında. Ne o ne diğeriydi… Mecbur kalmadığı sürece ikisinden de vazgeçmedi.
Peki, sizce Fikriye gerçekten intihar etmiş miydi?
Bu konuda hep izafi konuşuluyor. Bir kadın için çok ağır bir durum. Kendi evinde bir başka kadını görmek onu intihara da sürükleyebilir, eve öldürmeye gelen kadın da yapabilir. Kapı dışarı edilmek ve o evi artık sevdiği adamla bir başka kadına bırakma duygusunun bir kadın da ne yapacağını bilemiyoruz.
Latife, Zübeyde ve Fikriye bir erkeğin ihtiyacını karşılayabileceği bir üçlü demişsiniz, bunu açar mısınız?
Her biri ayrı ayrı mükemmel özelliklere sahip kadınlar. Aslında insanlar kusurlarıyla ve güzellikleriyle bir bütündür ama üçünün toplamı mükemmel kadın çalışması gibi duruyor. Zübeyde’nin anaç, Fikriye’nin deli dolu hali, bir erkeği peşinden sürükleyebilecek tutkusu ve ondan hiç vazgeçmeyişi, Latife’nin mantıklı, çevreden haberdar, dünya vizyonu çok kuvvetli ve kültürlü bir kadın oluşu bir erkeği ne kadar rahatlatan bir kadın tipi diye düşünmenize neden oluyor.
Sizin filminiz için “Atatürk her karede efsaneleştirilmiş ve anlatılan bilinenin ötesine geçmiyor” diye eleştiriler var, ne dersiniz?
Bilmediğimiz ne var? Zaten bildiğimiz bir hikayeyi anlatıyoruz. Mustafa Kemal Paşa’nın hayatını hepimiz resmiyle tanıştığımız gün öğrendik. Bu hikayeyi biliyoruz zaten artık bu hikayeye kim, nerden bakıyor bizi bu ilgilendiriyor. Bir tarihsel kişilikten söz ediyoruz. Yalan mı söyleyecektik? Ne anlatacaktık? Farklı bir kurgu olabilirdi denebilir ama yeni bir şey anlatmadı denemez. Bu da ayrıca Zülfü Livaneli’nin vizyonudur. O bir sanatçı. Herkesin kafasında bir başka Mustafa Kemal Atatürk var. Zülfü Bey, ‘Benim Mustafa Kemal’im bir kahramandı’ diyebilir, hadi bakalım var mı diyeceğiniz?
Tarihe damgasını vurmuş Latife Hanım, Zübeyde Hanım, Piraye gibi kadınları oynamanız bir tesadüf mü ve sizde yarattığı duygusu nedir?
Her seferinde bir korku oluştu ve her birine yaklaşımım çok farklı oldu. Latife’yi oynarken onun toyluğunda yaklaşmıştım karaktere çünkü yeni mezundum ve o kadar toydum. Piraye zaten benim aşkımdı. Nazım Hikmet’in Piraye’ye Mektupları başucu kitabımdı. Hayatımda hep Piraye’yi çağırırdım ne kadar oynanası bir karakter diye. Bir gün önüme çıkıverdi senaryo. Zübeyde karakteri için teklif geldiğinde çok şaşırdım. Çağırdığım ve düşlediğim bir rol değildi.
‘Her şeyi yüksek sesle istemek lazım’ diye bir açıklamanız var, kuantum fiziğine yakın bir düşünceye sahip olduğunuzu mu anlamalıyız bu düşünceden?
Dilemenin yüksek sesle olması gerektiğine inanıyorum. Kendi sesimi duyacağım ki, ne dilediğimi bileyim. Ne dilediğinizden korkmanız gerektiğini de düşünürüm ayrıca. İnsan bir şeyi dilerken çok dikkatli olmalı. Dünya, Alaaddin’nin Sihirli Lambası gibi çünkü. Aslında çok avantajlı olduğunu düşündüğünüz bir şey sizin için dezavantaja da dönebilir. Her bitişin ardında bir sır olduğunu da düşünmek lazım. Depresyonun dibine yuvarlanmaktansa daha çok bakalım ne geliyor diye bakmak lazım hayata. İçinizden dilediğinizde birtakım blokajlar uyguluyorsunuz ama bu filmde oynamak istiyorum diye yüksek sesle söylediğinizde inanın bunun ardından negatif bir düşünce gelmiyor.
Sinan Bey için de mi yüksek sesle dilekte bulunmuştunuz?
Sinan’la evlenme hikayemiz böyle olmadı. Sinan’la ilk tanıştığımızda birtakım duygular konusunda daha inançsızdım. “Aşk güzel şey, herhalde bir yerlerde vardır” derdim. Kahkahalar… Zaten bir çalışmada partnerimdi ve prensip olarak ilişkiye karşıydım. Ama bu ilişkide onun ısrarcılığı oldu. İkna etti ve çekti içine beni. Herhalde o yüksek sesle söylemişti. Kahkahalar…
Yemek yapmayı severmişsiniz, peki, evde kim yapar yemekleri?
Ben yaparım. Eşimden daha farklı bir mutfak anlayışım var. O yüzden daha sağlıklı şeyler yapmaya çalışıyorum. Çalışma şartlarından evimizde her akşam sıcak yemek olmuyor ama elimden geldiğince bir ev hanımı olarak performans göstermeye çalışıyorum.
Anne evinden gelen bir alışkanlıkla Sinan Bey evde üç öğün yemek ister mi?
Öyle şeyler istemez hiç. Bu anlamda inanılmaz bir kocam var. Olursa çok mutlu olur, bin defa teşekkür eder ama evde her daim yemek olsun demez hiç. İkimiz de çalışma sistemimizin çok farkındayız. Bazen o çalışıyor, bazen ben. Bu çok doğru bir denge ve onu tutturamazsanız zaten iki oyuncunun evliliği çok zor olur. İki tarafın birbirini anlaması gerekiyor.
En çok hangi konularda anlaşmazlık çıkar?
Genelde hayat görüşümüz farklı zaten. Şu ya da bu diyemeyeceğim kadar çoktur. Birbirimize çok bulaşmadan, çok değiştirmeye çalışmadan yaşamayı başarıyoruz. Bu çok güzel ve heyecanlı bir şey. Kendine benzeyen birini yaratmanın bir anlamı yok çünkü. Herkes kendini birey olarak koruduğu ve karşı tarafa az müdahale ettiği sürece her şey çok iyi gidiyor. Birbirimizi rahat bırakıyoruz.
Çocuk istiyor musunuz?
Şu anda istemiyorum ve çocuğumuz olsun diye delirmiyoruz. Hayat bu. Mutlaka onun da sırası gelecektir. Doğru zamanı bir tek eşimle ben bir de kader çizgisi bilir.
Özdemir Asaf “benim için mutluluk bir kibrit çöpü ne kadar yanarsa” der, sizin için mutluluk ne ifade eder?
‘Her canlının ölümü tadacağını ama sadece bazılarının hayatı tadacağını öğrendim’ diye çok sevdiğim bir söz var. Ölüm hepimizin kaçınılmaz sonu ama bence asıl maharet; ölüme giderken ki yolculuğunuz sırasında hayatın tadına varmak ve bunu en keyifli, en güzel, en her şeyin farkında olarak yaşamak. İnsanların ortak gerçeği doğum ve ölüm. Sonuçta hepimiz aynı yere gidiyoruz. Hayatın tadına vararak yaşamaya çalışıyorum hatta acının da gerçekten bu işin içinde tuz, biber olduğunu ve acıyı yaşamazsak neşenin kıymetini ve güzelliğini bilemeyeceğimizi düşünüyorum.
Zülfü Livaneli’nin hem yazıp hem de yönettiği ‘Veda’ filmi Cuma günü vizyona girdi. Başrollerinde Dolunay Soysert, Özge Özpirinççi, Ezgi Mola, Sinan Tuzcu ve Serhat Kılıç’ın oynadığı filmde Atatürk’ün hayatına dair olaylar kronolojik bir sırayla anlatılıyor. Adından oldukça sık bahsedilecek film vizyon öncesinde bile birtakım eleştirilerle gündeme gelmişti.
Dolunay Soysert Veda filminde Zübeyde Hanım’ın gençliğinden yaşlılığa uzanan süreci canlandırıyor. Filmdeki amacının bir anneyle oğul arasındaki ilişkiyi ve tutkuyu en iyi şekilde anlatmak olduğunu söyleyen Dolunay Soysert, filmle ilgili eleştiriler için “Herkesin kafasında başka bir Kemal Atatürk var” diyor.
Zübeyde Hanım size göre nasıl biri ve siz karakteri yaratırken nasıl yorumladınız?
Daha önce Zübeyde Hanım’ın nasıl biri olduğunu düşünmemiştim. Sadece beyaz başörtüsü, ve yuvarlak gözlükleriyle bir fotoğrafını hatırlıyorum ve kafamı yorduğum bir karakter değildi açıkçası. Rol geldikten sonra araştırmaya başladım ve çok ciddi bir kaynağa da rastlamadım. Bu filmde bir anne ve oğlun arasındaki ilişkiyi ve tutkuyu en iyi şekilde anlatmaktı amacım. Çünkü oğluna çok düşkün, onu delicesine seven, özel bir tutkusu olan ve oğlunun seçimleri yüzünden hayatında olanları kabul etmiş, sesini çıkarmamış ve oğlunun arkasında durmuş çok güçlü bir kadın vardı. Daha geleneksel, yenilikleri pek kabul etmeyen bir yapısı olduğu için zaman zaman oğlunun fikirleriyle çok çatışmış biri aynı zamanda. Bu katılığına rağmen oğlu bir şeye karar verdiğinde kendine bile ters düşse hep onun yanında yer almaya devam etmiş. Daha önce üç evlat kaybettiği için de Ata’ya fazlasıyla düşkün. Çatışmalı ama özel bir ilişki varmış aralarında. Karakterleri ve o tuttuğunu koparan halleri birbirine çok benziyor. Hedefleri ve yaptıkları konusundaki ısrarcılıkları da…
Genelde erkekler anneye benzeyen eş seçerler ya, Latife Hanım’ı seçmesindeki nedenin altında belki bu iki kadının tuttuğunu koparma halinin benzerliği yatıyordu…
Gelin kaynana toprağından denir ya, açıkçası aynı şeyi ben de düşünmüştüm. Latife’de de zaten o inadı, sertliği ve gücü görüyoruz. Atatürk onunla da tartışıyor, itişiyor. Çok sessiz sakin, dingin kadınlardan daha ziyade fikirlerini konuşabileceği ve yeri geldiğinde tartışabileceği kadınları seçmiş Atatürk hayatında.
Zübeyde Hanım’ın etkisi oldukça fazlaymış Ata’nın üzerinde özellikle Fikriye’yi hayatına sokmaması anlamında koskoca orduları yönetmiş Atatürk annesi söz konusu olduğunda boynu kıldan ince gibi bir tavır sergilemiş gibi geldi bana…
Her erkek biraz böyle değil midir zaten? Anneler bir kaş kaldırmayla her şeyi yaptırabilir, her zaman o gücünüz ve otoriteniz anne yanında işlemeyebilir. Gerçekten orduları yönetmesi, arkasından kitleleri sürüklemesinin yanı sıra annesi sığınabileceği tek limanı. Zübeyde Hanım, elinde büyüttüğü ve evin kızı olarak gördüğü Fikriye’yi aile içinde böyle bir ilişkide görmek istememiş. Ayrıca bu ilişkiyi istemediğine dair net bir bilgi de yok. Herkes kendi bakış açısından anlatıyor. Gizleriyle yok olmuş ve tarihe gömülmüş bir hikaye aslında. Zübeyde Hanım sadece duruma sessiz kalıp onu evden uzaklaştırıyor ya da sık sık yanlarında durarak yalnız bırakmamaya çalışıyormuş.
MÜKEMMEL KADINLAR
Fikriye’nin mi yoksa Latife Hanım’ın mı Atatürk’e duyduğu gerçek aşk?
Her ikisinin de. Fikriye’yi deli dolu ve tutkulu buluyorum. O aşkı aşk gibi yaşayan bir kadın. Latife ise aşkını daha mantık çerçevesine oturtuyor ama o da aşk yaşıyor. Latife için sadece hayrandı, aşk yaşamadı demek de haksızlık olur. Aşkına tutkularını ve kadınlığını karıştırmamış sadece.
Acaba Atatürk’ün Fikriye karşı hisleri neydi?
Aslında bu durumu filmde çok güzel açıklıyoruz. Atatürk iki kadın için “biri şarkın biri garbın temsilcisiydi, ikisi de mükemmel kadındı” diyor. Fikriye’de Doğu’nun sıcacık, egzotik, deli dolu, tutkulu, kontrolsüz duygusu, Latife’de ise Batı’nın mantıklı, usturuplu, dengeli ve ama keyifli aşkı var. O yüzden ikisi de bir bütünü tamamlıyordu Ata’nın hayatında. Ne o ne diğeriydi… Mecbur kalmadığı sürece ikisinden de vazgeçmedi.
Peki, sizce Fikriye gerçekten intihar etmiş miydi?
Bu konuda hep izafi konuşuluyor. Bir kadın için çok ağır bir durum. Kendi evinde bir başka kadını görmek onu intihara da sürükleyebilir, eve öldürmeye gelen kadın da yapabilir. Kapı dışarı edilmek ve o evi artık sevdiği adamla bir başka kadına bırakma duygusunun bir kadın da ne yapacağını bilemiyoruz.
Latife, Zübeyde ve Fikriye bir erkeğin ihtiyacını karşılayabileceği bir üçlü demişsiniz, bunu açar mısınız?
Her biri ayrı ayrı mükemmel özelliklere sahip kadınlar. Aslında insanlar kusurlarıyla ve güzellikleriyle bir bütündür ama üçünün toplamı mükemmel kadın çalışması gibi duruyor. Zübeyde’nin anaç, Fikriye’nin deli dolu hali, bir erkeği peşinden sürükleyebilecek tutkusu ve ondan hiç vazgeçmeyişi, Latife’nin mantıklı, çevreden haberdar, dünya vizyonu çok kuvvetli ve kültürlü bir kadın oluşu bir erkeği ne kadar rahatlatan bir kadın tipi diye düşünmenize neden oluyor.
Sizin filminiz için “Atatürk her karede efsaneleştirilmiş ve anlatılan bilinenin ötesine geçmiyor” diye eleştiriler var, ne dersiniz?
Bilmediğimiz ne var? Zaten bildiğimiz bir hikayeyi anlatıyoruz. Mustafa Kemal Paşa’nın hayatını hepimiz resmiyle tanıştığımız gün öğrendik. Bu hikayeyi biliyoruz zaten artık bu hikayeye kim, nerden bakıyor bizi bu ilgilendiriyor. Bir tarihsel kişilikten söz ediyoruz. Yalan mı söyleyecektik? Ne anlatacaktık? Farklı bir kurgu olabilirdi denebilir ama yeni bir şey anlatmadı denemez. Bu da ayrıca Zülfü Livaneli’nin vizyonudur. O bir sanatçı. Herkesin kafasında bir başka Mustafa Kemal Atatürk var. Zülfü Bey, ‘Benim Mustafa Kemal’im bir kahramandı’ diyebilir, hadi bakalım var mı diyeceğiniz?
Tarihe damgasını vurmuş Latife Hanım, Zübeyde Hanım, Piraye gibi kadınları oynamanız bir tesadüf mü ve sizde yarattığı duygusu nedir?
Her seferinde bir korku oluştu ve her birine yaklaşımım çok farklı oldu. Latife’yi oynarken onun toyluğunda yaklaşmıştım karaktere çünkü yeni mezundum ve o kadar toydum. Piraye zaten benim aşkımdı. Nazım Hikmet’in Piraye’ye Mektupları başucu kitabımdı. Hayatımda hep Piraye’yi çağırırdım ne kadar oynanası bir karakter diye. Bir gün önüme çıkıverdi senaryo. Zübeyde karakteri için teklif geldiğinde çok şaşırdım. Çağırdığım ve düşlediğim bir rol değildi.
‘Her şeyi yüksek sesle istemek lazım’ diye bir açıklamanız var, kuantum fiziğine yakın bir düşünceye sahip olduğunuzu mu anlamalıyız bu düşünceden?
Dilemenin yüksek sesle olması gerektiğine inanıyorum. Kendi sesimi duyacağım ki, ne dilediğimi bileyim. Ne dilediğinizden korkmanız gerektiğini de düşünürüm ayrıca. İnsan bir şeyi dilerken çok dikkatli olmalı. Dünya, Alaaddin’nin Sihirli Lambası gibi çünkü. Aslında çok avantajlı olduğunu düşündüğünüz bir şey sizin için dezavantaja da dönebilir. Her bitişin ardında bir sır olduğunu da düşünmek lazım. Depresyonun dibine yuvarlanmaktansa daha çok bakalım ne geliyor diye bakmak lazım hayata. İçinizden dilediğinizde birtakım blokajlar uyguluyorsunuz ama bu filmde oynamak istiyorum diye yüksek sesle söylediğinizde inanın bunun ardından negatif bir düşünce gelmiyor.
Sinan Bey için de mi yüksek sesle dilekte bulunmuştunuz?
Sinan’la evlenme hikayemiz böyle olmadı. Sinan’la ilk tanıştığımızda birtakım duygular konusunda daha inançsızdım. “Aşk güzel şey, herhalde bir yerlerde vardır” derdim. Kahkahalar… Zaten bir çalışmada partnerimdi ve prensip olarak ilişkiye karşıydım. Ama bu ilişkide onun ısrarcılığı oldu. İkna etti ve çekti içine beni. Herhalde o yüksek sesle söylemişti. Kahkahalar…
Yemek yapmayı severmişsiniz, peki, evde kim yapar yemekleri?
Ben yaparım. Eşimden daha farklı bir mutfak anlayışım var. O yüzden daha sağlıklı şeyler yapmaya çalışıyorum. Çalışma şartlarından evimizde her akşam sıcak yemek olmuyor ama elimden geldiğince bir ev hanımı olarak performans göstermeye çalışıyorum.
Anne evinden gelen bir alışkanlıkla Sinan Bey evde üç öğün yemek ister mi?
Öyle şeyler istemez hiç. Bu anlamda inanılmaz bir kocam var. Olursa çok mutlu olur, bin defa teşekkür eder ama evde her daim yemek olsun demez hiç. İkimiz de çalışma sistemimizin çok farkındayız. Bazen o çalışıyor, bazen ben. Bu çok doğru bir denge ve onu tutturamazsanız zaten iki oyuncunun evliliği çok zor olur. İki tarafın birbirini anlaması gerekiyor.
En çok hangi konularda anlaşmazlık çıkar?
Genelde hayat görüşümüz farklı zaten. Şu ya da bu diyemeyeceğim kadar çoktur. Birbirimize çok bulaşmadan, çok değiştirmeye çalışmadan yaşamayı başarıyoruz. Bu çok güzel ve heyecanlı bir şey. Kendine benzeyen birini yaratmanın bir anlamı yok çünkü. Herkes kendini birey olarak koruduğu ve karşı tarafa az müdahale ettiği sürece her şey çok iyi gidiyor. Birbirimizi rahat bırakıyoruz.
Çocuk istiyor musunuz?
Şu anda istemiyorum ve çocuğumuz olsun diye delirmiyoruz. Hayat bu. Mutlaka onun da sırası gelecektir. Doğru zamanı bir tek eşimle ben bir de kader çizgisi bilir.
Özdemir Asaf “benim için mutluluk bir kibrit çöpü ne kadar yanarsa” der, sizin için mutluluk ne ifade eder?
‘Her canlının ölümü tadacağını ama sadece bazılarının hayatı tadacağını öğrendim’ diye çok sevdiğim bir söz var. Ölüm hepimizin kaçınılmaz sonu ama bence asıl maharet; ölüme giderken ki yolculuğunuz sırasında hayatın tadına varmak ve bunu en keyifli, en güzel, en her şeyin farkında olarak yaşamak. İnsanların ortak gerçeği doğum ve ölüm. Sonuçta hepimiz aynı yere gidiyoruz. Hayatın tadına vararak yaşamaya çalışıyorum hatta acının da gerçekten bu işin içinde tuz, biber olduğunu ve acıyı yaşamazsak neşenin kıymetini ve güzelliğini bilemeyeceğimizi düşünüyorum.
HAMDİ ALKAN
BU FİLMLE YÜREKLERE ÇENTİK ATMAK İSTEDİK
Turgut Özakman’ın senaryosunu yazdığı, Hamdi Alkan’ın yönetmenliğini yaptığı ‘Dersimiz Atatürk’ filmi bu hafta vizyona girdi. Alkan filmi için “Çocuklar ve gençler Atatürk’ü doğru düzgün öğrensin diye yaptık” diyor.
‘Mustafa’ ve ‘Veda’dan sonra yeni bir Atatürk filmi daha çeşitli tartışmalar eşliğinde bu hafta vizyona girdi. Senaryosunu Turgut Özakman’ın yazdığı ‘Dersimiz Atatürk’ün yönetmenliğini Hamdi Alkan üstleniyor. İlk kez ‘Bayrampaşa: Ben Fazla Kalmayacağım’ filmiyle yönetmenlik yapan Alkan bu filmle ikinci kez yönetmen koltuğuna oturuyor. Ayrıca küçük kızı Zeynep ve eşi Canan Hoşgör de ‘Dersimiz Atatürk’te oynuyor. Hamdi Alkan’ın ‘Sinema lezzeti de alacağınız bir belgesel niteliği taşıyor’ dediği ‘Dersimiz Atatürk’ vesilesiyle Alkan ailesiyle buluştuk ve haliyle Atatürk’ü konuştuk. Hamdi Alkan, “Atatürk’ün ülkesi için verdiği mücadeleyi anlatmamız çok önemli. Bu film samimi, sıcak ve en önemlisi doğru bilgiler verecek” diyor. Alkan ayrıca filmi izleyecek olanlara ‘yaşadığınız ülkenin kıymetini bilin, gururlanın, sahip çıkın ve kendinize gelin!’ mesajını vermeyi de ihmal etmiyor.
Diğer Atatürk filmlerinden farkı ne olacak?
Birincisi senaryonun Turgut Özakman’a ait olması, ikincisi en doğru şekilde anlatılması üçüncüsü ise büyük bir sevgiyle yapılması. Atatürk’ün nasıl bir kahraman ve nasıl bir önder olduğunu göreceksiniz. Üstelik bu belgelere dayanarak yapılmış bir film. Bütün bu mücadeleyi aslında ülke çocuklarının onuru için verdiğini görmemiz ve anlatmamız çok önemli. Çünkü bizim bunları anlatmaya sadece şu günlerde değil, uzun zamandır ihtiyacımız var. Turgut Hoca’ya bu açılıma ihtiyacımız var, değil mi diye sorduğumda “Bu Atatürk açılımının başlangıcıdır” demişti. Çocuklara ‘23 Nisan’ın neden bayram olduğunu, ulu önderimiz niçin çocuklara ve gençlere bu kadar önem veriyor’u algılatmamız gerekiyor. ‘Dersimiz Atatürk’ bu işin başlangıcıdır. Hakikaten filmin yapımcısı Birol Güven’in de söylediği gibi; ‘eğitimle sinemanın birleştiği ilginç bir film bu’. Sinema lezzeti de aldığınız bir belgesel. Samimi, sıcak ve en önemlisi doğru bilgiler öğrenilecek. Ata’nın doğaya, öğretmene, çocuğa, insana, silah arkadaşlarına verdiği değeri ve mücadeleyi çok net ve çok yalın bir biçimde görebileceğiniz bir film.
Filmin adından yola çıkarsak hâlâ bu dersi öğrenemedik mi? Atatürk’ü yeterince tanıyamadık mı?
Kendi adıma Ata’yı yeterince iyi tanıdığımı düşünmüyorum. Her gün okuyorum, araştırıyorum. Arka Sıradakiler dizisini 3 senedir çekiyorum ve hep sokaklardayım. Gördüğüm kadarıyla hâlâ bu işin bilinci oturmamış. Atatürk bize Allah’ın bir lütfudur, bunu bilmek ve bu bilinçle yaşamak gerekiyor. Burada bir şovenizm yapmıyorum. Gerçekten işin içine girdiğinizde ve bir ‘Türk mucizesinin’ nasıl yaratıldığını gördüğünüzde büyük önder çıkıyor tarih sahnesine. Bunun bilinmesini istiyorum. Maalesef okullarda, kitaplarda öğretiliyor ama biliyorsunuz ki hep sınavlarda iyi not almak için ezberlerdik. Artık bunu biraz daha derinlemesine öğretmek ama en önemlisi yüreklere bir çentik atmak gerekiyor. Bu filmle yüreklere çentik atmak istiyoruz.
Turgut Özakman’la nasıl bir araya geldiniz?
Serkan Balbal’la Çanakkale projesi üzerine çalışıyorduk. O da Turgut Bey’le yaptığı çalışmasından söz etti. Turgut Hoca’yla konuştuğumuzda ‘neden Atatürk filmi yapmıyoruz’ kaygısına düştük. Özellikle çocukları ve gençleri hedefleyelim, ailece gelinsin ve doğru bir şekilde Atatürk öğrenilsin dedik. Bazen tartışarak bazen kavga ederek çoğunlukla da konuşarak 1.5 yıllık bir süreç geçirdik.
ATATÜRK ADAM GİBİ ADAM…
Atatürk ile ilgili bu kadar çok film çekilmesinin nedeni nedir?
Geçen yıl 10 Kasım’da vizyon tarihimizi ilan etmiştik. O zaman ‘Veda’ filmi yoktu. Bu iki filmin üst üste gelmesi bir talihsizlik ama biz bunu çok önce ilan ettiğimizde o film gündemde bile değildi. Bir buçuk ay içinde hemen hazırlandı ve neredeyse aynı ayda vizyona girdi. Yemin ediyorum filmi çekip bitirdiğimizde böyle bir film olacağını bilseydik girmezdik. Bu özel bir durum ve Atatürk üzerinde hassasiyetle düşünülmesi gereken bir konudur. Vizyon tarihimizi ilân ettikten sonra da geri dönüş olmazdı. Zaten çok ayrı filmler.
‘Mustafa’ ve ‘Veda’ filmlerine birtakım eleştiriler yapılmıştı, sizin bu eleştirilere ekleyeceğiniz şeyler var mı?
Can Dündar’ın yaptığı ‘Mustafa’ filmi çok tartışılmıştı ama bizimki biraz daha farklı. Dersimiz Atatürk ‘çoğu belgeselde göremediğimiz’ bir sevgi barındırıyor. Filmimizde Atatürk’ü Atatürk yapan özellikleri göreceksiniz ve izleyiciler yaşadıkları cumhuriyetiyle, coğrafyasıyla ve öğretmenleriyle gururlanacak. En azından bunu hissedecekler. İyi bir şey yapmaya çalıştık, böyle olunca da bu iyilik insanların yüreğine değer.
Günümüzde Atatürk algısı ne hale geldi sizce?
Her gün kullandığımız paranın üzerinde onu görüyoruz ama o bizim için artık o bir para. Sanki biraz unutuyoruz gibi geliyor bana. Siyasi, ekonomik ne büyük çalkantılar yaşadık ama hâlâ ayakta kalıyoruz. Dimdik ayakta duruyorsak demek ki bu işin temelinde sağlam bir şeyler var. Atatürk’ü sadece bayramlarda değil, her gün hatırlamak gerekiyor. Bir takvimde ‘bir gün değil, her gün Atatürk’ yazan çok sevdiğim bir söz vardı. İşte bu bilinçle yaşamak lâzım. Bunu sadece filmlerde değil, şarkılarda da canlandırmak lâzım. Sevgili Aydın Sarman biri marş biri de Ata’nın vefatıyla bir şarkı yaptı filmimiz için. Bunlar bile çok önemli.
Kimileri Atatürk’ü putlaştırıyor kimileri yerden yere vurup dinsizdi diyor, sizin Atatürk’ünüz nasıl biri?
Benim Atatürk’üm diye bir şey yok. Turgut Özakman 60 yıl boyunca zaten araştırmış, filmimizde de Atatürk gerçekten adam gibi adam. Budur. İnsanlar tarihi iyice okudukları zaman saçmaladıklarını anlarlar.
Canan Hoşgör: Doğru okuyup bilimsel olarak incelerseniz zaten Atatürk’ü sevmemek mümkün değil. Onu bilimsel anlamda anlayabilmek ve somut biçimde tahlil edebilmek sizi mutlaka onu sevmeye götürecek bir yol olur. Böyle bir dehayı sevmemek mümkün değil.
ATATÜRK HER GÜN YAŞANIR
Sizin filminizde de Atatürk’ü içki içerken görecek miyiz?
Çocuklar Atatürk içer miydi diye sorunca evet, içerdi çocuğum diye cevap veriyor tarihçi dede. İçerdi tabii ki. Filmde de zaten gayet güzel ‘nasıl içerdi, ne için içerdi, ne şekilde içerdi’yi gösteriyoruz, anlatıyoruz. İçki sofrasının bile bir düşünce sofrası olduğunu anlatıyoruz. Böyle şeylere kafayı çok takıyoruz. Yok içerdi, yok diktatördü… Ama bunları geçsin insanlar.
‘Eşrefpaşalılar’ filminin galasına Başbakan da katılmıştı, siz de filminize davet edecek misiniz, sizce gelir mi?
Sayın Emine Erdoğan’ın özel kalemine not bıraktım hatta dileğimi de ilettim kendilerini davet etmek için. Henüz oradan bir dönüş olmadı. Sanırım Ermeni tasarısı ile ilgili bir yoğunluk var. Milli Eğitim Bakanımızı da davet ettik. Sağ olsun onlar da ilgi gösterdiler. Daha önceki filmime Emine Hanım katılmıştı hatta doğum gününü kutlamıştık. Atatürk hepimizin Atatürk’ü. Ulu önderimiz bu ülkedeki herkesin başındaki kişidir, liderdir. Sonsuzdur o ve her gün yaşanır.
‘Atatürk sonsuzdur’ cümlenizle ‘Allah birdir ondan başka tanrı yoktur’ gibi siz de putlaştırmıyor musunuz?
Hayır, putlaştırma değil bu söylediğim. Bizim böyle putlaştırmak gibi bir derdimiz yok. O bizim önderimiz. Biz bir hayatta soluk alıyoruz, ben sadece tarihe bakıyorum. Bu adam manyak mıydı? Deli miydi? Almış madalyalarını zaten padişahın yaveri… Ama Samsun’a çıkar çıkmaz bir şeylere tahammül edemiyor. Bakın bu çok önemli bir şey. Bu adam vatanını, milletini seviyor. Yoksa İstanbul’a döner, padişahın kızlarından birini alırdı. Biz de artık kimin mandası olurduk bilmem.
Canan Hoşgör: Türkiye’yi kurtardıktan sonra kendisini padişah ilan ettirebilirdi. Padişahın yapamadığını o yapmıştı. Ama bunu seçmedi. Kendini ülkesine adadı. Belki putlaştırmamak lâzım ama onun bir deha olduğunu da unutmamak gerek.
Canan Hanım siz hangi rolü oynuyorsunuz?
İlkokulda okuyan bir öğrenciye Atatürk sunumu görevi veriliyor. O da arkadaşlarıyla bir araya gelip tarihçi dedesinden Atatürk’ü anlatmasını istiyor. Hikayemiz böyle başlıyor ve tarihçi dedemiz anlattıkça biz Atatürk’ün hayatından kesitleri görmeye başlıyoruz. Ben de Atatürk’ün hayatıyla ilgili ödev verilen çocuğun annesini oynuyorum.
Senin ilk oyunculuğun mu, devam etmeyi istiyor musun?
İlk değil. Daha önce babamın çektiği filmde çok küçük bir rolde oynadım. En İyi Arkadaşım ve Arka Sıradakiler dizisinde de oynadım. Ben hem oyuncu hem de müzisyen olmak istiyorum. Annem ve babam gibi sanatçı olmak istiyorum.
Film için ne söylemek istersin?
Atatürk hakkında biz çocuklara çok güzel mesajlar veriyor. Geleceğin gençleri olan çocuklar bu filmden çok şey öğrenecekler. Bu film bize Atatürk’ü bir daha hatırlatacak.
EVİ YÖNETEN KADINDIR!
Peki, evde yönetmen kim? (der demez baba-kız aynı anda anneyi işaret ediyor)
Canan Hoşgör: Her evdeki gibi evi yöneten kadındır. Evle ve aileyle ilgili nihai kararlar daha çok kadınlardan çıkıyor. Ben biraz daha disiplinliyim. Babalar daha çok dışarıda olduğu için fazla esnek oluyor.
Hamdi Bey, eski film afişleri de biriktirirmişsiniz…
Oo, çok şey biriktiririm.
Başka ne var? (Bu kez anne kız bir ağızdan)
Ne yok ki! Kahkahalar…
Hamdi Bey dışarı çıkınca atın onları…
Kısıtlamayı sevmiyorum. Bu konuda bir yaptırım uygulamıyorum açıkçası. Bazen rahatsız oluyorum ve herkes gibi daha ferah bir ev ben de istiyorum. Ama o da böyle mutlu. Ev yüzlerce tablo, kitap, afişler, kartpostallar, eski kartvizitlerle dolu…
İNSANLAR GÜLMEK İSTİYOR
Artık oyunculuk bitti mi, sizi hep yönetmen koltuğunda mı göreceğiz?
Yönetmenliği çok seviyorum ama oyunculuk benim için hiçbir zaman bitmez. Şu anda başarılı olduğuma inandığım işler yapıyorum. Seyircim de bunu takdir ettiğine göre demek ki var bir şeyler. (Sesini değiştirerek) Boş değiliz yani… Gülmeler… Hâlâ Arka Sıradakiler dizimiz devam ediyor. Özellikle Türkiye’nin yakın tarihine kafayı taktım, bu yolda birtakım eserler üretmeye devam edeceğim. Film gibi filmler de yapacağız tabii.
Canan Hoşgör: Hamdi’nin kamera arkasına geçeceğini zaten biliyordum. Üniversitede beraber tiyatro yaptığımız dönemde zaten o yönetmenimizdi. Onun bir reji başarısı olduğunu biliyordum. Çok da destekliyorum. Oyunculuğum devam edecek diyor ama sanki yazarlık ve yönetmenlik tarafı daha ağırlıklı olacak.
Haneler, Yasemince, Olacak O Kadar gibi vur-kaç mantığında skeçlerden oluşan formatlar eskisi gibi canlandı, günümüz sabırsız insanının tercihi mi, kafa yormak istemiyorlar mı?
İnsanlar gülmeyi çok seviyor. Televizyon bir kısır döngü aslında. Hep aynı şeyler yapılır zaman içinde. Anlık güldürüler yapılıyor tam da dediğiniz gibi hemen tüketmeye yönelik. Hemen izle, tüket. İnsanlar ayağını uzatıp televizyonun karşısında gülmeyi istiyor. Çünkü gülmeye ihtiyacımız var. Bir de birileri başarılı işler yapınca hemen aynısını yapmak istiyorlar.
Turgut Özakman’ın senaryosunu yazdığı, Hamdi Alkan’ın yönetmenliğini yaptığı ‘Dersimiz Atatürk’ filmi bu hafta vizyona girdi. Alkan filmi için “Çocuklar ve gençler Atatürk’ü doğru düzgün öğrensin diye yaptık” diyor.
‘Mustafa’ ve ‘Veda’dan sonra yeni bir Atatürk filmi daha çeşitli tartışmalar eşliğinde bu hafta vizyona girdi. Senaryosunu Turgut Özakman’ın yazdığı ‘Dersimiz Atatürk’ün yönetmenliğini Hamdi Alkan üstleniyor. İlk kez ‘Bayrampaşa: Ben Fazla Kalmayacağım’ filmiyle yönetmenlik yapan Alkan bu filmle ikinci kez yönetmen koltuğuna oturuyor. Ayrıca küçük kızı Zeynep ve eşi Canan Hoşgör de ‘Dersimiz Atatürk’te oynuyor. Hamdi Alkan’ın ‘Sinema lezzeti de alacağınız bir belgesel niteliği taşıyor’ dediği ‘Dersimiz Atatürk’ vesilesiyle Alkan ailesiyle buluştuk ve haliyle Atatürk’ü konuştuk. Hamdi Alkan, “Atatürk’ün ülkesi için verdiği mücadeleyi anlatmamız çok önemli. Bu film samimi, sıcak ve en önemlisi doğru bilgiler verecek” diyor. Alkan ayrıca filmi izleyecek olanlara ‘yaşadığınız ülkenin kıymetini bilin, gururlanın, sahip çıkın ve kendinize gelin!’ mesajını vermeyi de ihmal etmiyor.
Diğer Atatürk filmlerinden farkı ne olacak?
Birincisi senaryonun Turgut Özakman’a ait olması, ikincisi en doğru şekilde anlatılması üçüncüsü ise büyük bir sevgiyle yapılması. Atatürk’ün nasıl bir kahraman ve nasıl bir önder olduğunu göreceksiniz. Üstelik bu belgelere dayanarak yapılmış bir film. Bütün bu mücadeleyi aslında ülke çocuklarının onuru için verdiğini görmemiz ve anlatmamız çok önemli. Çünkü bizim bunları anlatmaya sadece şu günlerde değil, uzun zamandır ihtiyacımız var. Turgut Hoca’ya bu açılıma ihtiyacımız var, değil mi diye sorduğumda “Bu Atatürk açılımının başlangıcıdır” demişti. Çocuklara ‘23 Nisan’ın neden bayram olduğunu, ulu önderimiz niçin çocuklara ve gençlere bu kadar önem veriyor’u algılatmamız gerekiyor. ‘Dersimiz Atatürk’ bu işin başlangıcıdır. Hakikaten filmin yapımcısı Birol Güven’in de söylediği gibi; ‘eğitimle sinemanın birleştiği ilginç bir film bu’. Sinema lezzeti de aldığınız bir belgesel. Samimi, sıcak ve en önemlisi doğru bilgiler öğrenilecek. Ata’nın doğaya, öğretmene, çocuğa, insana, silah arkadaşlarına verdiği değeri ve mücadeleyi çok net ve çok yalın bir biçimde görebileceğiniz bir film.
Filmin adından yola çıkarsak hâlâ bu dersi öğrenemedik mi? Atatürk’ü yeterince tanıyamadık mı?
Kendi adıma Ata’yı yeterince iyi tanıdığımı düşünmüyorum. Her gün okuyorum, araştırıyorum. Arka Sıradakiler dizisini 3 senedir çekiyorum ve hep sokaklardayım. Gördüğüm kadarıyla hâlâ bu işin bilinci oturmamış. Atatürk bize Allah’ın bir lütfudur, bunu bilmek ve bu bilinçle yaşamak gerekiyor. Burada bir şovenizm yapmıyorum. Gerçekten işin içine girdiğinizde ve bir ‘Türk mucizesinin’ nasıl yaratıldığını gördüğünüzde büyük önder çıkıyor tarih sahnesine. Bunun bilinmesini istiyorum. Maalesef okullarda, kitaplarda öğretiliyor ama biliyorsunuz ki hep sınavlarda iyi not almak için ezberlerdik. Artık bunu biraz daha derinlemesine öğretmek ama en önemlisi yüreklere bir çentik atmak gerekiyor. Bu filmle yüreklere çentik atmak istiyoruz.
Turgut Özakman’la nasıl bir araya geldiniz?
Serkan Balbal’la Çanakkale projesi üzerine çalışıyorduk. O da Turgut Bey’le yaptığı çalışmasından söz etti. Turgut Hoca’yla konuştuğumuzda ‘neden Atatürk filmi yapmıyoruz’ kaygısına düştük. Özellikle çocukları ve gençleri hedefleyelim, ailece gelinsin ve doğru bir şekilde Atatürk öğrenilsin dedik. Bazen tartışarak bazen kavga ederek çoğunlukla da konuşarak 1.5 yıllık bir süreç geçirdik.
ATATÜRK ADAM GİBİ ADAM…
Atatürk ile ilgili bu kadar çok film çekilmesinin nedeni nedir?
Geçen yıl 10 Kasım’da vizyon tarihimizi ilan etmiştik. O zaman ‘Veda’ filmi yoktu. Bu iki filmin üst üste gelmesi bir talihsizlik ama biz bunu çok önce ilan ettiğimizde o film gündemde bile değildi. Bir buçuk ay içinde hemen hazırlandı ve neredeyse aynı ayda vizyona girdi. Yemin ediyorum filmi çekip bitirdiğimizde böyle bir film olacağını bilseydik girmezdik. Bu özel bir durum ve Atatürk üzerinde hassasiyetle düşünülmesi gereken bir konudur. Vizyon tarihimizi ilân ettikten sonra da geri dönüş olmazdı. Zaten çok ayrı filmler.
‘Mustafa’ ve ‘Veda’ filmlerine birtakım eleştiriler yapılmıştı, sizin bu eleştirilere ekleyeceğiniz şeyler var mı?
Can Dündar’ın yaptığı ‘Mustafa’ filmi çok tartışılmıştı ama bizimki biraz daha farklı. Dersimiz Atatürk ‘çoğu belgeselde göremediğimiz’ bir sevgi barındırıyor. Filmimizde Atatürk’ü Atatürk yapan özellikleri göreceksiniz ve izleyiciler yaşadıkları cumhuriyetiyle, coğrafyasıyla ve öğretmenleriyle gururlanacak. En azından bunu hissedecekler. İyi bir şey yapmaya çalıştık, böyle olunca da bu iyilik insanların yüreğine değer.
Günümüzde Atatürk algısı ne hale geldi sizce?
Her gün kullandığımız paranın üzerinde onu görüyoruz ama o bizim için artık o bir para. Sanki biraz unutuyoruz gibi geliyor bana. Siyasi, ekonomik ne büyük çalkantılar yaşadık ama hâlâ ayakta kalıyoruz. Dimdik ayakta duruyorsak demek ki bu işin temelinde sağlam bir şeyler var. Atatürk’ü sadece bayramlarda değil, her gün hatırlamak gerekiyor. Bir takvimde ‘bir gün değil, her gün Atatürk’ yazan çok sevdiğim bir söz vardı. İşte bu bilinçle yaşamak lâzım. Bunu sadece filmlerde değil, şarkılarda da canlandırmak lâzım. Sevgili Aydın Sarman biri marş biri de Ata’nın vefatıyla bir şarkı yaptı filmimiz için. Bunlar bile çok önemli.
Kimileri Atatürk’ü putlaştırıyor kimileri yerden yere vurup dinsizdi diyor, sizin Atatürk’ünüz nasıl biri?
Benim Atatürk’üm diye bir şey yok. Turgut Özakman 60 yıl boyunca zaten araştırmış, filmimizde de Atatürk gerçekten adam gibi adam. Budur. İnsanlar tarihi iyice okudukları zaman saçmaladıklarını anlarlar.
Canan Hoşgör: Doğru okuyup bilimsel olarak incelerseniz zaten Atatürk’ü sevmemek mümkün değil. Onu bilimsel anlamda anlayabilmek ve somut biçimde tahlil edebilmek sizi mutlaka onu sevmeye götürecek bir yol olur. Böyle bir dehayı sevmemek mümkün değil.
ATATÜRK HER GÜN YAŞANIR
Sizin filminizde de Atatürk’ü içki içerken görecek miyiz?
Çocuklar Atatürk içer miydi diye sorunca evet, içerdi çocuğum diye cevap veriyor tarihçi dede. İçerdi tabii ki. Filmde de zaten gayet güzel ‘nasıl içerdi, ne için içerdi, ne şekilde içerdi’yi gösteriyoruz, anlatıyoruz. İçki sofrasının bile bir düşünce sofrası olduğunu anlatıyoruz. Böyle şeylere kafayı çok takıyoruz. Yok içerdi, yok diktatördü… Ama bunları geçsin insanlar.
‘Eşrefpaşalılar’ filminin galasına Başbakan da katılmıştı, siz de filminize davet edecek misiniz, sizce gelir mi?
Sayın Emine Erdoğan’ın özel kalemine not bıraktım hatta dileğimi de ilettim kendilerini davet etmek için. Henüz oradan bir dönüş olmadı. Sanırım Ermeni tasarısı ile ilgili bir yoğunluk var. Milli Eğitim Bakanımızı da davet ettik. Sağ olsun onlar da ilgi gösterdiler. Daha önceki filmime Emine Hanım katılmıştı hatta doğum gününü kutlamıştık. Atatürk hepimizin Atatürk’ü. Ulu önderimiz bu ülkedeki herkesin başındaki kişidir, liderdir. Sonsuzdur o ve her gün yaşanır.
‘Atatürk sonsuzdur’ cümlenizle ‘Allah birdir ondan başka tanrı yoktur’ gibi siz de putlaştırmıyor musunuz?
Hayır, putlaştırma değil bu söylediğim. Bizim böyle putlaştırmak gibi bir derdimiz yok. O bizim önderimiz. Biz bir hayatta soluk alıyoruz, ben sadece tarihe bakıyorum. Bu adam manyak mıydı? Deli miydi? Almış madalyalarını zaten padişahın yaveri… Ama Samsun’a çıkar çıkmaz bir şeylere tahammül edemiyor. Bakın bu çok önemli bir şey. Bu adam vatanını, milletini seviyor. Yoksa İstanbul’a döner, padişahın kızlarından birini alırdı. Biz de artık kimin mandası olurduk bilmem.
Canan Hoşgör: Türkiye’yi kurtardıktan sonra kendisini padişah ilan ettirebilirdi. Padişahın yapamadığını o yapmıştı. Ama bunu seçmedi. Kendini ülkesine adadı. Belki putlaştırmamak lâzım ama onun bir deha olduğunu da unutmamak gerek.
Canan Hanım siz hangi rolü oynuyorsunuz?
İlkokulda okuyan bir öğrenciye Atatürk sunumu görevi veriliyor. O da arkadaşlarıyla bir araya gelip tarihçi dedesinden Atatürk’ü anlatmasını istiyor. Hikayemiz böyle başlıyor ve tarihçi dedemiz anlattıkça biz Atatürk’ün hayatından kesitleri görmeye başlıyoruz. Ben de Atatürk’ün hayatıyla ilgili ödev verilen çocuğun annesini oynuyorum.
Senin ilk oyunculuğun mu, devam etmeyi istiyor musun?
İlk değil. Daha önce babamın çektiği filmde çok küçük bir rolde oynadım. En İyi Arkadaşım ve Arka Sıradakiler dizisinde de oynadım. Ben hem oyuncu hem de müzisyen olmak istiyorum. Annem ve babam gibi sanatçı olmak istiyorum.
Film için ne söylemek istersin?
Atatürk hakkında biz çocuklara çok güzel mesajlar veriyor. Geleceğin gençleri olan çocuklar bu filmden çok şey öğrenecekler. Bu film bize Atatürk’ü bir daha hatırlatacak.
EVİ YÖNETEN KADINDIR!
Peki, evde yönetmen kim? (der demez baba-kız aynı anda anneyi işaret ediyor)
Canan Hoşgör: Her evdeki gibi evi yöneten kadındır. Evle ve aileyle ilgili nihai kararlar daha çok kadınlardan çıkıyor. Ben biraz daha disiplinliyim. Babalar daha çok dışarıda olduğu için fazla esnek oluyor.
Hamdi Bey, eski film afişleri de biriktirirmişsiniz…
Oo, çok şey biriktiririm.
Başka ne var? (Bu kez anne kız bir ağızdan)
Ne yok ki! Kahkahalar…
Hamdi Bey dışarı çıkınca atın onları…
Kısıtlamayı sevmiyorum. Bu konuda bir yaptırım uygulamıyorum açıkçası. Bazen rahatsız oluyorum ve herkes gibi daha ferah bir ev ben de istiyorum. Ama o da böyle mutlu. Ev yüzlerce tablo, kitap, afişler, kartpostallar, eski kartvizitlerle dolu…
İNSANLAR GÜLMEK İSTİYOR
Artık oyunculuk bitti mi, sizi hep yönetmen koltuğunda mı göreceğiz?
Yönetmenliği çok seviyorum ama oyunculuk benim için hiçbir zaman bitmez. Şu anda başarılı olduğuma inandığım işler yapıyorum. Seyircim de bunu takdir ettiğine göre demek ki var bir şeyler. (Sesini değiştirerek) Boş değiliz yani… Gülmeler… Hâlâ Arka Sıradakiler dizimiz devam ediyor. Özellikle Türkiye’nin yakın tarihine kafayı taktım, bu yolda birtakım eserler üretmeye devam edeceğim. Film gibi filmler de yapacağız tabii.
Canan Hoşgör: Hamdi’nin kamera arkasına geçeceğini zaten biliyordum. Üniversitede beraber tiyatro yaptığımız dönemde zaten o yönetmenimizdi. Onun bir reji başarısı olduğunu biliyordum. Çok da destekliyorum. Oyunculuğum devam edecek diyor ama sanki yazarlık ve yönetmenlik tarafı daha ağırlıklı olacak.
Haneler, Yasemince, Olacak O Kadar gibi vur-kaç mantığında skeçlerden oluşan formatlar eskisi gibi canlandı, günümüz sabırsız insanının tercihi mi, kafa yormak istemiyorlar mı?
İnsanlar gülmeyi çok seviyor. Televizyon bir kısır döngü aslında. Hep aynı şeyler yapılır zaman içinde. Anlık güldürüler yapılıyor tam da dediğiniz gibi hemen tüketmeye yönelik. Hemen izle, tüket. İnsanlar ayağını uzatıp televizyonun karşısında gülmeyi istiyor. Çünkü gülmeye ihtiyacımız var. Bir de birileri başarılı işler yapınca hemen aynısını yapmak istiyorlar.
Etiketler:
atatürk,
candündar,
dersimiz atatürk,
hamdi alkan,
turgut özakman,
veda filmi
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)