80’li yılların ilk ve tek Türk bilimkurgu dizisinin kahramanı ‘Uzaylı Zekiye’yi canlandıran Seden Kızıltunç, ‘Duyarlarsa Oyarlar’ isimli politik komedi oyunuyla yeniden tiyatro sahnesinde. Televizyonun siyah beyaz olduğu dönemlerde oynadığı dizilerle özellikle de ‘Uzaylı Zekiye’ karakteriyle yakından tanıdığımız ve hiç unutmadığımız Seden Kızıltunç ‘Duyarlarsa Oyarlar’ adlı tiyatro oyununda politik komedi türüyle gündemi mizahi bir dille eleştiriyor. Oyun 30-31 Ocak ve 8-28 Şubat tarihlerinde Caddebostan Kültür Merkezi’nde sahnelenecek. “Hayata seyirci kalmayın, kendinizi sevin ve yaşamak güzeldir” diyen Seden Kızıltunç ile sanatçı kimliği ve yaşama dair konular üzerine konuştuk.
Uzun süredir yoktunuz ve bir tiyatro oyunuyla döndünüz. Yeni oyununuzu anlatır mısınız?
‘Duyarlarsa Oyarlar’ politik bir ortaoyunu. Çok sivri olmayan mizah diliyle günlük olayları dilimizin döndüğü kadar güldürerek anlatmaya çabalıyoruz. Seyirci de memnun, hem eğleniyor hem de olayların ağırlığını bir kere daha hissediyor.
Seden Kızıltunç denince ilk akla gelen Uzaylı Zekiye karakteri. Bugünden bakınca Uzaylı Zekiye karakteri ve diziyi nasıl yorumluyorsunuz?
Teknik açıdan çok yokluklar içinde çalıştık. O zamanlar bir düğmeye basarak bir adamı yok etmek ya da uçurmak mümkün değildi. Oldukça eziyetli bir işti. Yoktan var etme ya da uçtum, kaçtım trüklerini yapmakta zorlanırdık. Konu o gün için çok ilginçti tabii. Hareket noktam beynin çalışması üzerineydi. Süper çalışan bir beyinle, hiç çalışmayan bir beyin arasında kalmış bir kızdı Zekiye. Güneşteki patlamalardan etkilendiği için kendi iradesi dışında beyin aniden çalışıyor aniden duruyordu bu da tabii güldürü getiriyordu. Toplumumuzun teknolojiye bakışı çok ilginç, teknolojiyi mizahi bir dille tanımlıyor. Zaman Mekân Makinesini yazdığım dönemlerde de hep bunları işlemiştim.
Senaryo yazarlığınız da var yani…
Ben mecburiyet yazarıydım. O yıllarda televizyonlara yazan olmuyordu. Denetim vardı, para sonradan ödeniyordu. Tiyatrocu olarak birkaç kişi mecburiyet yazarı olduk, kendi oynadığımız oyunları yazdık. Sonra “bunları yaz da, yazar parası verelim” dediler. Böylece işin yazanı da olduk. Şahsen bir Fransız ya da İngiliz’in yazdığı vodvili oynamaktansa kendi vodvillerimizi oynamayı tercih ediyorum.
Tiyatro sanatı hep eleştirel mi olmalı?
Tiyatronun kendisi eleştiri zaten. Tiyatro ayna gibidir. Nasıl ki ayna bize, ‘saçın dağılmış, gömleğinin yakası kalkmış, kendine çeki düzen’ ver diyorsa tiyatro da topluma ayna tutar.
Yıllardır tiyatro sanatıyla iç içesiniz. Bu sanat size neler kattı yaşamla aranızı açtı mı, yoksa tam tersi yaşama bağlı mı kıldı?Bütün insanlar aslında bir oyunun içinde. Bizim farkımız, bu oyunu çıkıp bir de sahnede oynamak. Tiyatro mutlak bir şeyler katıyor. Tiyatrodan ne kazandınız diye sorarsanız, kesinlikle manevi şeyler diyebilirim. Biz tiyatrocular, ‘acıktığımız kadar kazanır, doyduğumuz kadar yeriz’.
Televizyon sizin bıraktığınız günlerden bu yana çok değişti, televizyon için yeni bir projeniz var mı?
Farklı projelerim var aslında… Ancak şimdi sistem çok değişik. Dosyayı koltuğunuzun altına alıp “buyurun, siz bunu okuyun” deyip eve döndüğünüzde aynı gece sizin projenizden üç tanesini seyredersiniz çünkü telif hakkı yok. Bu yüzden kimseye bir projenizi anlatamazsınız. İstek ve ciddiyet olursa, neden olmasın?
Değerinizin bilindiğini düşünüyor musunuz?
Benden faydalanmıyorlar diyebilirim. Kıymeti mi bilip bilmediklerini bilmiyorum. Hiç ummadığınız biri, meselâ benzin istasyonundaki bir pompacının kıymetimi ne kadar iyi bildiğini görebiliyorum. Beklemediğiniz insanlardan değerinizin anlaşıldığını görüyorsunuz. Fırsatçıların, yeteneksiz hırslıların olduğu bir toplumda yaşıyoruz ne yazık ki. Aslında bilgi ve birikimlerimi paylaşmak isterim.
Geçmişe baktığınızda içinizde ukde kalan bir şeyler var mı?
Eksik kalan bir şeyler yok. Çevremdekiler “daha çok oynamalıydın, daha çok şey yapsaydın” dese de birilerinin önünü kesmek ya da herkes beni tanısın gibi bir huyum yok. Benim bilgi birikimime sahip olan herhangi biri kendini dünya çapında yapardı ama ben o türden değilim. Yeteneklerimi paraya dönüştürmeyi de bilemem. Benim bütün cambazlığım sahne üzerinde.
Peki, sahne üzerinde başarılı olduğunuz kadar gerçek hayatta da başarılı mısınız yani hayat bilgisi dersinden geçtiniz mi?Geçtim çünkü hayatımı yedi yaşından beri planladığım gibi sürdürüyorum. Benim için yaşam çok para sahibi olmak değil. Ailemden kalanlar ve kendi maddi kazanımlarımla mutlu bir şekilde yaşıyorum ama birkaç trilyonunuz var mı derseniz; yok! Başarı birkaç trilyon sahibi olmaksa ben başarısızım.
HİÇ PİŞMAN OLMADIM
Zeki-Metin, Ateş Böcekleri ve Levent Kırca’nın olduğu dönemlerde siz de komedi dünyasının adı sayılır kadın oyuncularındandınız. Bunun için ne söylemek istersiniz?
O zamanlar fırsat verilmemiş çok yetenekli kadın oyuncularımız vardı. Erkek ağırlıklı bir toplumuz ve kadınlara fırsat tanınmıyor ama ben kendi isteklerini yapabilen özgür biri olarak görüyorum kendimi. Gidip de birilerine ağlamayı sevmiyorum. Aile, çoluk çocuk gibi bir yapılanma içinde olsaydım belki ben de ağlardım.
Evlilik ve çocuk hayalleriniz yoktu yani…
Aile kurma amaçlı olmayan çok evlilik yaptım. Çünkü evlendikten sonra çocuk sahibi olunursa, kesinlikle boşanmayı kabul etmem! Çocuk sahibi olmak büyük sorumluluk. Hamile kalmayı düşündüğümde ilişkinin gidişatına bakıp, bu adamla bir ömür boyu yaşayabilir miyim sorusuna verdiğim cevap ‘hayır’ olunca, istemedim. Çocuk olmadan da ilişki güzel bir şekilde yaşanır, toplum nikâh da istiyorsa hayhay o da yapılır. Sevgi biterse de ‘hadi bana eyvallah’ denir. Çocuk sahibi olmadığım için de hiç pişman olmadım.
Kadınları bilinçlendirmeye yönelik televizyon programlar yapmayı düşündünüz mü?
O da ayrı acıklı bir konu. Bugünlerde herkes ekranlarda yemek yapıyor. Nedir bu? Evet, bu ülkede çok aç insan var; onun için mi acaba? Ben televizyona çıkıp da yemek yapmayacağım meselâ.
Özlediğiniz değerler var mı?
Hayatımda geçmişe bakmak diye bir şey yoktur. Meselâ anı, fotoğraf, resim öyle şeyleri bilmem ben. Benim için önemli olan yaşadığım bu andır. İleride daha çok merak ettiğimiz şeyler var. Geçmiş bitti.
Hayatın anlamına dair ne söylemek isterseniz ya da sizin bakış açınız nedir?
Ben evrensel biriyim, düşünce biçimim farklı. Allah’ın kulu dediğimiz tüm varlıklar yani hepimiz; canız, kardeşiz, biriz. Dünya görüşüm, insan ve sevgiden ibaret. Negatif duygulardan arınmak ve can olmak, ölümden de korkmam.
Reenkarnasyona inanıyor musunuz?
Bir kerelik yaşam olmaz, öbür türlüsü zaten adaletli olmaz ki.
29 Aralık 2008 Pazartesi
14 Aralık 2008 Pazar
UĞUR YÜCEL
Uğur Yücel’in oyunculuğunu ve yönetmenliğini yaptığı son filmi ‘Hayatımın Kadınısın’ çoğumuzun olduğu gibi benim de dilimden düşmeyen ‘ah nerede o eski günler, nerede eski aşklar, adam gibi adamlar nereye kayboldu’ sorularının cevabını buldurmuştu. Bu hikayede eskiye duyulan özlem, artık çoktan unutulmuş duyguların yoğunluğu, filmi karnınızın tam orta yerinde bir sızıyla izlemenize neden oluyordu. Usta oyuncu bu filmdeki Tophaneli Tayfur karakteriyle de yine yeniden büyük bir hayranlıkla izlettirmişti kendini. Tayfur’un delikanlı, bağrı yanık hali ve “Ağır yaralı gezdim bu memlekette” sözüyle eminim benim gibi bir çok kadını bu film karakterine aşık etmiştir…
Uğur Yücel’in başarısı sadece sinema oyunculuğunda değil elbette, ‘Alacakaranlık’ dizisinde Urfalı Komiser Tahir, ‘Hırsız-Polis’te ‘mevsimsiz adam’ diye tanımladığı Karadenizli Aksak Nadir’le de gönülleri fethetmişti. Uğur Yücel bu kez ‘Canım Ailem’ adlı dizide Samim karakteriyle de eminim birçoğumuzun gönlünü çelecek. Uğur Yücel’in deyimiyle Samim karakteri, yufka yürekli, uçarı, gezgin, sorumsuz ve komik biri… Sahici rollerin adamı Uğur Yücel, bu gezgin ruhlu Samim karakteriyle bakalım iç dünyamızın hangi saklı yönünü ortaya çıkarıp puslu ruhlarımızı aydınlatacak...
Canım Ailem’ adlı dizide Uğur Yücel bu kez nasıl bir karakterle gönüllere taht kuracak?
Taht kuracak mı bilemem? Ama uçarı, gezgin, sorumsuz, yufka yürekli, komik biri olacak Samim karakteri. İlk gençliği Adana’da geçmiş sonra da basıp uzaklara gitmiş. Yıllarca gemilerde garsonluk yapmış. Samim, yılın 8 ayını çalışıp 4 ayını Marmaris’ de tatil yaparak geçiriyor, nerede akşam orada sabah bir hayatı yaşıyor anlayacağınız. İyi ya! Eğlenceli bir adam, değil mi?
Biz bu karakterin neyini seveceğiz ya da neyini sevmeyeceğiz?
Bilemiyorum! Sempatik bir adam. Bir yandan bir sürü fırıldak çeviriyor, ama şeytan tüyü var. İnsanlar seviverecek Samim’i.
Dizinin fragmanında gördüğümüz kadarıyla Samim karakteri şimdilerde balıkçılık yapıyor, öncesinde Samim’in ‘uzak denizlerin adamı’ olma halinin denizle, uzaklıkla ya da farklı ülkelerinin limanlarıyla ilişkisi nedir? Bir tür kendinden kaçış söz konusu mu?
TV’ de izlediğiniz teaserlar diziyle organik ama hayal ürünü. Yani ileride balıkçılık da yapabilir. Ekranda gördüğünüz o teaserlar (tanıtım bölümü) sadece karakter özellikleri üzerineydi. Ama öyle bir felsefe adamı değil bu Samim. Büyük gezi gemilerinde çalışıp çeşitli insanlarla gününü gün ediyor. Daha çok hayatla eğleniyor.
Dizinin fragmanında en küçük yeğen çekip gidecek dayıya ‘gitme’ dediğinde dayı ne hissediyor? Geleceğim mi diyecek yoksa gitmeyeceğim mi?
Samim aslında hep gitme isteğinde ama yufka yürekli biri. Tabi ki gidemeyeceğini düşünüyor. Samim bu süreçte ilk kez kendiyle karşılaşıyor aslında. Bir yandan kendinden de kaçmış. Yani hayatın gerçeğinden kaçmış. Bu da onu çaresiz kılıyor gerçek karşısında.
Canım Ailem’ adlı dizi bir yanıyla ‘kaybedenlerin’ öyküsünü de içinde barındırıyor diyebilir miyiz?
Kaybedenler olarak adlandırılmalı mı bu karakterler bilmiyorum. Sanırım büyük bir aile olacaklar ve öyle içinden çıkılmaz sorunları da olmayacaktır. Sonuçta bu duygusal komedi türünün özelliklerini taşıyacak bir dizi olacak.
Benim tanıdığım birçok dayıda bir ‘arıza olma’ durumu söz konusu. Kimi çok içer kimi hovardadır kimi de meteliksizdir ama hep büyük adam olma hayalindedir… Bir yanıyla kaba-dayılık söz konusudur, biz sizi nasıl bir dayı olarak göreceğiz?
Bizim ki aile dayısı olacak. Öyle ‘Kabadayılığı’ yok. Damarına bastılar mı delikanlı oluyor ama tüymeyi de gayet iyi biliyor.
Bu gezgin, serseri ruhlu dayının gizli kalmış yüzünde hüzne hiç yer yok mu? Sanki Alacakaranlık misali, bir yanı gün bir yanı karanlıkta kalmış gibi…
İnsan çok boyutlu katmanlı bir yaratık. Derinleştirdikçe kararıyor ve sonuç olarak trajik boyut ortaya çıkıyor. Ancak bu gibi dizilerde kahraman yüksek bir binadan düşünce parçalanıp yok olmaz. Daha doğrusu kahramanın parçalanıp dağılacak içsel sorunları olmayacaktır. Sorunlar hafif ve gündelik boyuttadır ve tebessüm azalmaz hikayelerde.
Sizin hayatla başa çıkamadığınız zamanlar olur mu? Çıkışı nasıl bulursunuz?
Olmaz olur mu? Bu güne kadar çok oldu ve bundan sonrası için hiç karşılaşmak istemediğim zamanlardır. Yaş aldıkça zorlaşır hayatla uğraşmak. Benim için çıkışı bulmanın tek yolu içimdeki her zamanki yaratma gücü oldu. Yarattım ve karşılık gördüm. Sahneye çıktım. Seyirci buldum. Seyircinin tutkusu insanı yüceltiyor ve dinamik tutuyor. Bunun yaşamımın son anına kadar süreceğini biliyorum. Çıkışı bulmama sebep olan bir başka bir faktör de oğlum oldu. Onun için bir şeyler yapmak ve onu mutlu etmek yegane amacım oldu.
Hangi yöne gideceğinizi bilemediğiniz ve yolunuzu kaybetmiş gibi hissettiğiniz olur mu?
Elbette oldu, ama bu daha gideceğim yolun çok seçenekli olmasıyla ilişkilidir. Çaresiz kaldığım zamanlar oldu, ama hep bir el uzandı. Ya kendi elim ya da bir dost eli.
‘Hiçbir şey eskisi gibi -değil-olmayacak’ sözü sizin için ne ifade eder?
Her şey değişiyor ve değişim iyidir.
Sezen Aksu’nun Eskidendi şarkı sözünde olduğu gibi; Hani herkes arkadaş-Hani oyunlar sürerken-Kimse bize ihanet etmemiş-Biz kimseyi aldatmamışken-Eskidendi, çok eskiden… durumunun burnumuzda tütme haline ne demeli?
Burnumuzda tütenler artık bugünlerde çok romantik kaldı. Sahiden eski dünyaları yitirmek üzüntü veriyor insana. Komodinin üzerinde kalmış eski bir parfüm şişesi annemi, babamın çakısı ise rakılı yarı efkarlı zamanları hatırlatır bana. Eskiye iç çeken son kuşak biz olmayacağız. Bugün de eskiyecek nasıl olsa.
Niye eskiyi, eski duyguları bu kadar unuttuk?
Eskinin hayata vakti varmış galiba. Eskiler hiç ölmeyecekmiş gibi hep güzelin peşine düşmüşler. Şimdilerde ise para peşinde koşarken hızla toprağa karışıyor insanlar. Yaşanan zaman değersiz kaydediliyor. ‘Artık bu solan bahçede bülbüllere yer yok, duygulara yer yok’.
Mesela Hayatımın Kadınısın filminde oynadığınız ‘Tayfur’ karakteri gibi sevdiği kadını yanında, yamacında, göğsünün sol yanında taşıyan, belki incitirim duygusuyla sevdiği kadına sıkıca sarılamayan adamlar da yok. Sahi nereye gittiler dersiniz?
Bu adamlar filmlere, romanlara, şiirlere gittiler. Babalarımızın gençliğinde aşk acısı ince hastalığa sebep olurmuş. Anneme aşık olan uzak akraba bir çocuk, annem aşkına karşılık vermediği için veremden ölmüş. Bu annemin vicdan azabıydı ama babamı sevmiş, ne yapsın kadın?
“Ağır yaralı gezdim bu memlekette” diyen Tophaneli Tayfur gibi siz de Kara Sevdaya düştünüz mü hiç?
Çocukken karasevdaya düştüm. İlk gençliğimde de. Sonrası beni yormadı.
Hayatla ne kadar maytap geçersiniz?
Gençken matrak bir adamdım. Ama şimdilerde de yeniden buldum kafamdaki yırtığı. Geç geldi ama iyi oldu...
Son yıllarda dizi-film sektöründe çalışmak isteyen gençlerin sayısı her geçen gün artıyor. Ancak Sinema-TV bölümlerinden mezun olsalar bile bir anda yardımcı yönetmen, sanat yönetmeni ya da reji asistanı olarak iş bulamıyorlar. Okullarda verilen eğitim maalesef pratikten çok kuramsal. Kalabalık sınıflarda eğitim gören öğrencilere bir ya da iki kamera düşüyor ve imkanlar oldukça sınırlı. Siz gençlere 4 yıllık eğitim almalarını mı yoksa bir an önce işin mutfağından başlamalarını mı önerirsiniz?
Geçtiğimiz günlerde öğrencilerden biri arkadaşının uzun metraj DVD’ sini verdi bana. Muazzam bir film başladı. Sonra dağıldı gitti. Ama burada çok önemli bir detay vardı. Neredeyse sıfır bütçeyle bir film yapılmıştı ve anlatım vardı. Gençler için günümüzde senaryo oluşturup bir film çekmek artık kolay. Bir el kamerasıyla da sinema yapma şansları var. O zaman dert ne? Gerçekten ne yapmak istediğini bilen genç sayısı az. Herkes arıyor. Bütün gençlere kendilerini acımasızca masaya yatırıp derin kazı yapmaları üzerine bir yolculuk öneriyorum. Kim olduklarını ve ne yapmak istediklerini aramanın yolculuğu.
Bu işe gönül vermiş gençler piyasaya girebilmek için nasıl bir yol izlemeli?
Tüm dünyada eğlence ve sanat dünyasında bir şans beklerler. Beklerken yeterli donanımda ve diğerlerinden farklıysan gelip seni bulurlar. Ben, kıyıda köşede kalmış büyük değerlere pek rastlamadım açıkçası. Ya kendileri çıkıyorlar ya da birileri onları bulup çıkarıyor. Mail yoluyla ya da bir şekilde yoluma çıkarak benimle çalışmak isteyenler çok oldu örneğin. Ama mesela ben karşıma çıkanlarla değil de benim bulduklarımla daha çok ilgileniyorum.
Film ekibinizi kurarken öncelikleriniz ne olur?
Birlikte bir otobüse binip uzun yol yapacağım, birlikte yiyip içeceğim, hem mesleki açıdan hem de insan olarak kişilikli, işine sevdalı insanları tercih edip bulurum. Aynı nefeste olmak çok önemli. Çünkü sinema heyecan ve arzuyla yapılır.
Alınan dört yıllık eğitim biraz da vakit kaybı gibi geliyor bana, tabi ki eğitimin kötü olmaz ama daha kısa süreli eğitimler mi tercih etmeli acaba?
Ya aslında bu eğitim meselesi benim üzerinde çok da söz söyleyebileceğim bir alan değil galiba. Yalnız şöyle bir görünüm var ki kısa zamanlı eğitim alanlar daha çok hevesleriyle beraber gidiyorlar. Ama üniversitelerde bölümü bitirmenin okul bitirmekten ibaret olduğu gerçeği daha somut. Birçok öğrenci sinema yapıp yapmayacağını dahi bilmiyor.
İşi mutfağında öğrenmek ve usta-çırak ilişkisi üzerine ne söylersiniz?
Kuramsal eğitim sanatı kavrama ve yeni sanatlar üretme bilincini veriyor insana ama esas yoksunluk ya da zenginlik yetenekle açıklanır. “Vermeyince mabut neylesin Mahmut.” İstediği kadar okusun etsin adamın ama önce işine bakıyorsun. Yetenek usta çırak ilişkisiyle pişer ama her daim kitabı koltuk altında taşımalı. Kitap yeteneğin ufkunu açar ve derinlik kazandır.
Uğur Yücel’in başarısı sadece sinema oyunculuğunda değil elbette, ‘Alacakaranlık’ dizisinde Urfalı Komiser Tahir, ‘Hırsız-Polis’te ‘mevsimsiz adam’ diye tanımladığı Karadenizli Aksak Nadir’le de gönülleri fethetmişti. Uğur Yücel bu kez ‘Canım Ailem’ adlı dizide Samim karakteriyle de eminim birçoğumuzun gönlünü çelecek. Uğur Yücel’in deyimiyle Samim karakteri, yufka yürekli, uçarı, gezgin, sorumsuz ve komik biri… Sahici rollerin adamı Uğur Yücel, bu gezgin ruhlu Samim karakteriyle bakalım iç dünyamızın hangi saklı yönünü ortaya çıkarıp puslu ruhlarımızı aydınlatacak...
Canım Ailem’ adlı dizide Uğur Yücel bu kez nasıl bir karakterle gönüllere taht kuracak?
Taht kuracak mı bilemem? Ama uçarı, gezgin, sorumsuz, yufka yürekli, komik biri olacak Samim karakteri. İlk gençliği Adana’da geçmiş sonra da basıp uzaklara gitmiş. Yıllarca gemilerde garsonluk yapmış. Samim, yılın 8 ayını çalışıp 4 ayını Marmaris’ de tatil yaparak geçiriyor, nerede akşam orada sabah bir hayatı yaşıyor anlayacağınız. İyi ya! Eğlenceli bir adam, değil mi?
Biz bu karakterin neyini seveceğiz ya da neyini sevmeyeceğiz?
Bilemiyorum! Sempatik bir adam. Bir yandan bir sürü fırıldak çeviriyor, ama şeytan tüyü var. İnsanlar seviverecek Samim’i.
Dizinin fragmanında gördüğümüz kadarıyla Samim karakteri şimdilerde balıkçılık yapıyor, öncesinde Samim’in ‘uzak denizlerin adamı’ olma halinin denizle, uzaklıkla ya da farklı ülkelerinin limanlarıyla ilişkisi nedir? Bir tür kendinden kaçış söz konusu mu?
TV’ de izlediğiniz teaserlar diziyle organik ama hayal ürünü. Yani ileride balıkçılık da yapabilir. Ekranda gördüğünüz o teaserlar (tanıtım bölümü) sadece karakter özellikleri üzerineydi. Ama öyle bir felsefe adamı değil bu Samim. Büyük gezi gemilerinde çalışıp çeşitli insanlarla gününü gün ediyor. Daha çok hayatla eğleniyor.
Dizinin fragmanında en küçük yeğen çekip gidecek dayıya ‘gitme’ dediğinde dayı ne hissediyor? Geleceğim mi diyecek yoksa gitmeyeceğim mi?
Samim aslında hep gitme isteğinde ama yufka yürekli biri. Tabi ki gidemeyeceğini düşünüyor. Samim bu süreçte ilk kez kendiyle karşılaşıyor aslında. Bir yandan kendinden de kaçmış. Yani hayatın gerçeğinden kaçmış. Bu da onu çaresiz kılıyor gerçek karşısında.
Canım Ailem’ adlı dizi bir yanıyla ‘kaybedenlerin’ öyküsünü de içinde barındırıyor diyebilir miyiz?
Kaybedenler olarak adlandırılmalı mı bu karakterler bilmiyorum. Sanırım büyük bir aile olacaklar ve öyle içinden çıkılmaz sorunları da olmayacaktır. Sonuçta bu duygusal komedi türünün özelliklerini taşıyacak bir dizi olacak.
Benim tanıdığım birçok dayıda bir ‘arıza olma’ durumu söz konusu. Kimi çok içer kimi hovardadır kimi de meteliksizdir ama hep büyük adam olma hayalindedir… Bir yanıyla kaba-dayılık söz konusudur, biz sizi nasıl bir dayı olarak göreceğiz?
Bizim ki aile dayısı olacak. Öyle ‘Kabadayılığı’ yok. Damarına bastılar mı delikanlı oluyor ama tüymeyi de gayet iyi biliyor.
Bu gezgin, serseri ruhlu dayının gizli kalmış yüzünde hüzne hiç yer yok mu? Sanki Alacakaranlık misali, bir yanı gün bir yanı karanlıkta kalmış gibi…
İnsan çok boyutlu katmanlı bir yaratık. Derinleştirdikçe kararıyor ve sonuç olarak trajik boyut ortaya çıkıyor. Ancak bu gibi dizilerde kahraman yüksek bir binadan düşünce parçalanıp yok olmaz. Daha doğrusu kahramanın parçalanıp dağılacak içsel sorunları olmayacaktır. Sorunlar hafif ve gündelik boyuttadır ve tebessüm azalmaz hikayelerde.
Sizin hayatla başa çıkamadığınız zamanlar olur mu? Çıkışı nasıl bulursunuz?
Olmaz olur mu? Bu güne kadar çok oldu ve bundan sonrası için hiç karşılaşmak istemediğim zamanlardır. Yaş aldıkça zorlaşır hayatla uğraşmak. Benim için çıkışı bulmanın tek yolu içimdeki her zamanki yaratma gücü oldu. Yarattım ve karşılık gördüm. Sahneye çıktım. Seyirci buldum. Seyircinin tutkusu insanı yüceltiyor ve dinamik tutuyor. Bunun yaşamımın son anına kadar süreceğini biliyorum. Çıkışı bulmama sebep olan bir başka bir faktör de oğlum oldu. Onun için bir şeyler yapmak ve onu mutlu etmek yegane amacım oldu.
Hangi yöne gideceğinizi bilemediğiniz ve yolunuzu kaybetmiş gibi hissettiğiniz olur mu?
Elbette oldu, ama bu daha gideceğim yolun çok seçenekli olmasıyla ilişkilidir. Çaresiz kaldığım zamanlar oldu, ama hep bir el uzandı. Ya kendi elim ya da bir dost eli.
‘Hiçbir şey eskisi gibi -değil-olmayacak’ sözü sizin için ne ifade eder?
Her şey değişiyor ve değişim iyidir.
Sezen Aksu’nun Eskidendi şarkı sözünde olduğu gibi; Hani herkes arkadaş-Hani oyunlar sürerken-Kimse bize ihanet etmemiş-Biz kimseyi aldatmamışken-Eskidendi, çok eskiden… durumunun burnumuzda tütme haline ne demeli?
Burnumuzda tütenler artık bugünlerde çok romantik kaldı. Sahiden eski dünyaları yitirmek üzüntü veriyor insana. Komodinin üzerinde kalmış eski bir parfüm şişesi annemi, babamın çakısı ise rakılı yarı efkarlı zamanları hatırlatır bana. Eskiye iç çeken son kuşak biz olmayacağız. Bugün de eskiyecek nasıl olsa.
Niye eskiyi, eski duyguları bu kadar unuttuk?
Eskinin hayata vakti varmış galiba. Eskiler hiç ölmeyecekmiş gibi hep güzelin peşine düşmüşler. Şimdilerde ise para peşinde koşarken hızla toprağa karışıyor insanlar. Yaşanan zaman değersiz kaydediliyor. ‘Artık bu solan bahçede bülbüllere yer yok, duygulara yer yok’.
Mesela Hayatımın Kadınısın filminde oynadığınız ‘Tayfur’ karakteri gibi sevdiği kadını yanında, yamacında, göğsünün sol yanında taşıyan, belki incitirim duygusuyla sevdiği kadına sıkıca sarılamayan adamlar da yok. Sahi nereye gittiler dersiniz?
Bu adamlar filmlere, romanlara, şiirlere gittiler. Babalarımızın gençliğinde aşk acısı ince hastalığa sebep olurmuş. Anneme aşık olan uzak akraba bir çocuk, annem aşkına karşılık vermediği için veremden ölmüş. Bu annemin vicdan azabıydı ama babamı sevmiş, ne yapsın kadın?
“Ağır yaralı gezdim bu memlekette” diyen Tophaneli Tayfur gibi siz de Kara Sevdaya düştünüz mü hiç?
Çocukken karasevdaya düştüm. İlk gençliğimde de. Sonrası beni yormadı.
Hayatla ne kadar maytap geçersiniz?
Gençken matrak bir adamdım. Ama şimdilerde de yeniden buldum kafamdaki yırtığı. Geç geldi ama iyi oldu...
Son yıllarda dizi-film sektöründe çalışmak isteyen gençlerin sayısı her geçen gün artıyor. Ancak Sinema-TV bölümlerinden mezun olsalar bile bir anda yardımcı yönetmen, sanat yönetmeni ya da reji asistanı olarak iş bulamıyorlar. Okullarda verilen eğitim maalesef pratikten çok kuramsal. Kalabalık sınıflarda eğitim gören öğrencilere bir ya da iki kamera düşüyor ve imkanlar oldukça sınırlı. Siz gençlere 4 yıllık eğitim almalarını mı yoksa bir an önce işin mutfağından başlamalarını mı önerirsiniz?
Geçtiğimiz günlerde öğrencilerden biri arkadaşının uzun metraj DVD’ sini verdi bana. Muazzam bir film başladı. Sonra dağıldı gitti. Ama burada çok önemli bir detay vardı. Neredeyse sıfır bütçeyle bir film yapılmıştı ve anlatım vardı. Gençler için günümüzde senaryo oluşturup bir film çekmek artık kolay. Bir el kamerasıyla da sinema yapma şansları var. O zaman dert ne? Gerçekten ne yapmak istediğini bilen genç sayısı az. Herkes arıyor. Bütün gençlere kendilerini acımasızca masaya yatırıp derin kazı yapmaları üzerine bir yolculuk öneriyorum. Kim olduklarını ve ne yapmak istediklerini aramanın yolculuğu.
Bu işe gönül vermiş gençler piyasaya girebilmek için nasıl bir yol izlemeli?
Tüm dünyada eğlence ve sanat dünyasında bir şans beklerler. Beklerken yeterli donanımda ve diğerlerinden farklıysan gelip seni bulurlar. Ben, kıyıda köşede kalmış büyük değerlere pek rastlamadım açıkçası. Ya kendileri çıkıyorlar ya da birileri onları bulup çıkarıyor. Mail yoluyla ya da bir şekilde yoluma çıkarak benimle çalışmak isteyenler çok oldu örneğin. Ama mesela ben karşıma çıkanlarla değil de benim bulduklarımla daha çok ilgileniyorum.
Film ekibinizi kurarken öncelikleriniz ne olur?
Birlikte bir otobüse binip uzun yol yapacağım, birlikte yiyip içeceğim, hem mesleki açıdan hem de insan olarak kişilikli, işine sevdalı insanları tercih edip bulurum. Aynı nefeste olmak çok önemli. Çünkü sinema heyecan ve arzuyla yapılır.
Alınan dört yıllık eğitim biraz da vakit kaybı gibi geliyor bana, tabi ki eğitimin kötü olmaz ama daha kısa süreli eğitimler mi tercih etmeli acaba?
Ya aslında bu eğitim meselesi benim üzerinde çok da söz söyleyebileceğim bir alan değil galiba. Yalnız şöyle bir görünüm var ki kısa zamanlı eğitim alanlar daha çok hevesleriyle beraber gidiyorlar. Ama üniversitelerde bölümü bitirmenin okul bitirmekten ibaret olduğu gerçeği daha somut. Birçok öğrenci sinema yapıp yapmayacağını dahi bilmiyor.
İşi mutfağında öğrenmek ve usta-çırak ilişkisi üzerine ne söylersiniz?
Kuramsal eğitim sanatı kavrama ve yeni sanatlar üretme bilincini veriyor insana ama esas yoksunluk ya da zenginlik yetenekle açıklanır. “Vermeyince mabut neylesin Mahmut.” İstediği kadar okusun etsin adamın ama önce işine bakıyorsun. Yetenek usta çırak ilişkisiyle pişer ama her daim kitabı koltuk altında taşımalı. Kitap yeteneğin ufkunu açar ve derinlik kazandır.
Etiketler:
canım ailem,
genç,
hayatımın kadınısın,
kaybedenler,
sezen aksu,
sinema,
uğur yücel
MAZHAR ALANSON
Her ne kadar ‘insan söylediklerinde değil, söylemediklerinde gizlidir’ dense de Mazhar Alanson, yeni filminden müziğe, şarkı sözlerinden kadınlara ve Umre ziyaretinden Tasavvuf anlayışına kadar merak ettiğimiz her soruyu ‘samimiyetin rolü olmaz’ diyerek tüm içtenliğiyle cevapladı.
Son oynadığınız Kirpi filminden söz edelim, hangi karakteri canlandırdınız?
Filmde ezilen birinin iş hayatında, kurduğu dostluklarda gururunu ve onurunu korumak için kendine karşı yapılanlara verdiği mücadele anlatılıyor. Kendi hakkını korurken insan egosunun da ne kadar kuvvetli olduğunu gösteren bir film. Ben de hayatında çok da başarılı olamamış orta sınıf birini canlandırıyorum. ‘Kirpi’ adlı karakter söylenen her şeyi kafasına takıp bunları bir kenara yazıyor ve günü gelince intikamını alıyor. Olayları biraz psikopatça abartıyor, komşusuna da kızsa çocuksu bir şekilde ona zarar veriyor. Sonra tesadüf sonucu kendi gibi her fırsatta intikam alan birine rastlıyor ve aralarındaki mesele bir macera haline dönüşüyor. Filmimiz aksiyon-komedi türünde ve eğlenceli olacağını düşünüyorum. Görevimizi yaptık.
Bu filmde kızınız da görev almış…
Küçük bir roldü ama birlikte sahnemiz olacağı için istedik. Hatıra niyetine... Aslında küçüklüğünden beri aktris olmak istiyordu da onun bu işlere girmesini ben istemedim ve uzak tuttum. O daha çok edebiyatla ilgili, yazılar yazar.
Filmdeki gibi gerçek hayatta da düşmanlarınız var mıdır?
Filmde düşman yok aslında birbirlerine küçük küçük şakalar yaparlarken iş bir anda kakaya dönüşüyor aslında.
Peki, filmdeki karakter gibi intikam alma duygunuz var mıdır?
Tabi ki vardır, soğuk intikamcıyımdır. Soğuturum yani…
Ne yaparsınız?
Eskiden kendim savaşıp kızar bağırırdım ya da kavga ederdim. Şimdi kolayını buldum ve yukarıdakine havale ediyorum.
Peki, böyle yapmakla karşılığını buluyor mu dersiniz?
Daha fecisini buluyor, ben olsam o kadar yapmam.
Bu film için “ilk kez oyunculuk yeteneğimi sergileme fırsatı buldum” demişsiniz size bunu söyleten neydi?
Bu filmin hikayesi bana daha çok açıktı. Kirpi adlı karakter oyun şeklimi daha çok açtı, birçok halimi, deneyimimi ve farklı yüzümü gösterebileceğim bir imkan yarattı. Diğerlerinde genelde kızgın ve asık suratlı bir adamı oynuyordum. Bu filmde kendimi daha iyi ifade edebildim.
Kirpi filmiyle oyunculukta da kendinizi ispatladığınızı düşünüyor musunuz?
Sanıyorum oyunculukta ‘Her Şey Güzel Olacak’ filminde ispatladım. Müjde Ar’ların programında da Müjde, bana geçer notu verdi, iyi oynadığımı söylediler yani oradan da diplomam var. Bu kadarı tamamdır. Aktörlük yapıyorum gibi gözükse de aslınsa aktörüm ama müzik de yapıyorum.
Film setlerinde çalışmanın zorlukları var mı?
Film setlerinde star konumu pek yok, herkes işçi oluyor. Müzik konumundan geldiğim için setlerde pek yapamıyorum. Saatler çok belli olmasa da insan özel bir karavanı olsun istiyor. Tuvaletimin özel olması önemli, dağın başında da tuvalete gidecek yer aramak istemiyorum. Setlerde beklemek konusu var ve beni çok sıkıyor ama çocuklar sağ olsunlar bu şartları kuruyorlar. Sonuçta atla deve bir şey değil. Robert De Niro “biz parayı oynamak için değil, beklemek için alıyoruz” dermiş, bakın bu çok doğru bir düşünce.
Konser sahnesinde mi yoksa film sahnesinde mi kendinizi kral gibi hissediyorsunuz?
En kralı reklam çekimlerinde oluyor. Adamı uçuruyorlar. Filmde de her oturduğun yere içeceğin filan geliyor ama reklamda o gün sen prens oluyorsun.
Prens olma halini seviyorsunuz galiba…
Hayır, hep dalga geçerim. Çünkü ben işin askerliğinden geldim ve er kısmını yıllarca yaşadım. Lüks istekler gibi gelebilir ama bu medeni insan gibi olma durumu ellisinden sonra oldu. Gittiğimiz festivallerde kulisin yerleri yağdan kayardı çünkü sizden önce orada pehlivanlar yağlanmış olurdu. Egemen Bostancı’yla çalışırken en alt katta tuvaletin yanındaki küçücük odalardan her yıl aşama kaydederek daha yukarılara çıktık. ‘Ele Güne Karşı’ albümünü çıkardığımız yıl solist altının odası ve son yıl ‘Diday’la birlikte solist odasına terfi ettik. Yıllarca küçücük kötü odalarda hazırlanıp sonra büyük yere geçince “niye en baştan böyle adam gibi bir odaya koymadınız, illa meşhur olduktan sonra mı koydunuz, bu mu lan’ deyip her şeyi kırmıştık. O zaman yaşlar da genç, odanın camını, penceresini, aynasını aşağı indirmiştik. Rahmetli Egemen de “canları sağ olsun” demiş. O zamanlar da biraz modaydı, rock’n rollcular böyle yapıyordu, gençlik işte.
Şimdi kendinizi yaşlı mı hissediyorsunuz?
Yaşlı değil ama olgunlaşmış hissediyorum. Bedende bir eskime olsa da insanın ruhu aynı kalıyor. O yüzden çocuklara da saygı göstermek lazım. Çocuk küçükken neyse otuzunda da kırkında da aynıdır. Yıllardır görmediğim bir arkadaşımla karşılaşıyorum fizik olarak tanınmayacak halde ama sohbet edince anlıyorum ki hiç değişmemiş. O da bana benzer şeyleri söylüyor ve hoş oluyor. Allahtan hep o ruh genç kalıyor.
Filmdeki kostümler Biricik Hanım tarafından mı hazırlandı?
Tasarım gerektiren kostümler olmadığı için dışarıdan alındı. Ama Biricik benim kostümlerimle ilgilendi ve o olmasaydı bu filmi çeviremezdim. Belli detaylar var ve onlar kalitesiz olmamalı. Zaten kendi de profesyonel anlamda bu filmde konsept danışmanı olarak çalıştı. Dışarıdan gelip de bana maydanozlar saçmadı yani.
Özel hayatınızda kıyafetlerinize karıştırıp kendinizi eşinizin eline teslim eder misiniz?
Tamamen. Mesela konser vereceğimiz yeri bile bilmem. Konsere gitmeden bir saat önce Biriciğe ne giyeceğimi sorarım, o sırada terziler gelip gider ölçülerim alınır ama ben ne yapıldığın bilmem. Biricik, giydirir ben de sahneye çıkarım. O kadar itimat ederim ve bugüne kadar giydiğim kostümlerle de daima iyi eleştiriler aldım.
Ama bir ara giydiğiniz kostümler fazla tepki almıştı hatta bu yüzden grup arkadaşlarınızla aranızın bozulduğu bile söylendi…
Biricik o sivri kostümleri hazırlarken muhakkak birilerine kızmıştır. Mesela Fuat’a kızıp ondan yüklenmiştir belki.
Bu arada Biricik Hanım söze girer…
B.S: Bu dönemsel bir şey, insan her zaman aynı çılgınlık ve stilde kostüm giymez ki. Bu neticede Show Business. Üstelik Mazhar gibi 50 yılını bu işe vermiş birinin o kadar şımarıklık hakkıdır diye düşünüyorum. Mazhar yeni albüm çıkaran bir delikanlı olur da kafasına teller takıp çıkar o zaman bu benim için kıroluk olur.
M.A: Biraz da bu kıyafetlerin sayesinde konser verdiğimizin haberi oldu. Ama benim resmim biraz büyük çıkınca arkadaşlar biraz şey yaptılar...
Problem mi?
Problem de sayılmaz, arkadaşlar arasında böyle şeyler olur ve haklıdırlar. Bu kostümlerle bizi medya da ön plana çıkarıyor.
Biricik Hanımdan önce de sahne kıyafetlerinize özen gösterir miydiniz?
Aşırı giyinirdim, hazırlanırdım ama Biricik bunları düzene soktu. Renk uyumuna ve kıyafetimin tam üzerime uymasına, ölçülerine dikkat eder. Mesela omuzlarım sopa gibi dik durmaz biraz düşük durur şimdi kostümler tam bedenime göre yapılıyor. Bizim Hanımın bir tarzı vardır.
Bir kadın eşinin özel hayatındaki kostümlerine kadar girmişse ve adam da ona teslim olmuşsa bu bana kalenin bayağı bir içten fethedildiğini gösteriyor…
Ama bunu her kadın yapmamalı. Ben eğer Biriciğin seçtiği bir şeyi beğenmezsem giymem. Mesela müzik konusunda hazırladığım bir şarkıyı önceden dinletmem. Biriciğe, bu olmuş mu diye dinlettirdiğimde o beğenmezse ‘tamam işte, bu parça tutar’ derim. Ona anladığı ve bildiği konuda danışıyorum. Bilmediği bir konuyu teslim etmem. Yani şu şarkının miksini yap da getir demem.
Söz şarkılardan açılmışken müziğin sizin için anlamı nedir?
Nasıl söyleyeyim, bazı şeyleri ifade edemezsin mesela tasavvufi şeylerde de buna rastladım. Öyle haller var ki kelimelerle anlatamıyorsun. Konserlerden sonra vücutta en az iki üç gün adrenalin oluyor ve bu da bize lazım. Sahne üzerinde olmak büyük bir heyecan. Artık sahnede daha az yorulup daha çok zevk alıyoruz. Berlin’de verdiğimiz konserde güllerin içinden şarkısını çaldığımızda insanlar hala ağlıyordu ve Türkçeyi doğru düzgün bile konuşamayan küçücük çocuğundan gencine, gencinden yaşlısına herkes şarkıya eşlik ediyordu. Bu benim için çok gurur vericiydi üç nesil hep bir ağızdan bizim şarkılarımızı söylüyordu.
Müzik sizin için hayatı keşfetme aracıdır diyebilir miyiz?
Bu işten para kazanıyorum ama para ödenmese de yine bu işi yaparım. Şarkı yazmak ve müzik yapmak benim için artık refleks gibi bir şey olmuş. Eğer bu olmazsa büyük bir şey eksilir.
Hayatınızda müzik olmazsa ben de olmam mı diyorsunuz?
Olmazsa diye bir şeyin olacağını sanmıyorum.
Peki, bunca yıldır bu müziği yapmasaydım hayatın şu yönlerini de keşfedemezdim dediğiniz şeyler var mı?
Mesela bu kadar çok gezemezdim. Bunca yıldır şarkı söylersiniz ama geride bıraktığınız üç beş şarkıdır ve bunları da herkesin söylemesi hoş bir şeydir. Bu da çok büyük bir emeğin karşısında oluyor. Yıllarca eşek gibi çalışıyorsunuz sonra bir gün bir bakıyorsunuz on bin kişiyle aynı şarkıları söylüyorsunuz. Ben iki saatliğine sahnede devleşirim onun dışında da vasat bir adam görüntüsündeyim.
Şarkı sözü yazarken size neler esin kaynağı olur, bunun anı, zamanı ve mekanı var mıdır?
Her şey esin kaynağı olabilir, karım da buna dahil. Televizyondaki bir sohbetten, sizin söylediğiniz bir sözden, yolda giderken gördüğüm bir şeyden etkilenebilirim. O makine devamlı çalışır, bir şeyleri kaydeder. Bir şarkıyı uzun zamanda yazarım mesela Sezen Aksu on beş dakikada şarkı sözü yazabilir. Kiminin de çalışma tarzı budur. O konuda Sezen’e hayranım, ‘hor hor çeşmesi’ gibi maşallah.
Kadınlarla aranız nasıldır?
Zaten kız babası olduğum için kadınlara bakışım farklıdır, daha hassasımdır ve çok kaba davranamam. İki ablayla ve bir anneyle büyüdüm, ablamlar benimle evcilik oynarlarmış. Kadınlarla çalışmak iyidir, tercih ederim ve çok da rahat hissederim. Kadınlar daha az kavgacıdır ben de yeterince kavgacı olduğum için işleri yürütenlerin kavgacı olmaması tercihimdir.
Sizin için çocukken babasının oğlu değil de annesinin oğlu demek daha doğru olur değil mi?
Evet, kesinlikle. Türkiye’de ‘birçok erkek annesinin oğludur’. Bizde ‘Ana’ önemlidir. Mesela bir Danimarka’lının annesine küfür etseniz “aa, niye annemle yatmak istiyor” diye düşünür ama bir Türk için bu bir cinayet sebebi olabilir.
Bir zamanlar yazdığınız şarkı sözlerinde‘Leyla’dan geçme faslındayım Mevla’yı bulma yollarında’ demiştiniz, sizi Mevla yolundan Leyla yoluna sokan şeyin sırrı nedir?
Sır olarak bir şey bilmiyorum ama insan Leyla’dan Mevla’ya sembolik olarak geçiş yapıyor sonra Mevla’dan tekrar Leyla’ya. Mevla’dan sonra artık o ilk baktığın gibi bakmıyor, daha centilmence daha insani duygularla dönüyorsun Leyla’ya. Kadına karşı daha şefkatli olup başka bir gözle görüyorsun. İlk başta daha fazla eşeklik vardır.
Mevla aşkına giden yolda biraz da Leyla’nın aşk yolundan geçmek gerekir değil mi?
O olmadan olmaz. O mecazi aşkı tatmadan öbür tarafta ne olup ne bittiğini anlayamazsın zaten. Aşık olmayan insan pek hoş değildir, eşektir yani.
Bir tercih yapmanız istense İlahi aşkı mı yoksa dünyevi aşkı mı tercih ederdiniz?
İlahi aşk mı? Dünyevi aşk mı? İkisinden de gerekli oluyor. Bu yüzden dört beş gün de olsa Umre’ye gidiyoruz.
‘Yandım Yandım’ şarkısını Bircik Suden’e mi yoksa Umre ziyaretinizde mi yazdığınız da bir muamma değil mi?
Aslında bir muamma değil. Ama tabii medya bunu evirip çeviriyor ve kimi Mekke için kimi Biricik için yazdı diyor. Yandım yandım cümlesini Medine’de şarkının diğer kısımlarını da Ankara’da yazmıştım. Yandım Yandım Biricik’ten önceydi. İlk dört satır yazılıyor mesela alttaki diğer dört satır da beş sene önceden kalma olabiliyor. İlk defa Biricik Hanımdan sonra aşk şarkıları yazıyor değilim, başından beri öyleyim. “Güzelliğin on para etmez, bendeki bu aşk olmasa” diye Aşık Veysel’in sözü var ve bu sizde olması gereken bir şey. Sarı Laleler’i Biricik için yazmıştım.
Umre ziyaretleriniz çok merak edildi, sorular soruldu siz de bunlara biraz tepkili yaklaştınız neden?
Samimi söylüyorum, merak eden gidip görsün. Bu konuda konuşmak istemiyorum çünkü önemli bir şey değil. Benim bakış açım bambaşka bir bakış açısı diğer Müslüman kardeşlerimizinkine de uymayabilir, anlatabiliyor muyum? Her insan başka başka düşünür. Zaten oraların en büyük önemi çok çeşitli Müslüman’ı bir arada görmek. Biz burada tek çeşit Müslüman görüyoruz; o da Cuma namazından çıkan dantel takkeli normal giyimli bir insan türü. Orada Hintlisi, Afrikalısı, başını kapayan ya da tamamen kapamayan çok renkli bir mozaik görüyorsunuz ve bu insana acı geliyor. Humeyni ya da Usame Bin Ladin’in çizdiği Müslümanlık görüntüsünden başka bir şeyle karşılaşıyorsunuz. Dininizi sevip tekrar saygı duyuyorsunuz. Bütün dünyada Humeyni gibiler yüzünden İslamiyet zarar gördü. Orada her türlü Müslüman’ı bir arada görüyorsunuz ve bu bir hoşluk yaratıyor. Oraya gitmeden önce Türkiye’de türbanmış bilmem neymiş diye kendini sıkışmış bir insan gibi zannediyorsun, halbuki oraya gidince bir bakıyorsun ki; ‘ooo, ne türbanı ne bilmem nesi, millet bambaşka bir halde’. Bir de ‘Şeriat geliyor’ filan diyorlar ya gidip önce Şeriat’ı yerinde görsünler de sonra buraya yüzyılda mı gelir, beş yüz yılda mı gelir onu bir tartsınlar. Bu düşünceler bana ülkenin şu durumunda bile çok komik geliyor. Refah Partisi zamanında da şeriattan söz ediliyordu, olacak iş değil canım! Bu iş bitti diyenler var, oysa ne bitti, ne gitti. Yıllardır bu mesele bitmedi ‘din elden gidiyor’, ‘bayrak elden gidiyor’ diyorlar hiçbir yere gitmez kardeşim. Gitmedi, gitmeyecektir. Boyuna bir elden gidiyor lafıyla milleti ürkütüyorlar. Atatürk elden gidiyor, Cumhuriyet elden gidiyor, gitmedi, gitmeyecek…
Oraya gittikten sonra peygambere duyulan bir başka türlü sevgi başka bir muhabbet diyorsun. Din korkular üzerine değil, sevgi üzerine kurulu. Korkan da başına bir şeyin geleceğini bildiği için korkar, yapmaz. Bir de bizim gibiler vardır; yapar, başına da gelir, ondan sonra başkadır… Dini olarak bütün şeyleri yerine getirebilen biri değilim ki orayla kendimi özdeşleştireyim veya arkama İslamiyet’i alıp onun savunmasını yapayım. Kendi dünyamda sanatçı olarak oradan da büyük feyzler alıyorum. Nasıl New York’a gidip ‘New york Sokakları’ diye bir şarkı besteliyorum. Bir yerden etkileniyorsam o da kendiliğinden oluyor.
Biraz size uyan kısmıyla tasavvuf anlayışınızdan söz etsek…
Maya koyarsın, yoğurt tuttuğu kadardır. Herkesin bir alma kapasitesi, bir bardağı vardır. Bu iş atına göre arpadır. Kimi vardır ibadetini yapar yapar doyamaz kimi vardır hiç ibadeti sevmez de kalbi çok merhametlidir. Bu işte mükafatlar en iyi namazını kılana gitmez yani. Şimdi bir hayat kadını bir de namazını kılan ve diğer kadına gelen her müşteriyi fasulyeyle hesap eden bir kocakarı var diyelim, onun ki makbul değil işte. Burada o kötü yola düşmüş kadının yaptığı bir iyilik daha önemli. Bu biraz gönül meselesi, aşk yolu dedikleri durum. Aşk yolu derken de kendini kaybetmiş, hipnotize olmuş, drug almış, hadi birbirimizi sevelim arkadaşlar boyutunda değil. Her yerde insanın kötüsü vardır. Bu tasavvuf yolu insan olmaya çalışmaktır. Egoyla mücadeledir. Bizim meslek de ego mesleğidir. Nasıl olacak bu işler? İşte olduğu kadar. Birini kıskanacaksın sonra “dur ulan, bize kıskanmak yasak, olmaz” deyip vazgeçeceksin, işte böyle kendinle mücadele edeceksin. İnsanların farkında bile olmadıkları haset duygusu var ve Allah muhafaza insanı yer bitirir. Hasetlik çağın hastalığı. Haset duyduğunuz kişiye zarar gelmez olan size olur. Buradan haset duyanlara bildiriyorum.
Siz peki, egonuzu nasıl terbiye ediyorsunuz?
Terbiye etmeye çalışıyorum ve bu çalışma da hiç bitmeyecek, ummadığın yerde yine çeneni tutamayıp yine bir laf edeceksin, insanlara karşı yine kırıcı olacaksın sonra farkına varıp ‘Hay Allah’ diyeceksin. Hiç olmazsa bu bile kar. Hayvanlarda da bulunan bazı özelliklerden biraz farklı olmak lazım. İnsan olmak ne demek? Bir başkasına yardım etmek demek. Herkes elinden geldiği kadar birbirine yardım etsin. İşte böyle küçük küçük şeyler. Komşumuz açken uyuyabiliyor muyuz? Maalesef komşu açken horul horul uyuyoruz. Bu çağ başka bir çağ. Herkes devletten beklemeyip önce kendinden başlasa…
Önemli olan insanın kendini tanıması, öğrenmesi ve içe dönmesi değil mi?
Zaten bu işler eğitimle ilgili. Hani Cem’in (Yılmaz) reklam filminde dediği gibi ‘Eğitim Şart’. Kahkahalar… Hakikaten eğitimsiz olmuyor, cahilden hiçbir şey olmaz.
Tasavvuf yaşamınızda neleri değiştirdi, neleri dönüştürdü?
Biraz daha hırtlıktan kurtulup insan olma yolunda adımlar attım. İnsanlara karşı daha az kırıcı olup meselelere daha çok ‘eyvallah, hayırlısıdır’ diye yaklaşmayı öğrendim. Türkiye gibi bir yerde iki şekil vardır; ya hayırlısı diye olayı kendi haline bırakırsın ya da aklını yitirir, delirirsin. Çünkü bu tip olaylar kuralsızdır, çoğunun kendi kuralları vardır ve bildiğimiz dünya standardı gibi bir sistem değildir. Aslında tasavvuf hakkında konuşulacak o kadar çok şey var fakat benim de o kadar az bilgim var ki... Zaten bir iki bilgi yeterlidir. Tasavvufla ilgili okuduğunuz bir kitaptaki tek bir cümle bütün hayatınız boyu çözmeniz gereken bir şeydir. Kitap okumakla pek olmuyor.
Siz kendinize karşı ne kadar gerçeksiniz?
Bayağı gerçeğimdir. Zaten karı koca olarak bizi sevenler samimiyetimizden severler. Televizyonda beni izlediyseniz görmüşünüzdür. Samimiliğin sahte olarak rolü yapılamaz. Benim cevaplarım samimidir.
Biraz yaşayıp hissetmek gerekiyor…
E tabii, çoğu insanda da zaten bu var. Halkımızın dini anlayışı tasavvufa çok yakın. Zaten gelenek ve göreneklerimizde bu var. Aile terbiyesi dediğimiz şey Allah’tan burada var. Mesela İsveç’e bakıyorsunuz Cumhurbaşkanı sinemaya gitmek için bilet kuyruğuna giriyor. Yani Peygamber döneminde de böyleymiş. Ama aynı İsveç’te de aile içi kötü ilişkiler de var. Bizde de bu ahlaki değerler var ama biraz paramız olsaymış çok iyi olurmuş. Samimi söylüyorum millet olarak tek problemimiz para.
Biricik hanım hayatınızın biriciği midir?
Biriciğidir…
Peki, Biricik Suden sizin hayatınızda neleri değiştirdi, onunla birlikte hangi yönleriniz gelişti?
Bana haddimi bildirdi.
Bundan sonra ‘bana haddimi bildiren kadın’ sözleriyle de belki bir şarkı yazarsınız?
Artık o kadın diye belli etmem. (Gülüşmeler)… Belki de ederim, bir kadın derim ama…
Bir gün hayatınızdan çekip gitmek isterse ne yaparsınız?
Çok zor olur, hatta zordan da öte. Benim için epey bir şey olur yani… Emekli olurum.
Peki, gitme der misiniz?
Gitme demez olur muyum? Ama kafasına taktıysa gider. Zaten onu kaçıracak bir durumum olmadı, bundan sonra da olmaz.
Biricik Hanım’a sürprizler yapar mısınız?
Çok sürprizler yaparım. “Hadi kalk seyahate gidiyoruz” derim ama sadece derim, gerisi yoktur. (Kahkahalar)… Kadınlara şunu alacağım, buraya gideceğiz gibi hep ileriye dönük şeyler söylemek lazım. Sevgililer gününde bir şarkı sözü yazdım albümün kapağını da kendim tasarladım anlayacağın bedavaya getiriyorum. Kahkahalar…
Son oynadığınız Kirpi filminden söz edelim, hangi karakteri canlandırdınız?
Filmde ezilen birinin iş hayatında, kurduğu dostluklarda gururunu ve onurunu korumak için kendine karşı yapılanlara verdiği mücadele anlatılıyor. Kendi hakkını korurken insan egosunun da ne kadar kuvvetli olduğunu gösteren bir film. Ben de hayatında çok da başarılı olamamış orta sınıf birini canlandırıyorum. ‘Kirpi’ adlı karakter söylenen her şeyi kafasına takıp bunları bir kenara yazıyor ve günü gelince intikamını alıyor. Olayları biraz psikopatça abartıyor, komşusuna da kızsa çocuksu bir şekilde ona zarar veriyor. Sonra tesadüf sonucu kendi gibi her fırsatta intikam alan birine rastlıyor ve aralarındaki mesele bir macera haline dönüşüyor. Filmimiz aksiyon-komedi türünde ve eğlenceli olacağını düşünüyorum. Görevimizi yaptık.
Bu filmde kızınız da görev almış…
Küçük bir roldü ama birlikte sahnemiz olacağı için istedik. Hatıra niyetine... Aslında küçüklüğünden beri aktris olmak istiyordu da onun bu işlere girmesini ben istemedim ve uzak tuttum. O daha çok edebiyatla ilgili, yazılar yazar.
Filmdeki gibi gerçek hayatta da düşmanlarınız var mıdır?
Filmde düşman yok aslında birbirlerine küçük küçük şakalar yaparlarken iş bir anda kakaya dönüşüyor aslında.
Peki, filmdeki karakter gibi intikam alma duygunuz var mıdır?
Tabi ki vardır, soğuk intikamcıyımdır. Soğuturum yani…
Ne yaparsınız?
Eskiden kendim savaşıp kızar bağırırdım ya da kavga ederdim. Şimdi kolayını buldum ve yukarıdakine havale ediyorum.
Peki, böyle yapmakla karşılığını buluyor mu dersiniz?
Daha fecisini buluyor, ben olsam o kadar yapmam.
Bu film için “ilk kez oyunculuk yeteneğimi sergileme fırsatı buldum” demişsiniz size bunu söyleten neydi?
Bu filmin hikayesi bana daha çok açıktı. Kirpi adlı karakter oyun şeklimi daha çok açtı, birçok halimi, deneyimimi ve farklı yüzümü gösterebileceğim bir imkan yarattı. Diğerlerinde genelde kızgın ve asık suratlı bir adamı oynuyordum. Bu filmde kendimi daha iyi ifade edebildim.
Kirpi filmiyle oyunculukta da kendinizi ispatladığınızı düşünüyor musunuz?
Sanıyorum oyunculukta ‘Her Şey Güzel Olacak’ filminde ispatladım. Müjde Ar’ların programında da Müjde, bana geçer notu verdi, iyi oynadığımı söylediler yani oradan da diplomam var. Bu kadarı tamamdır. Aktörlük yapıyorum gibi gözükse de aslınsa aktörüm ama müzik de yapıyorum.
Film setlerinde çalışmanın zorlukları var mı?
Film setlerinde star konumu pek yok, herkes işçi oluyor. Müzik konumundan geldiğim için setlerde pek yapamıyorum. Saatler çok belli olmasa da insan özel bir karavanı olsun istiyor. Tuvaletimin özel olması önemli, dağın başında da tuvalete gidecek yer aramak istemiyorum. Setlerde beklemek konusu var ve beni çok sıkıyor ama çocuklar sağ olsunlar bu şartları kuruyorlar. Sonuçta atla deve bir şey değil. Robert De Niro “biz parayı oynamak için değil, beklemek için alıyoruz” dermiş, bakın bu çok doğru bir düşünce.
Konser sahnesinde mi yoksa film sahnesinde mi kendinizi kral gibi hissediyorsunuz?
En kralı reklam çekimlerinde oluyor. Adamı uçuruyorlar. Filmde de her oturduğun yere içeceğin filan geliyor ama reklamda o gün sen prens oluyorsun.
Prens olma halini seviyorsunuz galiba…
Hayır, hep dalga geçerim. Çünkü ben işin askerliğinden geldim ve er kısmını yıllarca yaşadım. Lüks istekler gibi gelebilir ama bu medeni insan gibi olma durumu ellisinden sonra oldu. Gittiğimiz festivallerde kulisin yerleri yağdan kayardı çünkü sizden önce orada pehlivanlar yağlanmış olurdu. Egemen Bostancı’yla çalışırken en alt katta tuvaletin yanındaki küçücük odalardan her yıl aşama kaydederek daha yukarılara çıktık. ‘Ele Güne Karşı’ albümünü çıkardığımız yıl solist altının odası ve son yıl ‘Diday’la birlikte solist odasına terfi ettik. Yıllarca küçücük kötü odalarda hazırlanıp sonra büyük yere geçince “niye en baştan böyle adam gibi bir odaya koymadınız, illa meşhur olduktan sonra mı koydunuz, bu mu lan’ deyip her şeyi kırmıştık. O zaman yaşlar da genç, odanın camını, penceresini, aynasını aşağı indirmiştik. Rahmetli Egemen de “canları sağ olsun” demiş. O zamanlar da biraz modaydı, rock’n rollcular böyle yapıyordu, gençlik işte.
Şimdi kendinizi yaşlı mı hissediyorsunuz?
Yaşlı değil ama olgunlaşmış hissediyorum. Bedende bir eskime olsa da insanın ruhu aynı kalıyor. O yüzden çocuklara da saygı göstermek lazım. Çocuk küçükken neyse otuzunda da kırkında da aynıdır. Yıllardır görmediğim bir arkadaşımla karşılaşıyorum fizik olarak tanınmayacak halde ama sohbet edince anlıyorum ki hiç değişmemiş. O da bana benzer şeyleri söylüyor ve hoş oluyor. Allahtan hep o ruh genç kalıyor.
Filmdeki kostümler Biricik Hanım tarafından mı hazırlandı?
Tasarım gerektiren kostümler olmadığı için dışarıdan alındı. Ama Biricik benim kostümlerimle ilgilendi ve o olmasaydı bu filmi çeviremezdim. Belli detaylar var ve onlar kalitesiz olmamalı. Zaten kendi de profesyonel anlamda bu filmde konsept danışmanı olarak çalıştı. Dışarıdan gelip de bana maydanozlar saçmadı yani.
Özel hayatınızda kıyafetlerinize karıştırıp kendinizi eşinizin eline teslim eder misiniz?
Tamamen. Mesela konser vereceğimiz yeri bile bilmem. Konsere gitmeden bir saat önce Biriciğe ne giyeceğimi sorarım, o sırada terziler gelip gider ölçülerim alınır ama ben ne yapıldığın bilmem. Biricik, giydirir ben de sahneye çıkarım. O kadar itimat ederim ve bugüne kadar giydiğim kostümlerle de daima iyi eleştiriler aldım.
Ama bir ara giydiğiniz kostümler fazla tepki almıştı hatta bu yüzden grup arkadaşlarınızla aranızın bozulduğu bile söylendi…
Biricik o sivri kostümleri hazırlarken muhakkak birilerine kızmıştır. Mesela Fuat’a kızıp ondan yüklenmiştir belki.
Bu arada Biricik Hanım söze girer…
B.S: Bu dönemsel bir şey, insan her zaman aynı çılgınlık ve stilde kostüm giymez ki. Bu neticede Show Business. Üstelik Mazhar gibi 50 yılını bu işe vermiş birinin o kadar şımarıklık hakkıdır diye düşünüyorum. Mazhar yeni albüm çıkaran bir delikanlı olur da kafasına teller takıp çıkar o zaman bu benim için kıroluk olur.
M.A: Biraz da bu kıyafetlerin sayesinde konser verdiğimizin haberi oldu. Ama benim resmim biraz büyük çıkınca arkadaşlar biraz şey yaptılar...
Problem mi?
Problem de sayılmaz, arkadaşlar arasında böyle şeyler olur ve haklıdırlar. Bu kostümlerle bizi medya da ön plana çıkarıyor.
Biricik Hanımdan önce de sahne kıyafetlerinize özen gösterir miydiniz?
Aşırı giyinirdim, hazırlanırdım ama Biricik bunları düzene soktu. Renk uyumuna ve kıyafetimin tam üzerime uymasına, ölçülerine dikkat eder. Mesela omuzlarım sopa gibi dik durmaz biraz düşük durur şimdi kostümler tam bedenime göre yapılıyor. Bizim Hanımın bir tarzı vardır.
Bir kadın eşinin özel hayatındaki kostümlerine kadar girmişse ve adam da ona teslim olmuşsa bu bana kalenin bayağı bir içten fethedildiğini gösteriyor…
Ama bunu her kadın yapmamalı. Ben eğer Biriciğin seçtiği bir şeyi beğenmezsem giymem. Mesela müzik konusunda hazırladığım bir şarkıyı önceden dinletmem. Biriciğe, bu olmuş mu diye dinlettirdiğimde o beğenmezse ‘tamam işte, bu parça tutar’ derim. Ona anladığı ve bildiği konuda danışıyorum. Bilmediği bir konuyu teslim etmem. Yani şu şarkının miksini yap da getir demem.
Söz şarkılardan açılmışken müziğin sizin için anlamı nedir?
Nasıl söyleyeyim, bazı şeyleri ifade edemezsin mesela tasavvufi şeylerde de buna rastladım. Öyle haller var ki kelimelerle anlatamıyorsun. Konserlerden sonra vücutta en az iki üç gün adrenalin oluyor ve bu da bize lazım. Sahne üzerinde olmak büyük bir heyecan. Artık sahnede daha az yorulup daha çok zevk alıyoruz. Berlin’de verdiğimiz konserde güllerin içinden şarkısını çaldığımızda insanlar hala ağlıyordu ve Türkçeyi doğru düzgün bile konuşamayan küçücük çocuğundan gencine, gencinden yaşlısına herkes şarkıya eşlik ediyordu. Bu benim için çok gurur vericiydi üç nesil hep bir ağızdan bizim şarkılarımızı söylüyordu.
Müzik sizin için hayatı keşfetme aracıdır diyebilir miyiz?
Bu işten para kazanıyorum ama para ödenmese de yine bu işi yaparım. Şarkı yazmak ve müzik yapmak benim için artık refleks gibi bir şey olmuş. Eğer bu olmazsa büyük bir şey eksilir.
Hayatınızda müzik olmazsa ben de olmam mı diyorsunuz?
Olmazsa diye bir şeyin olacağını sanmıyorum.
Peki, bunca yıldır bu müziği yapmasaydım hayatın şu yönlerini de keşfedemezdim dediğiniz şeyler var mı?
Mesela bu kadar çok gezemezdim. Bunca yıldır şarkı söylersiniz ama geride bıraktığınız üç beş şarkıdır ve bunları da herkesin söylemesi hoş bir şeydir. Bu da çok büyük bir emeğin karşısında oluyor. Yıllarca eşek gibi çalışıyorsunuz sonra bir gün bir bakıyorsunuz on bin kişiyle aynı şarkıları söylüyorsunuz. Ben iki saatliğine sahnede devleşirim onun dışında da vasat bir adam görüntüsündeyim.
Şarkı sözü yazarken size neler esin kaynağı olur, bunun anı, zamanı ve mekanı var mıdır?
Her şey esin kaynağı olabilir, karım da buna dahil. Televizyondaki bir sohbetten, sizin söylediğiniz bir sözden, yolda giderken gördüğüm bir şeyden etkilenebilirim. O makine devamlı çalışır, bir şeyleri kaydeder. Bir şarkıyı uzun zamanda yazarım mesela Sezen Aksu on beş dakikada şarkı sözü yazabilir. Kiminin de çalışma tarzı budur. O konuda Sezen’e hayranım, ‘hor hor çeşmesi’ gibi maşallah.
Kadınlarla aranız nasıldır?
Zaten kız babası olduğum için kadınlara bakışım farklıdır, daha hassasımdır ve çok kaba davranamam. İki ablayla ve bir anneyle büyüdüm, ablamlar benimle evcilik oynarlarmış. Kadınlarla çalışmak iyidir, tercih ederim ve çok da rahat hissederim. Kadınlar daha az kavgacıdır ben de yeterince kavgacı olduğum için işleri yürütenlerin kavgacı olmaması tercihimdir.
Sizin için çocukken babasının oğlu değil de annesinin oğlu demek daha doğru olur değil mi?
Evet, kesinlikle. Türkiye’de ‘birçok erkek annesinin oğludur’. Bizde ‘Ana’ önemlidir. Mesela bir Danimarka’lının annesine küfür etseniz “aa, niye annemle yatmak istiyor” diye düşünür ama bir Türk için bu bir cinayet sebebi olabilir.
Bir zamanlar yazdığınız şarkı sözlerinde‘Leyla’dan geçme faslındayım Mevla’yı bulma yollarında’ demiştiniz, sizi Mevla yolundan Leyla yoluna sokan şeyin sırrı nedir?
Sır olarak bir şey bilmiyorum ama insan Leyla’dan Mevla’ya sembolik olarak geçiş yapıyor sonra Mevla’dan tekrar Leyla’ya. Mevla’dan sonra artık o ilk baktığın gibi bakmıyor, daha centilmence daha insani duygularla dönüyorsun Leyla’ya. Kadına karşı daha şefkatli olup başka bir gözle görüyorsun. İlk başta daha fazla eşeklik vardır.
Mevla aşkına giden yolda biraz da Leyla’nın aşk yolundan geçmek gerekir değil mi?
O olmadan olmaz. O mecazi aşkı tatmadan öbür tarafta ne olup ne bittiğini anlayamazsın zaten. Aşık olmayan insan pek hoş değildir, eşektir yani.
Bir tercih yapmanız istense İlahi aşkı mı yoksa dünyevi aşkı mı tercih ederdiniz?
İlahi aşk mı? Dünyevi aşk mı? İkisinden de gerekli oluyor. Bu yüzden dört beş gün de olsa Umre’ye gidiyoruz.
‘Yandım Yandım’ şarkısını Bircik Suden’e mi yoksa Umre ziyaretinizde mi yazdığınız da bir muamma değil mi?
Aslında bir muamma değil. Ama tabii medya bunu evirip çeviriyor ve kimi Mekke için kimi Biricik için yazdı diyor. Yandım yandım cümlesini Medine’de şarkının diğer kısımlarını da Ankara’da yazmıştım. Yandım Yandım Biricik’ten önceydi. İlk dört satır yazılıyor mesela alttaki diğer dört satır da beş sene önceden kalma olabiliyor. İlk defa Biricik Hanımdan sonra aşk şarkıları yazıyor değilim, başından beri öyleyim. “Güzelliğin on para etmez, bendeki bu aşk olmasa” diye Aşık Veysel’in sözü var ve bu sizde olması gereken bir şey. Sarı Laleler’i Biricik için yazmıştım.
Umre ziyaretleriniz çok merak edildi, sorular soruldu siz de bunlara biraz tepkili yaklaştınız neden?
Samimi söylüyorum, merak eden gidip görsün. Bu konuda konuşmak istemiyorum çünkü önemli bir şey değil. Benim bakış açım bambaşka bir bakış açısı diğer Müslüman kardeşlerimizinkine de uymayabilir, anlatabiliyor muyum? Her insan başka başka düşünür. Zaten oraların en büyük önemi çok çeşitli Müslüman’ı bir arada görmek. Biz burada tek çeşit Müslüman görüyoruz; o da Cuma namazından çıkan dantel takkeli normal giyimli bir insan türü. Orada Hintlisi, Afrikalısı, başını kapayan ya da tamamen kapamayan çok renkli bir mozaik görüyorsunuz ve bu insana acı geliyor. Humeyni ya da Usame Bin Ladin’in çizdiği Müslümanlık görüntüsünden başka bir şeyle karşılaşıyorsunuz. Dininizi sevip tekrar saygı duyuyorsunuz. Bütün dünyada Humeyni gibiler yüzünden İslamiyet zarar gördü. Orada her türlü Müslüman’ı bir arada görüyorsunuz ve bu bir hoşluk yaratıyor. Oraya gitmeden önce Türkiye’de türbanmış bilmem neymiş diye kendini sıkışmış bir insan gibi zannediyorsun, halbuki oraya gidince bir bakıyorsun ki; ‘ooo, ne türbanı ne bilmem nesi, millet bambaşka bir halde’. Bir de ‘Şeriat geliyor’ filan diyorlar ya gidip önce Şeriat’ı yerinde görsünler de sonra buraya yüzyılda mı gelir, beş yüz yılda mı gelir onu bir tartsınlar. Bu düşünceler bana ülkenin şu durumunda bile çok komik geliyor. Refah Partisi zamanında da şeriattan söz ediliyordu, olacak iş değil canım! Bu iş bitti diyenler var, oysa ne bitti, ne gitti. Yıllardır bu mesele bitmedi ‘din elden gidiyor’, ‘bayrak elden gidiyor’ diyorlar hiçbir yere gitmez kardeşim. Gitmedi, gitmeyecektir. Boyuna bir elden gidiyor lafıyla milleti ürkütüyorlar. Atatürk elden gidiyor, Cumhuriyet elden gidiyor, gitmedi, gitmeyecek…
Oraya gittikten sonra peygambere duyulan bir başka türlü sevgi başka bir muhabbet diyorsun. Din korkular üzerine değil, sevgi üzerine kurulu. Korkan da başına bir şeyin geleceğini bildiği için korkar, yapmaz. Bir de bizim gibiler vardır; yapar, başına da gelir, ondan sonra başkadır… Dini olarak bütün şeyleri yerine getirebilen biri değilim ki orayla kendimi özdeşleştireyim veya arkama İslamiyet’i alıp onun savunmasını yapayım. Kendi dünyamda sanatçı olarak oradan da büyük feyzler alıyorum. Nasıl New York’a gidip ‘New york Sokakları’ diye bir şarkı besteliyorum. Bir yerden etkileniyorsam o da kendiliğinden oluyor.
Biraz size uyan kısmıyla tasavvuf anlayışınızdan söz etsek…
Maya koyarsın, yoğurt tuttuğu kadardır. Herkesin bir alma kapasitesi, bir bardağı vardır. Bu iş atına göre arpadır. Kimi vardır ibadetini yapar yapar doyamaz kimi vardır hiç ibadeti sevmez de kalbi çok merhametlidir. Bu işte mükafatlar en iyi namazını kılana gitmez yani. Şimdi bir hayat kadını bir de namazını kılan ve diğer kadına gelen her müşteriyi fasulyeyle hesap eden bir kocakarı var diyelim, onun ki makbul değil işte. Burada o kötü yola düşmüş kadının yaptığı bir iyilik daha önemli. Bu biraz gönül meselesi, aşk yolu dedikleri durum. Aşk yolu derken de kendini kaybetmiş, hipnotize olmuş, drug almış, hadi birbirimizi sevelim arkadaşlar boyutunda değil. Her yerde insanın kötüsü vardır. Bu tasavvuf yolu insan olmaya çalışmaktır. Egoyla mücadeledir. Bizim meslek de ego mesleğidir. Nasıl olacak bu işler? İşte olduğu kadar. Birini kıskanacaksın sonra “dur ulan, bize kıskanmak yasak, olmaz” deyip vazgeçeceksin, işte böyle kendinle mücadele edeceksin. İnsanların farkında bile olmadıkları haset duygusu var ve Allah muhafaza insanı yer bitirir. Hasetlik çağın hastalığı. Haset duyduğunuz kişiye zarar gelmez olan size olur. Buradan haset duyanlara bildiriyorum.
Siz peki, egonuzu nasıl terbiye ediyorsunuz?
Terbiye etmeye çalışıyorum ve bu çalışma da hiç bitmeyecek, ummadığın yerde yine çeneni tutamayıp yine bir laf edeceksin, insanlara karşı yine kırıcı olacaksın sonra farkına varıp ‘Hay Allah’ diyeceksin. Hiç olmazsa bu bile kar. Hayvanlarda da bulunan bazı özelliklerden biraz farklı olmak lazım. İnsan olmak ne demek? Bir başkasına yardım etmek demek. Herkes elinden geldiği kadar birbirine yardım etsin. İşte böyle küçük küçük şeyler. Komşumuz açken uyuyabiliyor muyuz? Maalesef komşu açken horul horul uyuyoruz. Bu çağ başka bir çağ. Herkes devletten beklemeyip önce kendinden başlasa…
Önemli olan insanın kendini tanıması, öğrenmesi ve içe dönmesi değil mi?
Zaten bu işler eğitimle ilgili. Hani Cem’in (Yılmaz) reklam filminde dediği gibi ‘Eğitim Şart’. Kahkahalar… Hakikaten eğitimsiz olmuyor, cahilden hiçbir şey olmaz.
Tasavvuf yaşamınızda neleri değiştirdi, neleri dönüştürdü?
Biraz daha hırtlıktan kurtulup insan olma yolunda adımlar attım. İnsanlara karşı daha az kırıcı olup meselelere daha çok ‘eyvallah, hayırlısıdır’ diye yaklaşmayı öğrendim. Türkiye gibi bir yerde iki şekil vardır; ya hayırlısı diye olayı kendi haline bırakırsın ya da aklını yitirir, delirirsin. Çünkü bu tip olaylar kuralsızdır, çoğunun kendi kuralları vardır ve bildiğimiz dünya standardı gibi bir sistem değildir. Aslında tasavvuf hakkında konuşulacak o kadar çok şey var fakat benim de o kadar az bilgim var ki... Zaten bir iki bilgi yeterlidir. Tasavvufla ilgili okuduğunuz bir kitaptaki tek bir cümle bütün hayatınız boyu çözmeniz gereken bir şeydir. Kitap okumakla pek olmuyor.
Siz kendinize karşı ne kadar gerçeksiniz?
Bayağı gerçeğimdir. Zaten karı koca olarak bizi sevenler samimiyetimizden severler. Televizyonda beni izlediyseniz görmüşünüzdür. Samimiliğin sahte olarak rolü yapılamaz. Benim cevaplarım samimidir.
Biraz yaşayıp hissetmek gerekiyor…
E tabii, çoğu insanda da zaten bu var. Halkımızın dini anlayışı tasavvufa çok yakın. Zaten gelenek ve göreneklerimizde bu var. Aile terbiyesi dediğimiz şey Allah’tan burada var. Mesela İsveç’e bakıyorsunuz Cumhurbaşkanı sinemaya gitmek için bilet kuyruğuna giriyor. Yani Peygamber döneminde de böyleymiş. Ama aynı İsveç’te de aile içi kötü ilişkiler de var. Bizde de bu ahlaki değerler var ama biraz paramız olsaymış çok iyi olurmuş. Samimi söylüyorum millet olarak tek problemimiz para.
Biricik hanım hayatınızın biriciği midir?
Biriciğidir…
Peki, Biricik Suden sizin hayatınızda neleri değiştirdi, onunla birlikte hangi yönleriniz gelişti?
Bana haddimi bildirdi.
Bundan sonra ‘bana haddimi bildiren kadın’ sözleriyle de belki bir şarkı yazarsınız?
Artık o kadın diye belli etmem. (Gülüşmeler)… Belki de ederim, bir kadın derim ama…
Bir gün hayatınızdan çekip gitmek isterse ne yaparsınız?
Çok zor olur, hatta zordan da öte. Benim için epey bir şey olur yani… Emekli olurum.
Peki, gitme der misiniz?
Gitme demez olur muyum? Ama kafasına taktıysa gider. Zaten onu kaçıracak bir durumum olmadı, bundan sonra da olmaz.
Biricik Hanım’a sürprizler yapar mısınız?
Çok sürprizler yaparım. “Hadi kalk seyahate gidiyoruz” derim ama sadece derim, gerisi yoktur. (Kahkahalar)… Kadınlara şunu alacağım, buraya gideceğiz gibi hep ileriye dönük şeyler söylemek lazım. Sevgililer gününde bir şarkı sözü yazdım albümün kapağını da kendim tasarladım anlayacağın bedavaya getiriyorum. Kahkahalar…
Etiketler:
biricik sudan,
buselik makamı,
ilahi aşk,
intikam,
konser,
mekketasavvuf,
mevlana,
MFÖ,
müzik,
sezen aksu,
umre
AHU TÜRKPENÇE
Bir İstanbul Masalı’nın Esma’sı, Şöhret dizisinin Gülşen’i ve şimdi de Karamel dizisinin Zehra’sı olarak karşımızda Ahu Türkpençe. Yaptığı işlerle hep bir basamak yukarıya çıkan Ahu Türkpençe, ‘Karamel’ adlı filmden esinlenerek aynı adla çekilen dizide bu kez kuaför Zehra’yı canlandırıyor. En son ‘Dinle Neyden’ adlı sinema filminde de oynayan genç oyuncu, ‘Derdi’ olan hikayelerde görev almak istediğini belirtiyor ve ‘bu tür hikayeler için elimden ne gelirse onu yaparım’ diyor. Mevlana felsefesinden etkilendiğini belirten oyuncu ‘İçimizdeki kötülüğü kabul edecek de biziz, yok edecek de’ diyor ve bir oyuncunun yolunun Mevlana’yla kesişmemesinin mümkün olmadığını da sözlerine ekliyor.
Şu anda oynadığınız ‘Karamel’ adlı diziniz sizin önerinizle aynı adlı filmden esinlenerek yazılmış, Lübnanlı beş kadının hikayesinin anlatıldığı bu filmde sizi en çok etkileyen neydi?
Filmde, zaaflarına yenilen, hata yapıp acı çeken ama doğruyu yapmak için çırpınan çok insani, çok gerçek karakterler vardı. Beni en çok bu gerçeklik ve samimiyet etkilemişti.
Filmdeki Rose karakteri gibi hasta ablasına bakarken hayatı kaçıran, es geçen, yaşamı kaçıran kadınlar için ne söylemek istersiniz?
Cesaret gerçekten bir gereklilik, ama geçmişten getirdiklerimiz, bize dayatılanlar ve zaaflarımız birleşince cesur olmak o kadar da kolay olmuyor. Bir de her adımın yeni bir getirisi var ki bunu da göğüslemek gerekiyor. Çokça korkak olduğumuzdan ki bu erkekler için de geçerli, hayatı ıskalamak genelde yaptığımız bir şey oluyor. Sanırım ancak bir destek bulduğunda yani bir arkadaş, bir sevgiliden güç aldığında kişi daha rahat harekete geçiyor. Galiba her fırsatını bulduğumuzda yanımızdakine güç vermeli ve yanımızda da bize güç veren insanlarla yaşamalıyız. Acaba özgüvenimizi daha çok geliştirip daha mı cesur olmalıyız? Bilmiyorum ki… Belki de gözümüzü kapatıp denize atlamalıyız, bakalım ne olacak? (Gülüşmeler…)
Kadın dayanışması hakkında ne söylemek istersiniz?
Yaşadığımız bu erkek egemen dünyada zaten kadınlar erkekler tarafından yeterince eziliyor, bu yüzden bir kadın olarak tabi ki hemcinsimin yanında olmayı tercih ederim. Ve özellikle de bizim ülkemizde kadın dayanışmasına şiddetle ihtiyaç varken her koşulda bu dayanışma hareketlerinde bulunmayı görev bilirim.
Gerçekten kadınlar birbirleriyle dayanışırlar mı?
Ben gerçeğini, yalanını bilmem, görünen köy kılavuz istemez. Kadınlara yine kadınlar destek olmalı ve güç vermeli. Aksi takdirde kadınlar doğalında sahip olunması gereken ama elinden alınmış haklarını çok daha uzun sürede geri alacaklar.
Karamel adlı dizide kuaför salonunda çalışan bir karakteri oynuyorsunuz kuaför salonları için kadınların dertlerini paylaştığı, eşlerini çekiştirdiği, sırların paylaşıldığı bir tür iç boşaltma odasıdır diye bakarsak siz bunun ne kadarını yaşarsınız?
Aynı muhabbeti kuaförde değil, ama evimde yakın arkadaşlarımla yapıyorum.
Kuaför salonları senaryo yaratmak için belki de en gerçek kadın hikayelerinin döndüğü yerler diyebilir miyiz?
Evet, gerçekten bunlardan biri de kuaför salonları. Çünkü hem kuaförde çalışan kadınların, hem de oradaki müşterilerin ayrı ayrı hikayeleri olacak ki; bu hikaye zenginliği de senaryoyu eğlenceli kılsın. Umarım biz de bu tadı Karamel dizisindeki senaryomuzla yakalarız.
Özellikle oynamak istediğiniz bir rol ya da film türü var mı?
Derdi olan hikayelerde görev almak istiyorum. Filmiyle bize bir şey anlatmak isteyen, belki gözden kaçırdığımız bir şeyi işaret eden ya da kanıksadığımız ve yabancılaştığımız bir duyguyu fark etmemizi sağlayan hikayelerin yönetmenleriyle çalışmak istiyorum. Böyle bir hikaye için elimden gelen her şeyi yaparım. ‘Sınırlarınız var mı’ diye klişe bir soru sorulur ya; işte bu tür işler söz konusu olduğunda oyuncuda sınır mınır kalmaz. Çünkü o öyle bir hikayedir ki; oyuncu da onu dert edinmiştir ve sınırlarla kaybedecek vakti yoktur.
En son oynadığınız Dinle Neyden filmiyle ilgili ne söylemek istersiniz?
Filmin başrolünde Mevlana’nın öğretileri ve felsefesi var, bu yüzden de çok naif bir film. Hem hikayesi hem çekimleri hem de oyunculuklarla bu felsefeyi destekleyip ortaya çıkarmaya çalıştık. Sanırım kendi üslubunda doğru kotarılmış bir film oldu. Tabii kendi oyunculuğumla ilgili yorum yapamıyorum, onu seyirciye ve eleştirmenlerimize bırakmak en doğrusu. Her şeyden önce ‘Dinle
Neyden’ filminde çalışmak benim için büyük bir keyifti. Bu filmin bir parçası olduğum ve yönetmenimiz Jacques Deschamps’la çalıştığım için çok mutluyum. Ondan çok şey öğrendim.
Filmin ana fikri neydi ve seyirciye ne söylüyordu?
Filmin tek bir ana fikri yok, Mevlana’nın öğretileri de zaten bu noktada devreye giriyor. Çünkü seyreden kişiye göre değişiyor, o an için kişide ne eksikse ya da ne onu rahatsız ediyorsa o duygu öne çıkıyor. Film seyircinin fark etmesini ya da kendine sorular sorup düşünmesini sağlıyor. Ya da sağlamaya çalışıyor diyelim.
Böyle bir filmin izleyeni olsaydınız en çok neyi içinize işlerdi, nerenize dokunurdu?
Sanırım dervişin sesinden duyduğumuz hemen hemen tüm öğretiler beni etkilerdi. Çünkü aşka, beklemeye, umuda dair ve tabii daha birçok şeye ve bütüne dair düşündürücü sözler var. Hedefi ise direk kalbinize dokunmak ki gerçekten söylenileni duyarsanız o da olur.
Yarattığınız karakterle ilgili sizde farklı kapıların açılması söz konusu oldu mu?
Oynarken hayır, ama belki de birden fazla seyredildiğinde söylediğiniz durumlar olabilir. Fakat bunun için de istekli ve hazır olmak gerekir diye düşünüyorum. Her şeyi hatta kendimizi bile reddettiğimiz bir anda bu filmi seyretmek ne kadar kapı açar bilemem. Kendi adıma zaten filmden önce mesnevi okuyup kafa yorduğumdan yabancısı değilim bu duruma. Zaten çoğunlukla durmaya ve bakmaya çalışıyorum etrafa.
Bu meselelere kafa yormuş biri olarak Mevlana felsefesinin sizi etkileyen tarafı nedir?
Biz zaten insanı araştıran bir meslek icra ediyoruz. Bu yüzden bir oyuncunun yolunun Mevlana ile kesişmemesi mümkün değil bence. En çok etkilendiğim, içimizde sandığımızdan fazla kötülük bulunması ve bundan korkmamak gerektiği oldu. Çünkü onu kabul edip yok edecek ışığın ta kendisinin biz olduğumuzu fark etmek oldukça etkileyici. Düşündükçe ve fark ettikçe kişi kendini daha çok seviyor ve gülümsemeye başlıyor bence.
Okuduğum bir Sufi hikayesi hayatımda çok farklı bir pencerenin açılmasına, kendimi ve geçirdiğim süreci anlamama bir anda vesile oluvermişti bu anlamda örnek vereceğiniz durumlar olabilir mi? Yaşadığınız bir deneyim sonucu ya da Mevlana felsefesiyle ilgili…
Bir ağacın sadece ağaç olduğu için ne kadar güzel olduğunu fark ettiğimde saçma sapan gülmeye başlamamı anlatmak isterdim. Dünyanın birçok yerinde savaşlar sürerken, insanlar sebepli sebepsiz yere ölürken ve bunca nefret havada uçuşurken ‘ağaçlar, mutluluk ve farkına varmak’ demek pek gerçekçi gelmeye bilir. Bahsettiğim durum ile var olan savaşlar aynı algı düzeyinde değiller, farklı dünyalar aslında bunlar. Tabii böyle acemice anlatmaya çalışmak hele bir röportajda 2-3 cümleyle çok zor.
Bazen aynı dili konuştuğumuzu sanırken her iki tarafında bambaşka yerlerde olduğunu görürüz bu anlamda zorluk yaşar mısınız? Sizin de böyle hissettiğiniz zamanlar olur mu?
Hem de çok. Ama artık bu durumlar eğlenceli bile gelmeye başladı bana. Sanki bulmaca çözer gibi. Nerede olduğumu ve karşımdakinin ise başka bir yerde olduğunu görmek de güzel. Bazen onun olduğu tarafa geçip onunla devam etmek de güzel.
Sözlere mi yoksa davranışlara mı anlam yüklersiniz?
Kesinlikle davranışlara ve bakışlara!
Benim çok benimsediğim bir düşünce olarak ‘Hayatıma isteyen girer, istemeyen gider, gelene hoş geldin, gidene de güle güle derim, kimsenin arkasından sızlanmam’ deme rahatlığını gösterir misiniz? Ya da sizin için doğrusu nedir?
Tek bir doğru olmuyor ne yazık ki. Bu doğrular da en azından benim içimde sürekli değişiyor. Kendimce koyduğum, ama aslında saçmalığını bildiğim kurallar ne kadar inat etsem de yeri gelince değişiyor. O kuralı değiştiren kişiyi ya da olayı bulunca kaçırmamak gerek sanırım. Ama tabi ki kuralı bozmak da cesaret ister.
Kendinizi hangi zamanlarda ve durumlarda ifade edemediğiniz olur?
Çok samimi ve içtensem fakat karşımdaki değilse anlaşmamız mümkün olmaz. Zaten beni yanlış anlamaya meyilli olduğu için, ben açıkladıkça konu daha da batağa saplanabilir. Bu tür durumlarda karşımdakinin nerede olduğunu anladığım anda hemen konuyu kapatırım. Nefes harcamaya değmez çünkü. Bunu en çok da içeriğine değil de kelimelere takılarak konuşanlar yapar ki bu da beni deli eder.
En çok acılarınızı mı yoksa sevinçlerinizi mi paylaşırsınız?
Derdimi anlattıkça rahatlarım, sevincimi paylaştıkça daha çok mutlu olurum. Ama sevincimi herkesle, acımı ise en yakınımla paylaşırım.
Kendinizi huzursuz hissettiğinizde bunu ne giderir?
Eskiden bir şekilde kendimi hemen meşgul edip kafamı dağıtmaya çalışırdım. Şimdiyse acaba ne olacak deyip merakla beklemeye ve görmeye çalışıyorum. Yolunda gitmeyen bir şeyler olduğunda ne kadar çabalarsam çabalayayım olmuyor işte o zaman, ne oluyor diye uzaktan bakmaya çalışıyorum. Bu olay bana neyi gözden kaçırdığımı öğretmeye çalışıyor. Tabii bunu her zaman yapamıyorum, eski alışkanlıklarla arkadaşlarımın arasına sığınıp huzursuzluktan kaçtığım da oluyor. Öyle işte, biraz içinde biraz dışındayım hayatın... (Gülüşmeler)…
Büyük kentte yaşamanın ya da sisteme dahil olabilmek için birtakım genel geçer kurallara göre yaşamamanın sizi yabancılaştırdığı olur mu?
Olmaz mı? Hem de sürekli. Bence sistemi kırmanın yolu, yine sistemi kullanarak yabancılaşmayı ortaya koymaktır. Yine hem ‘içindesin hem de dışında’ mantığı. Sisteme karşı çıkan, yabancılaşmanın altını çizen yapıtlarla insanların dikkatini çekmek, farkındalığı arttırmak bir yol olabilir. Seni kurtarmaz ama az da olsa nefes aldırır.
Çıkışsız hissettiğiniz zamanlarda size ne yardımcı olur ve yolunuzu bulmanın formülü nedir?
Ne yazık ki her zaman güçlü olamıyor insan... Ben de tabi ki kendimi kaptırıp kapatıyorum çoğu zaman ama galiba çıkış yolu yine kendine inanmakta yatıyor. Bir de sevgide…
Şu anda oynadığınız ‘Karamel’ adlı diziniz sizin önerinizle aynı adlı filmden esinlenerek yazılmış, Lübnanlı beş kadının hikayesinin anlatıldığı bu filmde sizi en çok etkileyen neydi?
Filmde, zaaflarına yenilen, hata yapıp acı çeken ama doğruyu yapmak için çırpınan çok insani, çok gerçek karakterler vardı. Beni en çok bu gerçeklik ve samimiyet etkilemişti.
Filmdeki Rose karakteri gibi hasta ablasına bakarken hayatı kaçıran, es geçen, yaşamı kaçıran kadınlar için ne söylemek istersiniz?
Cesaret gerçekten bir gereklilik, ama geçmişten getirdiklerimiz, bize dayatılanlar ve zaaflarımız birleşince cesur olmak o kadar da kolay olmuyor. Bir de her adımın yeni bir getirisi var ki bunu da göğüslemek gerekiyor. Çokça korkak olduğumuzdan ki bu erkekler için de geçerli, hayatı ıskalamak genelde yaptığımız bir şey oluyor. Sanırım ancak bir destek bulduğunda yani bir arkadaş, bir sevgiliden güç aldığında kişi daha rahat harekete geçiyor. Galiba her fırsatını bulduğumuzda yanımızdakine güç vermeli ve yanımızda da bize güç veren insanlarla yaşamalıyız. Acaba özgüvenimizi daha çok geliştirip daha mı cesur olmalıyız? Bilmiyorum ki… Belki de gözümüzü kapatıp denize atlamalıyız, bakalım ne olacak? (Gülüşmeler…)
Kadın dayanışması hakkında ne söylemek istersiniz?
Yaşadığımız bu erkek egemen dünyada zaten kadınlar erkekler tarafından yeterince eziliyor, bu yüzden bir kadın olarak tabi ki hemcinsimin yanında olmayı tercih ederim. Ve özellikle de bizim ülkemizde kadın dayanışmasına şiddetle ihtiyaç varken her koşulda bu dayanışma hareketlerinde bulunmayı görev bilirim.
Gerçekten kadınlar birbirleriyle dayanışırlar mı?
Ben gerçeğini, yalanını bilmem, görünen köy kılavuz istemez. Kadınlara yine kadınlar destek olmalı ve güç vermeli. Aksi takdirde kadınlar doğalında sahip olunması gereken ama elinden alınmış haklarını çok daha uzun sürede geri alacaklar.
Karamel adlı dizide kuaför salonunda çalışan bir karakteri oynuyorsunuz kuaför salonları için kadınların dertlerini paylaştığı, eşlerini çekiştirdiği, sırların paylaşıldığı bir tür iç boşaltma odasıdır diye bakarsak siz bunun ne kadarını yaşarsınız?
Aynı muhabbeti kuaförde değil, ama evimde yakın arkadaşlarımla yapıyorum.
Kuaför salonları senaryo yaratmak için belki de en gerçek kadın hikayelerinin döndüğü yerler diyebilir miyiz?
Evet, gerçekten bunlardan biri de kuaför salonları. Çünkü hem kuaförde çalışan kadınların, hem de oradaki müşterilerin ayrı ayrı hikayeleri olacak ki; bu hikaye zenginliği de senaryoyu eğlenceli kılsın. Umarım biz de bu tadı Karamel dizisindeki senaryomuzla yakalarız.
Özellikle oynamak istediğiniz bir rol ya da film türü var mı?
Derdi olan hikayelerde görev almak istiyorum. Filmiyle bize bir şey anlatmak isteyen, belki gözden kaçırdığımız bir şeyi işaret eden ya da kanıksadığımız ve yabancılaştığımız bir duyguyu fark etmemizi sağlayan hikayelerin yönetmenleriyle çalışmak istiyorum. Böyle bir hikaye için elimden gelen her şeyi yaparım. ‘Sınırlarınız var mı’ diye klişe bir soru sorulur ya; işte bu tür işler söz konusu olduğunda oyuncuda sınır mınır kalmaz. Çünkü o öyle bir hikayedir ki; oyuncu da onu dert edinmiştir ve sınırlarla kaybedecek vakti yoktur.
En son oynadığınız Dinle Neyden filmiyle ilgili ne söylemek istersiniz?
Filmin başrolünde Mevlana’nın öğretileri ve felsefesi var, bu yüzden de çok naif bir film. Hem hikayesi hem çekimleri hem de oyunculuklarla bu felsefeyi destekleyip ortaya çıkarmaya çalıştık. Sanırım kendi üslubunda doğru kotarılmış bir film oldu. Tabii kendi oyunculuğumla ilgili yorum yapamıyorum, onu seyirciye ve eleştirmenlerimize bırakmak en doğrusu. Her şeyden önce ‘Dinle
Neyden’ filminde çalışmak benim için büyük bir keyifti. Bu filmin bir parçası olduğum ve yönetmenimiz Jacques Deschamps’la çalıştığım için çok mutluyum. Ondan çok şey öğrendim.
Filmin ana fikri neydi ve seyirciye ne söylüyordu?
Filmin tek bir ana fikri yok, Mevlana’nın öğretileri de zaten bu noktada devreye giriyor. Çünkü seyreden kişiye göre değişiyor, o an için kişide ne eksikse ya da ne onu rahatsız ediyorsa o duygu öne çıkıyor. Film seyircinin fark etmesini ya da kendine sorular sorup düşünmesini sağlıyor. Ya da sağlamaya çalışıyor diyelim.
Böyle bir filmin izleyeni olsaydınız en çok neyi içinize işlerdi, nerenize dokunurdu?
Sanırım dervişin sesinden duyduğumuz hemen hemen tüm öğretiler beni etkilerdi. Çünkü aşka, beklemeye, umuda dair ve tabii daha birçok şeye ve bütüne dair düşündürücü sözler var. Hedefi ise direk kalbinize dokunmak ki gerçekten söylenileni duyarsanız o da olur.
Yarattığınız karakterle ilgili sizde farklı kapıların açılması söz konusu oldu mu?
Oynarken hayır, ama belki de birden fazla seyredildiğinde söylediğiniz durumlar olabilir. Fakat bunun için de istekli ve hazır olmak gerekir diye düşünüyorum. Her şeyi hatta kendimizi bile reddettiğimiz bir anda bu filmi seyretmek ne kadar kapı açar bilemem. Kendi adıma zaten filmden önce mesnevi okuyup kafa yorduğumdan yabancısı değilim bu duruma. Zaten çoğunlukla durmaya ve bakmaya çalışıyorum etrafa.
Bu meselelere kafa yormuş biri olarak Mevlana felsefesinin sizi etkileyen tarafı nedir?
Biz zaten insanı araştıran bir meslek icra ediyoruz. Bu yüzden bir oyuncunun yolunun Mevlana ile kesişmemesi mümkün değil bence. En çok etkilendiğim, içimizde sandığımızdan fazla kötülük bulunması ve bundan korkmamak gerektiği oldu. Çünkü onu kabul edip yok edecek ışığın ta kendisinin biz olduğumuzu fark etmek oldukça etkileyici. Düşündükçe ve fark ettikçe kişi kendini daha çok seviyor ve gülümsemeye başlıyor bence.
Okuduğum bir Sufi hikayesi hayatımda çok farklı bir pencerenin açılmasına, kendimi ve geçirdiğim süreci anlamama bir anda vesile oluvermişti bu anlamda örnek vereceğiniz durumlar olabilir mi? Yaşadığınız bir deneyim sonucu ya da Mevlana felsefesiyle ilgili…
Bir ağacın sadece ağaç olduğu için ne kadar güzel olduğunu fark ettiğimde saçma sapan gülmeye başlamamı anlatmak isterdim. Dünyanın birçok yerinde savaşlar sürerken, insanlar sebepli sebepsiz yere ölürken ve bunca nefret havada uçuşurken ‘ağaçlar, mutluluk ve farkına varmak’ demek pek gerçekçi gelmeye bilir. Bahsettiğim durum ile var olan savaşlar aynı algı düzeyinde değiller, farklı dünyalar aslında bunlar. Tabii böyle acemice anlatmaya çalışmak hele bir röportajda 2-3 cümleyle çok zor.
Bazen aynı dili konuştuğumuzu sanırken her iki tarafında bambaşka yerlerde olduğunu görürüz bu anlamda zorluk yaşar mısınız? Sizin de böyle hissettiğiniz zamanlar olur mu?
Hem de çok. Ama artık bu durumlar eğlenceli bile gelmeye başladı bana. Sanki bulmaca çözer gibi. Nerede olduğumu ve karşımdakinin ise başka bir yerde olduğunu görmek de güzel. Bazen onun olduğu tarafa geçip onunla devam etmek de güzel.
Sözlere mi yoksa davranışlara mı anlam yüklersiniz?
Kesinlikle davranışlara ve bakışlara!
Benim çok benimsediğim bir düşünce olarak ‘Hayatıma isteyen girer, istemeyen gider, gelene hoş geldin, gidene de güle güle derim, kimsenin arkasından sızlanmam’ deme rahatlığını gösterir misiniz? Ya da sizin için doğrusu nedir?
Tek bir doğru olmuyor ne yazık ki. Bu doğrular da en azından benim içimde sürekli değişiyor. Kendimce koyduğum, ama aslında saçmalığını bildiğim kurallar ne kadar inat etsem de yeri gelince değişiyor. O kuralı değiştiren kişiyi ya da olayı bulunca kaçırmamak gerek sanırım. Ama tabi ki kuralı bozmak da cesaret ister.
Kendinizi hangi zamanlarda ve durumlarda ifade edemediğiniz olur?
Çok samimi ve içtensem fakat karşımdaki değilse anlaşmamız mümkün olmaz. Zaten beni yanlış anlamaya meyilli olduğu için, ben açıkladıkça konu daha da batağa saplanabilir. Bu tür durumlarda karşımdakinin nerede olduğunu anladığım anda hemen konuyu kapatırım. Nefes harcamaya değmez çünkü. Bunu en çok da içeriğine değil de kelimelere takılarak konuşanlar yapar ki bu da beni deli eder.
En çok acılarınızı mı yoksa sevinçlerinizi mi paylaşırsınız?
Derdimi anlattıkça rahatlarım, sevincimi paylaştıkça daha çok mutlu olurum. Ama sevincimi herkesle, acımı ise en yakınımla paylaşırım.
Kendinizi huzursuz hissettiğinizde bunu ne giderir?
Eskiden bir şekilde kendimi hemen meşgul edip kafamı dağıtmaya çalışırdım. Şimdiyse acaba ne olacak deyip merakla beklemeye ve görmeye çalışıyorum. Yolunda gitmeyen bir şeyler olduğunda ne kadar çabalarsam çabalayayım olmuyor işte o zaman, ne oluyor diye uzaktan bakmaya çalışıyorum. Bu olay bana neyi gözden kaçırdığımı öğretmeye çalışıyor. Tabii bunu her zaman yapamıyorum, eski alışkanlıklarla arkadaşlarımın arasına sığınıp huzursuzluktan kaçtığım da oluyor. Öyle işte, biraz içinde biraz dışındayım hayatın... (Gülüşmeler)…
Büyük kentte yaşamanın ya da sisteme dahil olabilmek için birtakım genel geçer kurallara göre yaşamamanın sizi yabancılaştırdığı olur mu?
Olmaz mı? Hem de sürekli. Bence sistemi kırmanın yolu, yine sistemi kullanarak yabancılaşmayı ortaya koymaktır. Yine hem ‘içindesin hem de dışında’ mantığı. Sisteme karşı çıkan, yabancılaşmanın altını çizen yapıtlarla insanların dikkatini çekmek, farkındalığı arttırmak bir yol olabilir. Seni kurtarmaz ama az da olsa nefes aldırır.
Çıkışsız hissettiğiniz zamanlarda size ne yardımcı olur ve yolunuzu bulmanın formülü nedir?
Ne yazık ki her zaman güçlü olamıyor insan... Ben de tabi ki kendimi kaptırıp kapatıyorum çoğu zaman ama galiba çıkış yolu yine kendine inanmakta yatıyor. Bir de sevgide…
4 Ekim 2008 Cumartesi
Pelin Batu
Masum yüzü ve farklı güzelliğiyle romantik komedi tarzındaki filmlerde görmeye alışık olduğumuz Pelin Batu, Haluk Piyes’in yönetmenliğini yaptığı ‘Barut’ adlı filmde Rus bir hayat kadınını canlandırıyor. Kendi filmlerimi izlemekten keyif almam diyen Pelin Batu’nun en büyük hayali güzel filmlerde oynamak ve bu filmlerle dünyayı gezmek. Batu, en çok yazmaya gönül vermiş olsa da ‘sinemada var olmasaydım hayatım çok renksiz olurdu’ diyor…
Barut’ta nasıl birini canlandırıyorsunuz?
Türkiye’ye gelmiş, doğru dürüst tanımadığı ve kaçmaya çalıştığı bir ortamın içine katılmış Rus bir hayat kadınını canlandırıyorum. Dolayısıyla bayağı şansız bir karakter.
Bu projede olmak sizin için ne ifade ediyor?
Bir filmde oynayınca bir sürü anınız ve arkadaşlıklarınız oluyor, bu arkadaşlıklar bence filmden daha önemli. Haluk Piyes’le geçen sene ‘Pars-Kiraz Operasyonu’ adlı filmde çalışmıştım. Film çekiyorum ve senin olmanı istiyorum deyince senaryoyu okumadan kabul ettim. Buradaki karakter sertliği ve kapalılığı açısından farklıydı. Hem Haluk Piyes’in olması hem de farklı bir karakteri oynamak kabul etmeme neden oldu.
Filmde şiddet sorgulanıyor sizin bu konudaki düşünceleriniz nedir?
Şiddet çok ilkel ve yeşil gözlü canavar gibi herkesin içinden çıkan birşey. Kontrol edilmediği takdirde korkunç bir boyuta varabilen evrensel bir konu. Aslında bir aşk hikayesi ya da Haneke’nin ‘Piyanist’ filminde olduğu gibi anne kız arasındaki bir ilişki de şiddet hikayesi olabilir. Dolayısıyla şiddet başlığı altında bir sürü şey yerleştirebilirsiniz.
Sizin için en korkuncu manevi şiddet mi yoksa fiziksel şiddet mi?
İkisi de acıtır.
Can acısı geçer de dil yarası insanın daha çok içine işler gibi geliyor… Bence insanın yapısına ve karşılıklı edilen sözlere bağlı bu. İzlediğim bir belgeselde bir adam önce ilk karısını ve sonraki iki kız arkadaşını kafasına çekiçle vurarak öldürmüş. Adam kadınlar tarafından terk edilmeyi ve onların başka birilerine ait olmalarını kabullenemiyor. Burada kadınları öldürmeye kadar varan korkutucu bir şiddet var.
KENDİMİ SEYREDEMEM
Şiddeti uygulayan kadar bunu kabul eden de hastalıklı bir ruh yapısına sahip aslında…
Uygulayana haliyle psikopat gözüyle bakıyoruz ama onu kabul eden de bir şekilde psikopat. Hayatımda böyle bir şey yaşamadığım için bunu benim söylemem kolay. Şiddete maruz kalanlar bundan zevk alıyor demekle onlara haksızlık etmiş oluyorum. Çünkü bir sürü insanın nedeni var. Bu kadar çok acıyı ve şiddeti yaşadıktan sonra korkup kaçmamak da saçma geliyor ama söylemesi kolay.
Bugüne kadar oynadığınız filmler içinde en çok hangisi sevdiniz?
Ben hiçbir şeyden memnun olmuyorum. Belki bir taraftan böyle olması iyi, her şeyi hallettim ve çok iyiyim demek insanın kendini geliştirmesini engelliyor. Her zaman bir kusur buluyorum ve bu da filmlerimi seyretmememe neden oluyor. Filmleri galada izlerim ve kendi filmlerimi seyretmekten zevk almam.
Kendinizi mi beğenmiyorsunuz yoksa filmin bütününü mü?
Senaryoyu okuyup hazırlanıyorsunuz ama hiçbir zaman kafanızda tahlil ettiğiniz gibi olmuyor. Kendi karakterim için de aynı şey söz konusu ‘şunu da yapabilirdim, şunu da ekleyebilirdim’ diye düşündüğüm için de rahat edemiyorum. Dolayısıyla her filmde çok sevdiğim ya da sevmediğim anlar oluyor. Çok beğenerek okuduğunuz bir romanın filme çekildiğinde sizi hayal kırıklığına uğratması gibi.
Sizi en çok sinema oyunculuğu mu yoksa tiyatro oyunculuğu heyecanlandırıyor?
Sahnede olmak çok büyük bir heyecan ve o anda bir şey yaratmak hiçbir zevkle kıyaslanamaz. O adrenalin ve içinizdeki coşku ne sinema ne de başka bir işle kıyaslanabilir. Fakat o kadar gelip geçici bir heyecan ki; o an yapıyorsunuz iyi, güzel, ama bitiyor.
Genco Erkal ile aynı sahneyi paylaşmak istiyormuşsunuz…
Kendi odamda inanılmaz gezi planları yapıp bunları uygulamayan insan türündenim. Ve bazen de geziyi hayal etmenin, gezinin kendisinden daha zevkli olacağını da biliyorum. Bu projelerle de ilgili. Takva filminde Erkan Can’ı izlediğimde onunla oynayabilsem diye düşünmüştüm aynı şeklide Macide Tanır’la ya da Işık Yenersu’yla. Bu kişiler hem sanatçı olarak hayranlık duyduğum hem de kişiliklerine saygı duyduğum insanlar. Onlardan çok şey öğrenebileceğimi biliyorum ama bunun için bir şey yapıyor muyum? Hayır.
Seçim yapmanız gerekse oyunculuğu mu yoksa yazarlığı mı seçersiniz?
Herhalde yazıyı tercih ederdim. Oyunculuk dünyanın en zevkli işlerinden biri ama bazen setin ortasında olup bitenlerden uzaklaşıyorum ve ne yapıyorum diye kendime soruyorum. Elli kişi bir odanın içine tıkılmış bir şey yaratmaya çalışıyor. Kurmaca bir şey var ve bizler de dev çocuklar gibiyiz. Ama yazarlıkta istediğim hızda, istediğim zamanda yazıyorum ve otokontrol bende oluyor. Dolayısıyla kendimi bu alanda çok daha iyi hissediyorum. Ama sinema olmasaydı da hayatım çok daha renksiz olurdu.
Karakterleri oluştururken burçlardan yararlanıyormuşsunuz, filmdeki karakterin burcu nedir?
İkizler diye düşündüm. En yakın arkadaşlarımın çoğu ikizler burcu dolayısıyla çok yakından tanıma fırsatım oldu. Filmdeki karakteri bir yandan kendine güvenli ve rahat biri diğer taraftan çok korkak ve zavallı biri gibi düşündüm. Bu belki herkeste olan bir özellik ama ikizler burcu bu durumları çok güzel bir şeklide toparlıyor.
Ünlü olmayı seviyor musunuz?
Ün benim için çok fazla bir şey ifade etmiyor. Tabii ki bazen hoş şeyler duymak insanın egosunu tatmin ediyor ama bazen hiç olmasaydı diye düşündüğümde hayatımda çok fazla bir şeyin değişmeyeceğinin farkındayım. Oldum olası evimizde babamdan dolayı gazeteciler, televizyoncular vardı ve her zaman bu bana normal bir şey gibi geliyordu.
Babanızın sizin mesleğiniz konusunda bir hayali var mıydı?
Babam her zaman sen ne istersen ve seni ne mutlu derse onu yap demiştir.
Anneniz baskın karakter mi?
Annemle babam istediklerimi yapmam konusunda benziyorlar ama ister istemez ailede birinin kötü polis olması gerekiyor. Babam çok yumuşak biridir ve çok fazla bir şeye karışmaz dolayısıyla annem bazı kuralları koymak ve kısıtlamaları yapmak durumunda kaldı. Annem de ‘kızım seni ne mutlu ediyorsa onu yap’ der ama yaptığım işleri de çok objektif bir şekilde eleştirir.
Basında sizin için çıkan haberler için ailenizin tepkisi nasıl oluyor?
Hiçbir şey söylemiyorlar hatta onlar beni rahatlatıyorlar. Onlar üzülecek diye üzülüyorum. Tam tersine onlar beni arayıp “kızım üzülmeye değmez, bu işleri bilmiyor musun” derler. Bende biraz melodramik bir damar vardır ve işleri olduğundan fazla büyütebilirim. Onlar beni supap gibi sakinleştirmeye çalışırlar.
İnal Batu’nun kızı olmak size bir ayrıcalık getirdi mi?
Bilmiyorum, başlangıçta medyadaki tepkinin babam yüzünden olduğunun farkındayım ve bundan çok sıkıldım. Birinin kızı, birinin teyzesi olmak erkek figürlerinin yanındaki garnitür olmak gibi geliyor ve bu beni çok rahatsız ediyor. İnsanların benden uzak kaldıklarını da hissediyorum bazen konumumdan dolayı teklif bile gelmediğini düşünüyorum. Bir taraftan hayatım kolaylaştıran bir durumken bir taraftan zorlaştıran bir duruma dönüşebiliyor. İnsanların gözünde cam fanusun içindeki bir obje gibi kalabiliyorum.
Yaşadığım ilişki bana özeldir
Ahmet Hakan’la beraberliğinizi ilk başlarda neden saklama gereği duydunuz?
Bu konuda cevap vermek istemiyorum, anlatmaya başlayınca işimin dışına çıkmış oluyorum. Mesela size ailemle ilgili bir şeyler anlattım bu da benim kişiliğim ile ilgili olduğu için. Ama yaşadığım hayatı kimsenin ilgilendirmediğini düşünüyorum. Ben nasıl başkalarının hayatını merak etmiyorsam kendi hayatımla ilgili de anlatmak istemiyorum.
Halkın gözünde olunca da ister istemez merak ediliyorsunuz. Bir şeyler gizlendiğinde daha çok merak konusu olduğu da bir gerçek.
Bu bir ilgi çekme çabası değil, gerçekten normalde arkadaşlarımla bile paylaşmam. Alışık değilim ve kapalı kalmayı tercih ediyorum.
Ama özel yaşadığınız ilişkide de siz varsınız, tek başına yaşanılan bir şey değil ki…
Evet, tabii ki ama dediğim gibi…
Son bir soru daha, Köprü Üstü Aşıkları filmini anımsatan ‘Nişantaşı Aşıkları’ sözünün size yakıştırılmasına ne diyorsunuz?
Gerçekten böyle bir yakıştırma yapıldığını duymamıştım. Allah, Allah… Çoğunlukla çıkan haberleri başkalarından duymuş oluyorum. Çıkan paparazzi haberlerini dolaylı olarak öğreniyorum.
Ahmet Bey belki de söyleşi yaparken şuna dikkat et fazla konuşma gibi taktikler de veriyordur?
Hiç öyle bir şey olmuyor ve kimseden talimat almıyorum.
Barut’ta nasıl birini canlandırıyorsunuz?
Türkiye’ye gelmiş, doğru dürüst tanımadığı ve kaçmaya çalıştığı bir ortamın içine katılmış Rus bir hayat kadınını canlandırıyorum. Dolayısıyla bayağı şansız bir karakter.
Bu projede olmak sizin için ne ifade ediyor?
Bir filmde oynayınca bir sürü anınız ve arkadaşlıklarınız oluyor, bu arkadaşlıklar bence filmden daha önemli. Haluk Piyes’le geçen sene ‘Pars-Kiraz Operasyonu’ adlı filmde çalışmıştım. Film çekiyorum ve senin olmanı istiyorum deyince senaryoyu okumadan kabul ettim. Buradaki karakter sertliği ve kapalılığı açısından farklıydı. Hem Haluk Piyes’in olması hem de farklı bir karakteri oynamak kabul etmeme neden oldu.
Filmde şiddet sorgulanıyor sizin bu konudaki düşünceleriniz nedir?
Şiddet çok ilkel ve yeşil gözlü canavar gibi herkesin içinden çıkan birşey. Kontrol edilmediği takdirde korkunç bir boyuta varabilen evrensel bir konu. Aslında bir aşk hikayesi ya da Haneke’nin ‘Piyanist’ filminde olduğu gibi anne kız arasındaki bir ilişki de şiddet hikayesi olabilir. Dolayısıyla şiddet başlığı altında bir sürü şey yerleştirebilirsiniz.
Sizin için en korkuncu manevi şiddet mi yoksa fiziksel şiddet mi?
İkisi de acıtır.
Can acısı geçer de dil yarası insanın daha çok içine işler gibi geliyor… Bence insanın yapısına ve karşılıklı edilen sözlere bağlı bu. İzlediğim bir belgeselde bir adam önce ilk karısını ve sonraki iki kız arkadaşını kafasına çekiçle vurarak öldürmüş. Adam kadınlar tarafından terk edilmeyi ve onların başka birilerine ait olmalarını kabullenemiyor. Burada kadınları öldürmeye kadar varan korkutucu bir şiddet var.
KENDİMİ SEYREDEMEM
Şiddeti uygulayan kadar bunu kabul eden de hastalıklı bir ruh yapısına sahip aslında…
Uygulayana haliyle psikopat gözüyle bakıyoruz ama onu kabul eden de bir şekilde psikopat. Hayatımda böyle bir şey yaşamadığım için bunu benim söylemem kolay. Şiddete maruz kalanlar bundan zevk alıyor demekle onlara haksızlık etmiş oluyorum. Çünkü bir sürü insanın nedeni var. Bu kadar çok acıyı ve şiddeti yaşadıktan sonra korkup kaçmamak da saçma geliyor ama söylemesi kolay.
Bugüne kadar oynadığınız filmler içinde en çok hangisi sevdiniz?
Ben hiçbir şeyden memnun olmuyorum. Belki bir taraftan böyle olması iyi, her şeyi hallettim ve çok iyiyim demek insanın kendini geliştirmesini engelliyor. Her zaman bir kusur buluyorum ve bu da filmlerimi seyretmememe neden oluyor. Filmleri galada izlerim ve kendi filmlerimi seyretmekten zevk almam.
Kendinizi mi beğenmiyorsunuz yoksa filmin bütününü mü?
Senaryoyu okuyup hazırlanıyorsunuz ama hiçbir zaman kafanızda tahlil ettiğiniz gibi olmuyor. Kendi karakterim için de aynı şey söz konusu ‘şunu da yapabilirdim, şunu da ekleyebilirdim’ diye düşündüğüm için de rahat edemiyorum. Dolayısıyla her filmde çok sevdiğim ya da sevmediğim anlar oluyor. Çok beğenerek okuduğunuz bir romanın filme çekildiğinde sizi hayal kırıklığına uğratması gibi.
Sizi en çok sinema oyunculuğu mu yoksa tiyatro oyunculuğu heyecanlandırıyor?
Sahnede olmak çok büyük bir heyecan ve o anda bir şey yaratmak hiçbir zevkle kıyaslanamaz. O adrenalin ve içinizdeki coşku ne sinema ne de başka bir işle kıyaslanabilir. Fakat o kadar gelip geçici bir heyecan ki; o an yapıyorsunuz iyi, güzel, ama bitiyor.
Genco Erkal ile aynı sahneyi paylaşmak istiyormuşsunuz…
Kendi odamda inanılmaz gezi planları yapıp bunları uygulamayan insan türündenim. Ve bazen de geziyi hayal etmenin, gezinin kendisinden daha zevkli olacağını da biliyorum. Bu projelerle de ilgili. Takva filminde Erkan Can’ı izlediğimde onunla oynayabilsem diye düşünmüştüm aynı şeklide Macide Tanır’la ya da Işık Yenersu’yla. Bu kişiler hem sanatçı olarak hayranlık duyduğum hem de kişiliklerine saygı duyduğum insanlar. Onlardan çok şey öğrenebileceğimi biliyorum ama bunun için bir şey yapıyor muyum? Hayır.
Seçim yapmanız gerekse oyunculuğu mu yoksa yazarlığı mı seçersiniz?
Herhalde yazıyı tercih ederdim. Oyunculuk dünyanın en zevkli işlerinden biri ama bazen setin ortasında olup bitenlerden uzaklaşıyorum ve ne yapıyorum diye kendime soruyorum. Elli kişi bir odanın içine tıkılmış bir şey yaratmaya çalışıyor. Kurmaca bir şey var ve bizler de dev çocuklar gibiyiz. Ama yazarlıkta istediğim hızda, istediğim zamanda yazıyorum ve otokontrol bende oluyor. Dolayısıyla kendimi bu alanda çok daha iyi hissediyorum. Ama sinema olmasaydı da hayatım çok daha renksiz olurdu.
Karakterleri oluştururken burçlardan yararlanıyormuşsunuz, filmdeki karakterin burcu nedir?
İkizler diye düşündüm. En yakın arkadaşlarımın çoğu ikizler burcu dolayısıyla çok yakından tanıma fırsatım oldu. Filmdeki karakteri bir yandan kendine güvenli ve rahat biri diğer taraftan çok korkak ve zavallı biri gibi düşündüm. Bu belki herkeste olan bir özellik ama ikizler burcu bu durumları çok güzel bir şeklide toparlıyor.
Ünlü olmayı seviyor musunuz?
Ün benim için çok fazla bir şey ifade etmiyor. Tabii ki bazen hoş şeyler duymak insanın egosunu tatmin ediyor ama bazen hiç olmasaydı diye düşündüğümde hayatımda çok fazla bir şeyin değişmeyeceğinin farkındayım. Oldum olası evimizde babamdan dolayı gazeteciler, televizyoncular vardı ve her zaman bu bana normal bir şey gibi geliyordu.
Babanızın sizin mesleğiniz konusunda bir hayali var mıydı?
Babam her zaman sen ne istersen ve seni ne mutlu derse onu yap demiştir.
Anneniz baskın karakter mi?
Annemle babam istediklerimi yapmam konusunda benziyorlar ama ister istemez ailede birinin kötü polis olması gerekiyor. Babam çok yumuşak biridir ve çok fazla bir şeye karışmaz dolayısıyla annem bazı kuralları koymak ve kısıtlamaları yapmak durumunda kaldı. Annem de ‘kızım seni ne mutlu ediyorsa onu yap’ der ama yaptığım işleri de çok objektif bir şekilde eleştirir.
Basında sizin için çıkan haberler için ailenizin tepkisi nasıl oluyor?
Hiçbir şey söylemiyorlar hatta onlar beni rahatlatıyorlar. Onlar üzülecek diye üzülüyorum. Tam tersine onlar beni arayıp “kızım üzülmeye değmez, bu işleri bilmiyor musun” derler. Bende biraz melodramik bir damar vardır ve işleri olduğundan fazla büyütebilirim. Onlar beni supap gibi sakinleştirmeye çalışırlar.
İnal Batu’nun kızı olmak size bir ayrıcalık getirdi mi?
Bilmiyorum, başlangıçta medyadaki tepkinin babam yüzünden olduğunun farkındayım ve bundan çok sıkıldım. Birinin kızı, birinin teyzesi olmak erkek figürlerinin yanındaki garnitür olmak gibi geliyor ve bu beni çok rahatsız ediyor. İnsanların benden uzak kaldıklarını da hissediyorum bazen konumumdan dolayı teklif bile gelmediğini düşünüyorum. Bir taraftan hayatım kolaylaştıran bir durumken bir taraftan zorlaştıran bir duruma dönüşebiliyor. İnsanların gözünde cam fanusun içindeki bir obje gibi kalabiliyorum.
Yaşadığım ilişki bana özeldir
Ahmet Hakan’la beraberliğinizi ilk başlarda neden saklama gereği duydunuz?
Bu konuda cevap vermek istemiyorum, anlatmaya başlayınca işimin dışına çıkmış oluyorum. Mesela size ailemle ilgili bir şeyler anlattım bu da benim kişiliğim ile ilgili olduğu için. Ama yaşadığım hayatı kimsenin ilgilendirmediğini düşünüyorum. Ben nasıl başkalarının hayatını merak etmiyorsam kendi hayatımla ilgili de anlatmak istemiyorum.
Halkın gözünde olunca da ister istemez merak ediliyorsunuz. Bir şeyler gizlendiğinde daha çok merak konusu olduğu da bir gerçek.
Bu bir ilgi çekme çabası değil, gerçekten normalde arkadaşlarımla bile paylaşmam. Alışık değilim ve kapalı kalmayı tercih ediyorum.
Ama özel yaşadığınız ilişkide de siz varsınız, tek başına yaşanılan bir şey değil ki…
Evet, tabii ki ama dediğim gibi…
Son bir soru daha, Köprü Üstü Aşıkları filmini anımsatan ‘Nişantaşı Aşıkları’ sözünün size yakıştırılmasına ne diyorsunuz?
Gerçekten böyle bir yakıştırma yapıldığını duymamıştım. Allah, Allah… Çoğunlukla çıkan haberleri başkalarından duymuş oluyorum. Çıkan paparazzi haberlerini dolaylı olarak öğreniyorum.
Ahmet Bey belki de söyleşi yaparken şuna dikkat et fazla konuşma gibi taktikler de veriyordur?
Hiç öyle bir şey olmuyor ve kimseden talimat almıyorum.
Tatil Kitabı/Seyfi Teoman
Çiçeği burnunda genç bir yönetmen Seyfi Teoman. İlk kez Polonya’da çektiği ‘Apartman’ adlı kısa filmle adından söz ettirdi. Birçok ülkede ülkemizi başarıyla temsil eden Seyfi Teoman ile geçtiğimiz hafta vizyona giren filmi ‘Tatil Kitabı’nı, sıradaki projelerini ve sinemaya bakışını konuştuk.
Yönetmenliğe nasıl başladınız?
Boğaziçi Üniversitesi’nde İktisat Bölümü’nü bitirdikten sonra Polonya’da 2 sene film yönetmenliği eğitimi aldım. Türkiye’ye döndükten sonra bazı reklam filmlerinde yönetmen asistanlığı yaptım. Reha Erdem’in uzun metrajlı filmlerinde görev aldım. Asistanlık yaptığım süreç içinde yazdığım bir senaryo vardı, Rotterdam Uluslararası Film Festivali Hubert Bals Fonu’ndan ‘Senaryo ve Proje Geliştirme Desteği’ alınca ben de çekmeye karar verdim.
‘Tatil Kitabı’nın hikayesinden bahseder misiniz?
Film, okulların yaz tatiline girmesiyle başlayıp okulların açılmasıyla bitiyor. Bir aile üzerinden Silifke’deki yaşam hakkında bir hikaye anlatılıyor. Hikayenin merkezinde çocuk var gibi görünse de ailenin diğer üyelerinin öyküsünü anlatıyor. Mümkün olduğu kadar karakterlere eşit mesafede durmaya çalıştım. İnsancıl bir öyküsü var. Filmin yavaş bir temposu var ve başlarda izlerken biraz sabır gerekiyor ama seyirciye ulaşacağı konusunda umutluyum.
Bu ilk filminizdi, oyuncu seçimini neye göre yaptınız?
Filmde çok iyi bir sinema oyuncusu olan tiyatro kökenli oyuncu Taner Birsel var. Türkiye’de çok fazla tanınmamasının nedeni dizilerde oynamaması. Diğer oyuncular ise yarı profesyonel. Oyunculardan biri film için seçildiğinde Çukurova Üniversitesi’nde öğrenciydi ama şu anda profesyonel olarak tiyatro oyunculuğu yapıyor. Anne karakterini oynayan oyuncumuz yerel tiyatrolarda oyunculuk yapıyor. Tek amatör oyuncumuz baba karakteriydi. Fiziği hikayeye çok uygun düşmüştü. Ayrıca kendi de çok istekliydi. Benim için önemli olan oyuncuların otantikliği ve yerelliği verebilmeleriydi. İlk filminizi yaparken zaten daha özgür oluyorsunuz. Hiçbir maddi destek olmadan yaptık çok büyük bir ticari başarı sağlamayacağını da biliyoruz. Hiçbir angajmanımız yokken oyuncu seçimini de tamamen kendi isteklerimize göre yaptık.
Filmlerde çocukları oynatmak zordur, kast yaparken çocuk bulmakta zorlandınız mı?
Silifke’de yaşayan o yaş grubundaki yaklaşık bin çocukla görüşüldü. Uzun bir araştırmadan sonra bulduk.
Filminizin Berlin Film Festivali’nde gösterileceğini umut ediyor muydunuz?
Yarışma bölümü de dahil her bölüme başvurduk. Yarışmaya kabul edileceğimizi ummuyorduk çünkü çok kaba bir montajla filmi göndermiştik. O noktada Forum bölümüne kabul edilmek bizim için yeterli.
KENDİMİ YÖNETMEN OLARAK GÖRMÜYORUM
‘Tatil Kitabı’ daha sonra birçok ödül aldı, bu ödüller sizi cesaretlendirdi mi yoksa bir tedirginlik duygusu yarattı mı?
Tereddüt hissetmedim aksine daha çok cesaretli hissediyorum ve motivasyonum arttı. Maddi anlamda çok büyük bir desteğimiz. Bir sonraki film için maddi bir sürü engel var ama aldığımız bu ödüller bizi motive ediyor. Benim zaten çok fazla iddiam yok ki; arkasında çok büyük bir kariyeri olan bir yönetmen değilim. Ödüller alan bir film yaptım ama önemli olan bunun bir süreklilik kazanması. Ben henüz kendimi yönetmen olarak da görmüyorum…
Sinema yapmanın büyüsü nedir?
Bunlar çok sezgisel şeyler, direkt cevap vermek çok zor. Sinema diğer sanatlarla da kesişen çok güçlü bir sanat, güçlü görselliği ve kendine özgü biçemi var. Önceleri edebiyata daha fazla ilgi duyuyordum ama üniversite yıllarında bir noktadan sonra film festivallerine gidip gelerek diğer alternatifleri görerek etkilendim. Festivaller bizim için bir nevi okul gibiydi.
Festivallerde izleyici konumundayken şimdi filmleriniz festivallerde gösteriliyor, böyle olacağını hissetmiş miydiniz?
Okulun sinema kulübünde Yılmaz Güney’in ‘Duvar’ adlı filmini izledikten sonra, başka türlü bir sinema da varmış demek, ben de böyle filmler yapabilir miyim diye düşünmüştüm. Hiçbir zaman kariyer olarak bakmadım, tüm süreç zaten sizi o noktaya getiriyor. Daha sonra filmler yapacağımın bir garantisi de yok belki bir noktadan sonra yapamayacağım. Yönetmenliği şairlik gibi görüyorum esas mesleğinden ziyade tutkuyla bağlanılan bir şey.
Yaptığınız sinemayı nasıl tanımlıyorsunuz?
Bir tek film yaptım ve ben de bir arayış içindeyim, Yaparken öğreniyorum. Şu anda buna cevap vermek çok zor.
Filmde müzik yok, neden?
Bu filmi çekmeyi tasarlarken asla müziği düşünmedim. Belki de çok anlamadığım içindir, bilemiyorum. Montajı tamamlarken de filmin müziğe ihtiyacı olmadığını gördüm. Müzik çok güçlü bir araç ve ihtiyaç yoksa da koymak anlamsız. Sonradan sahneye duygu katmak ve montajı kurtarmak için konulan müzik düşündüğünüzden fazla etki yaratabilir. Filmi izleyen insanlar içinde müziğin olmadığını fark etmeyenler var.
Ödül çok, destek yok‘Tatil Kitabı’ filmi senaryo, yapım aşaması ve sonrasında üç kez Kültür Bakanlığı Destekleme Kurulu tarafından reddedildi.
Şu anda Barış Bıçakçı’nın bir romanını sinema filmine uyarlıyoruz ve bu projeyle yurt dışından destek aldık. Hollanda Film Buluşması’na davet edildi ama aynı proje Bakanlık tarafından reddedildi. Destekleme Kurulu’nun yapısında bir sorun olduğunu düşünüyorum. Hangi gerekçelerle kabul edip etmedikleri belli değil. Bazı üyelerin yakın akrabalarının destek aldığı ortaya çıktı, doğruluğundan emin olmasam da böyle bir şaibe var. Kişisel olarak bu konuda kendimi mağdur hissediyorum. Uzun zamandır sinemayla uğraşıyorum ve iki filmimle de bir sürü yerde çok ciddi bir şekilde Türkiye’yi temsil ettim ve yedi kez reddedildim. Destek alan filmleri şaibe altında bırakmak istemiyorum ama sistemde genel olarak bir sorun olduğu kesin.
Yönetmenliğe nasıl başladınız?
Boğaziçi Üniversitesi’nde İktisat Bölümü’nü bitirdikten sonra Polonya’da 2 sene film yönetmenliği eğitimi aldım. Türkiye’ye döndükten sonra bazı reklam filmlerinde yönetmen asistanlığı yaptım. Reha Erdem’in uzun metrajlı filmlerinde görev aldım. Asistanlık yaptığım süreç içinde yazdığım bir senaryo vardı, Rotterdam Uluslararası Film Festivali Hubert Bals Fonu’ndan ‘Senaryo ve Proje Geliştirme Desteği’ alınca ben de çekmeye karar verdim.
‘Tatil Kitabı’nın hikayesinden bahseder misiniz?
Film, okulların yaz tatiline girmesiyle başlayıp okulların açılmasıyla bitiyor. Bir aile üzerinden Silifke’deki yaşam hakkında bir hikaye anlatılıyor. Hikayenin merkezinde çocuk var gibi görünse de ailenin diğer üyelerinin öyküsünü anlatıyor. Mümkün olduğu kadar karakterlere eşit mesafede durmaya çalıştım. İnsancıl bir öyküsü var. Filmin yavaş bir temposu var ve başlarda izlerken biraz sabır gerekiyor ama seyirciye ulaşacağı konusunda umutluyum.
Bu ilk filminizdi, oyuncu seçimini neye göre yaptınız?
Filmde çok iyi bir sinema oyuncusu olan tiyatro kökenli oyuncu Taner Birsel var. Türkiye’de çok fazla tanınmamasının nedeni dizilerde oynamaması. Diğer oyuncular ise yarı profesyonel. Oyunculardan biri film için seçildiğinde Çukurova Üniversitesi’nde öğrenciydi ama şu anda profesyonel olarak tiyatro oyunculuğu yapıyor. Anne karakterini oynayan oyuncumuz yerel tiyatrolarda oyunculuk yapıyor. Tek amatör oyuncumuz baba karakteriydi. Fiziği hikayeye çok uygun düşmüştü. Ayrıca kendi de çok istekliydi. Benim için önemli olan oyuncuların otantikliği ve yerelliği verebilmeleriydi. İlk filminizi yaparken zaten daha özgür oluyorsunuz. Hiçbir maddi destek olmadan yaptık çok büyük bir ticari başarı sağlamayacağını da biliyoruz. Hiçbir angajmanımız yokken oyuncu seçimini de tamamen kendi isteklerimize göre yaptık.
Filmlerde çocukları oynatmak zordur, kast yaparken çocuk bulmakta zorlandınız mı?
Silifke’de yaşayan o yaş grubundaki yaklaşık bin çocukla görüşüldü. Uzun bir araştırmadan sonra bulduk.
Filminizin Berlin Film Festivali’nde gösterileceğini umut ediyor muydunuz?
Yarışma bölümü de dahil her bölüme başvurduk. Yarışmaya kabul edileceğimizi ummuyorduk çünkü çok kaba bir montajla filmi göndermiştik. O noktada Forum bölümüne kabul edilmek bizim için yeterli.
KENDİMİ YÖNETMEN OLARAK GÖRMÜYORUM
‘Tatil Kitabı’ daha sonra birçok ödül aldı, bu ödüller sizi cesaretlendirdi mi yoksa bir tedirginlik duygusu yarattı mı?
Tereddüt hissetmedim aksine daha çok cesaretli hissediyorum ve motivasyonum arttı. Maddi anlamda çok büyük bir desteğimiz. Bir sonraki film için maddi bir sürü engel var ama aldığımız bu ödüller bizi motive ediyor. Benim zaten çok fazla iddiam yok ki; arkasında çok büyük bir kariyeri olan bir yönetmen değilim. Ödüller alan bir film yaptım ama önemli olan bunun bir süreklilik kazanması. Ben henüz kendimi yönetmen olarak da görmüyorum…
Sinema yapmanın büyüsü nedir?
Bunlar çok sezgisel şeyler, direkt cevap vermek çok zor. Sinema diğer sanatlarla da kesişen çok güçlü bir sanat, güçlü görselliği ve kendine özgü biçemi var. Önceleri edebiyata daha fazla ilgi duyuyordum ama üniversite yıllarında bir noktadan sonra film festivallerine gidip gelerek diğer alternatifleri görerek etkilendim. Festivaller bizim için bir nevi okul gibiydi.
Festivallerde izleyici konumundayken şimdi filmleriniz festivallerde gösteriliyor, böyle olacağını hissetmiş miydiniz?
Okulun sinema kulübünde Yılmaz Güney’in ‘Duvar’ adlı filmini izledikten sonra, başka türlü bir sinema da varmış demek, ben de böyle filmler yapabilir miyim diye düşünmüştüm. Hiçbir zaman kariyer olarak bakmadım, tüm süreç zaten sizi o noktaya getiriyor. Daha sonra filmler yapacağımın bir garantisi de yok belki bir noktadan sonra yapamayacağım. Yönetmenliği şairlik gibi görüyorum esas mesleğinden ziyade tutkuyla bağlanılan bir şey.
Yaptığınız sinemayı nasıl tanımlıyorsunuz?
Bir tek film yaptım ve ben de bir arayış içindeyim, Yaparken öğreniyorum. Şu anda buna cevap vermek çok zor.
Filmde müzik yok, neden?
Bu filmi çekmeyi tasarlarken asla müziği düşünmedim. Belki de çok anlamadığım içindir, bilemiyorum. Montajı tamamlarken de filmin müziğe ihtiyacı olmadığını gördüm. Müzik çok güçlü bir araç ve ihtiyaç yoksa da koymak anlamsız. Sonradan sahneye duygu katmak ve montajı kurtarmak için konulan müzik düşündüğünüzden fazla etki yaratabilir. Filmi izleyen insanlar içinde müziğin olmadığını fark etmeyenler var.
Ödül çok, destek yok‘Tatil Kitabı’ filmi senaryo, yapım aşaması ve sonrasında üç kez Kültür Bakanlığı Destekleme Kurulu tarafından reddedildi.
Şu anda Barış Bıçakçı’nın bir romanını sinema filmine uyarlıyoruz ve bu projeyle yurt dışından destek aldık. Hollanda Film Buluşması’na davet edildi ama aynı proje Bakanlık tarafından reddedildi. Destekleme Kurulu’nun yapısında bir sorun olduğunu düşünüyorum. Hangi gerekçelerle kabul edip etmedikleri belli değil. Bazı üyelerin yakın akrabalarının destek aldığı ortaya çıktı, doğruluğundan emin olmasam da böyle bir şaibe var. Kişisel olarak bu konuda kendimi mağdur hissediyorum. Uzun zamandır sinemayla uğraşıyorum ve iki filmimle de bir sürü yerde çok ciddi bir şekilde Türkiye’yi temsil ettim ve yedi kez reddedildim. Destek alan filmleri şaibe altında bırakmak istemiyorum ama sistemde genel olarak bir sorun olduğu kesin.
Seyhan Soylu Söyleşisi 1
Sanatçıların menajerliğini üstlenen, çeşitli organizasyonlar düzenleyen ve kendini milliyetçi, Kemalist ve marjinal olarak tanımlayan Seyhan Soylu, nam-ı diğer Sisi ile ‘Cumhuriyet Kadınları’ projesini konuşmak üzere, bir hafta önce cumartesi günü buluştuk. Soylu, röportajımızdan 5 gün sonra, yine ‘Cumhuriyet Kadınları’ projesinde yer alan sanatçı Nurseli İdiz ile aynı günde gözaltına alındı. Basına ‘Ergenekon’un magazin kanadı’ olarak yansıyan bu gözaltılarla ilgili olarak, haberimizi yayına hazırladığımız saatlerde henüz hiçbir açıklama gelmemişti. Soylu ile Susurluktan Ergenekon’a uzanan söyleşimizi yayınlıyoruz.
‘Cumhuriyet Kadınları’ projesi nasıl gündeme geldi?
Şehitlerimiz var deniyor ve erkekler hep akla geliyor. Bundan rahatsızlık duydum. Binlerce şehit olmuş kadına has bir proje yoktu. Önemli kadınları bir müze yapalım dedik. Daha sonra bunu görsel bir şeye dönüştürmek istedik ve Nurseli İdiz Hanım ile görüştük, kendi de çok sıcak baktı. Türkiye’nin en ünlü mankenleriyle anlaştık, koreografimizi Uğurkan Erez, kostümlerimizi Yıldırım Mayruk, Canan Yaka gibi en ünlü modacılar yaptı. Kadın Kütüphanesi’nden, Genelkurmay’dan, gazetelerden yararlandık. Şovun biraz daha geniş olmasını düşünüp 1925 yılı bombardıman uçağını sahneye taşıyalım dedik. Askerler çıkaralım, tiyatrocular yer alsın derken bir baktık ki ‘Anadolu Ateşi’ gibi bir şey yapmışız. ‘Cumhuriyet Kadınları’ içinde ilk kadın milletvekili Türkan Akyol, ilk vali Lale Aytaman, ilk kadın parti başkanı Behice Boran gibi isimler var. Seversiniz ya da sevmezsiniz Tansu Çiller de var, bunun yanında Nene Hatun figürleri de var. Kısaca biz bir kadın harekâtı başlattık. Proje inanılmaz ses getirdi. Şu ana kadar medyada 1.600 tane yerel ve ulusal bazda yazılı ve görsel haber çıktı. Bunu mu çok gördü Engin Ardıç?
Engin Ardıç’ın eleştirisini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bana ‘Cumhuriyet dönmesi’ demiş. Bu Cumhuriyet, bana bu kimliği vermiş ve artık kadınım. ‘Cumhuriyet oğlanı’ olan bir adama, tekrar ediyorum bu laf bana aittir ‘Cumhuriyet oğlanı’ olan bir adama dava açma gereği duymadım. Bence Engin Ardıç ‘Cumhuriyet oğlanı’dır. Bunlar suç değil, oğlan kelimesi erkek anlamına gelir. Ama dönme demek suçtur.
Neden sizce böyle bir şey yapma gereği duydu?
Engin Ardıç bugüne kadar çalıştığı gazetelerde patron yalakalığı yapar, genel yayın yönetmenine kendini sevdirmek için onun borazanını çalar ardından da insanların yaptığı iyilikleri hemen unutur ve başka bir yere geçer. Cem Uzan ile beraberken “bir masam bir de kalemim olsa senden ayrılmam” diyen adam daha sonra onu da satışa getirmiştir. Engin Ardıç’ın yazdıklarına karşılık ben de bir yazı yazdım, daha çok ses getirdi. Saldıracağın insanı bil, önce bir izle. Belden aşağı vurmak ahlaki değil ki! Biz suç mu işledik? Zaten bir Engin Ardıç bir de Ahmet Hakan eleştirdi. Biz ne kadar mutluyuz ki Cumhuriyet’in Atatürk tarafından kurulduğunu düşündürttük. Biri (Ahmet Hakan) zamanında Erbakan’ın kızını alıp ona damat gidecekti diğeri de kişiliği olmayan, patronlarının kalemşoru olan bir adam.
BAŞBAKAN ÇOK DEĞİŞTİ
Tansu Çiller’e benzemek isteyen mankenin yaptırdığı estetik operasyonlar için de projenin reklamını yapmak istemiş diyenler çıktı…
Bu kızımıza plastik makyaj yapacağız dedik o da estetik yaptıracağını söyledi. Şaka yaptığını sandık ama değilmiş, bunun üzerine rolden alındığını söyledim. Bu durum bize biraz çılgınca geldi. Onun yerine Tansu Çiller’i Nurdan Torun canlandırdı. Bu projenin içinde ilk kez burada söylüyorum Ayşenur Yazıcı da yer aldı. Türkiye’nin çok önemli tiyatrocuları, habercileri bu projenin içinde. Buradan elde edilecek gelirle spastik çocuklara rehabilitasyon merkezi açacağız ve hiçbir ekonomik beklenti için yapmadık. Neyimizi eleştiriyorlar ki?
Cumhuriyet Kadınları projesi ‘Türbanlı kadınlara karşı Cumhuriyet Kadınları’ gibi şu anki yönetime karşı bir gösteri gibi algılanabilir mi?
Hiçbir zaman böyle düşünmedim. AKP’nin Türkiye Cumhuriyeti için herhangi bir risk taşıyabileceğini düşünmüyorum. AKP şu anda merkez sağa oynayan bir parti. Sayın Başbakanımız bundan 15 yıl önceki Tayyip Erdoğan olmadığı için yepyeni bir vizyonla yepyeni bir muhafazakar lider modelini çiziyor.
Şu anki mevcut hükümet için olumlu düşüncelere sahipsiniz yani…
Ülkenin vizyonu, gelişmesi ve altyapılarla ilgili inanılmaz çalışmalar yapılıyor. Sayın Başbakan’ın da aşırı muhafazakar düşüncelerini kendi içinde absorbe ettiğini, farklı bir yüzle ivme kazandığını düşünüyorum, kendini geliştirdi.
İSTİHBARAT KAYNAĞIMIZ İYİYDİ
Jitem’e bağlı olan Strateji adlı dergide çalışmışsınız, biraz o günlerden söz edelim mi?
Röportajlarda böyle şeyler yansıtıldı, bu neresinden tuttuğunuza bağlı; burada sizinle de aynı handikabı yaşayabilirim. Bu dergide emekli askerler, emniyet mensupları, bürokratlar ve gazeteciler çalışıyordu. Bugün birçok gazetede eskiden kolluk kuvvetlerinde görev yapmış şu anda makaleler yazan insanlar var. Bunu kastettim. Bu istihbaratları nereden aldınız diye soruyorlardı, iyi bir istihbarat kaynağımız vardı. Gazete olarak her türlü bilgi bize ulaşıyor, değerlendiriliyordu, bunların içinde elbette ki askeri stratejileri bilen insanlar da askeri bilgileri getiriyorlardı. Asayiş ve emniyet bilgileri de keza öyle.
Peki, hangi kuruluşa ait bir dergiydi?
Bağımsız bir dergiydi. Aktüel ve Tempo nasıl bir yayın kuruluşuna bağlıysa bu da TGS grubuna bağlıydı. Yayın gruplarının sahibi Turgut Büyükdağ, benden magazin, spor, sosyete ve haber dergisi hazırlamamı istedi. İlk önce Strateji dergisini hazırladık ve bir anda ‘bumm’ diye patladı. Çünkü doğru haberleri ve ilginç dosyaları yakaladık. Bugün de tarikatlardaki sapkınlıklar yakalanmıyor mu?
TESETTÜR BEZ PARÇASI GİBİ GÖSTERİLEMEZ
Türban meselesine nasıl bakıyorsunuz?
Tesettüre asla karşı değilim. Siyasi olarak malzeme edilmesine, rant için dini duyguların sömürülmesine karşıyım. Marjinal ve Kemalist düşüncelere sahip, tarikat pisliklerini ortaya çıkarmış biriyim. Hümanist davranmak zorundayım. Kimliğimden dolayı hayatla farklı mücadeleler içindeyim. Kimsenin bana karışma hakkı olmadığı gibi benim de insanların tesettür özgürlüğüne karışma hakkım yok. Tesettür bir bez parçası gibi gösterilemez, bir hayat anlayışıdır. En önemlisi insanla Tanrı arasındaki vicdan muhasebesidir.
ERGENEKON’U ONAYLIYORUM
Ergenekon soruşturmasını onaylıyor musunuz?
Onaylıyorum. Ben darbeye karşıyım, yaşam özgürlüğüne değil. Ergenekon davasını soruşturan savcıyı da takdir ediyorum. Büyük bir cesaret. Altından kimlerin çıkacağı belli olmayan bir durumun üzerine gitti, küçücük bir fenerle kara bir tünele girdi. Susurluk’ta da aynı Ergenekon gibi kolluk kuvveti, sermaye, bürokrasi ve kabadayı sistemi, ‘mafya demiyorum’, iç içe girmişti. Aradan 12 yıl geçtikten sonra Ergenekon süreci başladı. Asala ile savaşmak için devlet tarafından yönlendirilmiş Abdullah Çatlı’ya bakalım. Türkiye Cumhuriyeti’ne sıkılan şerefsiz Asala kurşunlarının hesap soranı olmuşlar ve devletin kolluk kuvvetinin beceremediğini onlar becermiştir. Abdullah Çatlı’lar takdire şayan bir görev yapmışlardır.
ÇATLI’YI AYAKTA ALKIŞLIYORUM
Abdullah Çatlı size göre bir kahraman yani…
Kesinlikle, devletime karşı olanları yok ettiği için Çatlı’yı kahraman olarak ayakta alkışlıyorum. Devletin onlara sahip çıkması gerekiyordu. Bunları işadamı olarak hayat mücadelesinin içine sokmayın da küçük müteşebbisler olarak veya devletin farklı kademelerinde görev vererek o insanları elinizde tutun. Ama devlet ne yapıyor? Kullanıyor, kullandıktan sonra da atıyor, insanlar da hayat mücadelesine başlıyor ve o mücadele içinde bakıyor ki karşılaştığı her insan rant için yaşıyor. O zaman da Abdullah Çatlı gibi insanlar otomatik olarak kirleniyor, bu da devletin ayıbıdır. Ben Susurluk’u değil geçmişi onaylıyorum. Okey? Daha sonra mecburen kirlenmek zorunda bırakıldılar. Ergenekon da Susurluk gibi bir olay benim nezrimde. Ergenekon dış mihraklara karşı laik Türkiye Cumhuriyeti’nin, Kemalist düşüncenin, çağdaş bir yapılanma altındaki vatansever topluluğun harekâtıydı. Ama Ergenekon’daki makam ve hiyerarşi, insanların egolarına gitgide farklı duygular vermeye başladı. Ve pirincin içindeki taşlar çıkmaya başladı aynı Susurluk’taki gibi. Ergenekon bir destandır, bu destanın içinde 3-5 kişiden bazısı ekonomik, bazısı makam için terörizmin tetiklenmesine sebep olup bir anda yok oldular.
Alnınızdaki yıldızın bir anlamı var mı?Eskiden çok güzel olduğumu düşünüyordum ve ay parçası gibi derlerdi bana. Ben de alnıma yıldız koyayım dedim.
Polis okulundan atılma sürecinizden söz etsek…
O zamanki Türkiye’nin düşünce yapısı bambaşka yerdeydi. Belki şimdi bile içlerine bir transseksüeli kabul etmek istemeyebilirler. ABD’de ve Avrupa’da gay polis çok ama Türkiye buna hazır değil ve ben bunu anlayışla karşılıyorum. Bu benim cinsel seçimimdi. Polis olmayı çok isterdim ve çok da başarılı olabilirdim. Örf ve ananelerimizle ilgili bir durum ve yavaş yavaş modernleşebiliyoruz. Bu biraz da hoşuma gidiyor, çuvaldızı kendine batır derler ya. Bu kuşakta da sindiremezler ama önümüzdeki kuşakta böyle şeyler çok normal olacak.
Bir bedende iki ruh
Cinsel tercihinizi değiştirme sürecinizi anlatır mısınız?
Bu durumu hiç afişe etmeyip öyle de yaşayabilirdiniz…Bedenimi kostüm gibi görüyorum. Mesela kıyafetim bir parça uzun gelirse eteğini kesebilirim, saçımı beğenmeyebilirim. Bedenimle değil de ruhumla hareket ettiğim için gizli saklı bir şey yapamazdım. Topluma karşı saklayacaklarım olmamalı, uyuşturucu satıcılığı yapmıyorum ki, ruhumun ve düşüncelerimin doğrultusunda bedenimi şekillendirmiş bir biçimde yaşıyorum. Yalnızca Allah ile benim aramda olduğunu düşünüyorum. Erkek gibi düşünür, kadın gibi hissederim. Kadın olmak için herhangi bir mimik yapmadım ve sesimi değiştirmedim. Çünkü ben kadınım diyorsam kadınımdır. Siz erkeğim diyorsanız erkeksinizdir. İnsanlar cinsel tercihlerini kendileri yapar. Kadın olunmaz, kadın doğulur. Bıyıklı olup ruhu tamamen kadın olan biri olabilir. Toplumda yer bulabilmek için bıyığı vardır ama ruhu tamamen kadın gibidir. Kadınla erkeğin arasındaki ayrım kadının âdet görmesi ve doğurgan olmasıdır. Kısır bir kadın, kadın değil midir? Tekamülüm içinde bunu yaşamam gerektiğini biliyorum ve ben bu boyutla kordon bağımı kestiğimi düşünüyorum. Bir daha bu yaşantıya geldiğimde bu kimliğimle gelmek isterdim. Erkekle konuşurken onun neler düşündüğünü biliyorum, kadınla konuştuğumda onun ne hissettiğini biliyorum. Yani ben bir bedende iki ruhum.
Kadınlara karşı erkek gibi hissettiğiniz oluyor mu?
Düşünce olarak beynimin operasyonu yok.
Yani?
Erkek gibi düşünürüm derken beynin estetiği olmadığı için erkek gibi düşünüyorum. Kadın olmak için beyin estetiği olunmuyor.
16 YAŞINDA AMELİYAT OLDUM
Peki, erkek kimliğindeyken kadınlarla ilişkiniz olmuş muydu?
Olmadı, ben zaten 16 yaşında ameliyat oldum. Cinsiyeti çok ciddiye almıyorum ve insanların bedenindeki 280 gramlık enerjinin önemli olduğunu düşünüyorum.
Acaba kadınlarla ilişki kurmuş olsaydınız farklı olur muydu?
Yok canım, bu ruhla alakalı bir şey. Cinsel tercihimi yaptıktan sonra kadınlarla lezbiyen ilişki yaşadım ve birlikte olduğum kadın da aktifti. Bedenimle barışık biriyim ve bir kadınla birlikte olmayı merak ettim.
Aileniz nasıl tepki gösterdi?
16 yaşımdaydım, tatile diye Londra'ya gittim ve ameliyat olup geldim. Anneme söylediğimde “yıkıldım” dedi, ben de “vay be, anne ben de ne önemli bir şey varmış ki senin hayatın söndü” dedim. Rahmetli babam konsolosluktan ayrılmaydı, çok eğitimli ve şeker biriydi. Çok olumlu karşıladı ve “oğlum derken şimdi kızım diye seveceğim seni, sen benim yavrumsun” dedi.
Başka kardeşleriniz var mı?
İki ablam var, biz üç kızız.
Küçükken ablalarınızın kıyafetlerini giyip makyaj malzemelerini kullanır mıydınız?
Yok canım öyle şeyler. Ben ani kararlar veririm. Zaten hiç erkek gibi giyinmedim ki. Çok zeki, cin gibi bir şeydim ve 13 yaşında hormon iğneleri olmaya başlamıştım.
Psikolojik destek aldınız mı?
Hiç ihtiyacım olmadı ki. Psikiyatrları kendim tedavi edecek kadar zekiyim.
Peki, beden değişiyor da ruha ne oluyor?
Ruhumla hareket ettiğim için doğduğumdan beri kadındım yani kızdım. Yalnızca insanın kulak memesinin biraz uzun olması gibi bir şey.
Bülent Ersoy transseksüelliğini saklıyor
Hem erkekliği hem de kadınlığı yaşamış biri olarak ilişkileri sürdürebilmek için ne önerirsiniz?
Konu eğer cinsellikse bir erkeğin bir kadına ihanet etmeyeceğini asla düşünmem. Erkekle kadının arasında 200 yıl sonra hiçbir fark kalmayacak. Yalnızca kadın doğurmayacak o zaman, bazı erkekler doğum yapmak isteyecek. O açıdan da arada hiç fark kalmayacak. Yani insanlar 'android' gibi yaşayacaklar. Seks bile boyut değiştirecek, onun için kadın erkek ilişkilerinde insanlar geleceğe yönelik davranıp hareket ederlerse yani bir nevi tiyatro yaparlarsa o ilişki sürer. Ama hiç oynamadan salt yalın hareket edildiğinde 6 ay sonra o ilişkinin canlılığı biter. Her ikisi de görevlerini kadın ve erkek rolleri gibi değil partnerine âşık olan çift gibi yaşamalılar.Her an yeni tanımış gibi, heyecan duyarak ama vıcık vıcık olmamalı.
Bir ilişkiniz var mı?
6 yıldır bir gazeteci ile birlikteyim ve ilişkim mükemmel gidiyor. Çok âşığız birbirimize sevgili ve karı-koca olmaktan öte çok iyi arkadaş olmayı seçtik. O benim yaşam partnerim.
Bülent Ersoy ile aranız nasıldır?
Ne yaşam stilini ne yaptıklarını ne görüşünü tasvip ettim. Çünkü ikimizin kulvarları farklı, ben hep işkadını ve lider olmak istedim. Bir misyon üstlenmek istedim ve bunu da başardım. Bülent Ersoy kadını oynuyor, ben oynamıyorum, kadın olduğumu kabul ettirmek istiyorum. Zeki Müren, homoseksüelliğini saklıyordu. Bülent Ersoy da transseksüelliğini saklıyor.
Bülent Bey denildiğinde çok tepki gösteriyor…
Bana hiç kimse beyefendi demiyor. Niye? Çünkü insanlar benim cinsel kimliğimi ve geçmişimde erkek olduğumu düşünmüyorlar ki, çünkü ben kamuoyunun önüne erkek olarak çıkmadım.
Çocuk sahibi olmayı düşündünüz mü?Zaman zaman düşünüyorum ama doğurmanın çok önemli olmadığına inanıyorum. Her doğurgan kadın anne olamaz, her erkeklik uzvu taşıyan da delikanlı olamaz. Manevi çocuklarımla ilgileniyorum. Erkek organı taşımıyorum ama birçok delikanlıdan daha yürekli olduğumu düşünüyorum.
Aslında ben çok kindarım
Bir zamanlar size kötü davranan bir emniyet görevlisini kendinize âşık edip afişe etmişsiniz, kinci misinizdir?
Çoook. Her şeyin intikamını alırım ve onun ateşiyle yanmak istemem. Bir dahaki tekamülümde onunla hesaplaşmak istemem. Kafamda bitirmem lazım. İyi görünmek için kinci değilim derler ya, hayır efendim ben çok kinciyim. İçimdeki intikam ateşini söndürmezsem rahat edemem bir kere söndürdüm mü sonra da dost olurum.
Anneniz ilkokul öğretmenliğinden sonra dansözlük yapmış galiba…
Ayol olur mu öyle şey? Trakya'da 'Damat Oyunu' diye meşhur bir oyun vardır, annem onu dahi oynamayı bilmez. Engin Ardıç'ın yaptığı bir şey. Çok da aldırmıyorum bir dansözün kızı da olabilirdim. Olmayan bir şeyi niye söylüyorsunuz?
Şimdi kendinizi nasıl buluyorsunuz?
Yaşıma göre bakımlı ve güzelim. Farklı şeyleri göğüslediğim için güzelliğim ikinci planda. Düşüncelerimin, başarılarımın ve hayata bakışımın güzelliğine inandım. Her demde güzel olacağım, cami yıkılsa da mihrap yerinde kalacak diye düşünüyorum.
‘Cumhuriyet Kadınları’ projesi nasıl gündeme geldi?
Şehitlerimiz var deniyor ve erkekler hep akla geliyor. Bundan rahatsızlık duydum. Binlerce şehit olmuş kadına has bir proje yoktu. Önemli kadınları bir müze yapalım dedik. Daha sonra bunu görsel bir şeye dönüştürmek istedik ve Nurseli İdiz Hanım ile görüştük, kendi de çok sıcak baktı. Türkiye’nin en ünlü mankenleriyle anlaştık, koreografimizi Uğurkan Erez, kostümlerimizi Yıldırım Mayruk, Canan Yaka gibi en ünlü modacılar yaptı. Kadın Kütüphanesi’nden, Genelkurmay’dan, gazetelerden yararlandık. Şovun biraz daha geniş olmasını düşünüp 1925 yılı bombardıman uçağını sahneye taşıyalım dedik. Askerler çıkaralım, tiyatrocular yer alsın derken bir baktık ki ‘Anadolu Ateşi’ gibi bir şey yapmışız. ‘Cumhuriyet Kadınları’ içinde ilk kadın milletvekili Türkan Akyol, ilk vali Lale Aytaman, ilk kadın parti başkanı Behice Boran gibi isimler var. Seversiniz ya da sevmezsiniz Tansu Çiller de var, bunun yanında Nene Hatun figürleri de var. Kısaca biz bir kadın harekâtı başlattık. Proje inanılmaz ses getirdi. Şu ana kadar medyada 1.600 tane yerel ve ulusal bazda yazılı ve görsel haber çıktı. Bunu mu çok gördü Engin Ardıç?
Engin Ardıç’ın eleştirisini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bana ‘Cumhuriyet dönmesi’ demiş. Bu Cumhuriyet, bana bu kimliği vermiş ve artık kadınım. ‘Cumhuriyet oğlanı’ olan bir adama, tekrar ediyorum bu laf bana aittir ‘Cumhuriyet oğlanı’ olan bir adama dava açma gereği duymadım. Bence Engin Ardıç ‘Cumhuriyet oğlanı’dır. Bunlar suç değil, oğlan kelimesi erkek anlamına gelir. Ama dönme demek suçtur.
Neden sizce böyle bir şey yapma gereği duydu?
Engin Ardıç bugüne kadar çalıştığı gazetelerde patron yalakalığı yapar, genel yayın yönetmenine kendini sevdirmek için onun borazanını çalar ardından da insanların yaptığı iyilikleri hemen unutur ve başka bir yere geçer. Cem Uzan ile beraberken “bir masam bir de kalemim olsa senden ayrılmam” diyen adam daha sonra onu da satışa getirmiştir. Engin Ardıç’ın yazdıklarına karşılık ben de bir yazı yazdım, daha çok ses getirdi. Saldıracağın insanı bil, önce bir izle. Belden aşağı vurmak ahlaki değil ki! Biz suç mu işledik? Zaten bir Engin Ardıç bir de Ahmet Hakan eleştirdi. Biz ne kadar mutluyuz ki Cumhuriyet’in Atatürk tarafından kurulduğunu düşündürttük. Biri (Ahmet Hakan) zamanında Erbakan’ın kızını alıp ona damat gidecekti diğeri de kişiliği olmayan, patronlarının kalemşoru olan bir adam.
BAŞBAKAN ÇOK DEĞİŞTİ
Tansu Çiller’e benzemek isteyen mankenin yaptırdığı estetik operasyonlar için de projenin reklamını yapmak istemiş diyenler çıktı…
Bu kızımıza plastik makyaj yapacağız dedik o da estetik yaptıracağını söyledi. Şaka yaptığını sandık ama değilmiş, bunun üzerine rolden alındığını söyledim. Bu durum bize biraz çılgınca geldi. Onun yerine Tansu Çiller’i Nurdan Torun canlandırdı. Bu projenin içinde ilk kez burada söylüyorum Ayşenur Yazıcı da yer aldı. Türkiye’nin çok önemli tiyatrocuları, habercileri bu projenin içinde. Buradan elde edilecek gelirle spastik çocuklara rehabilitasyon merkezi açacağız ve hiçbir ekonomik beklenti için yapmadık. Neyimizi eleştiriyorlar ki?
Cumhuriyet Kadınları projesi ‘Türbanlı kadınlara karşı Cumhuriyet Kadınları’ gibi şu anki yönetime karşı bir gösteri gibi algılanabilir mi?
Hiçbir zaman böyle düşünmedim. AKP’nin Türkiye Cumhuriyeti için herhangi bir risk taşıyabileceğini düşünmüyorum. AKP şu anda merkez sağa oynayan bir parti. Sayın Başbakanımız bundan 15 yıl önceki Tayyip Erdoğan olmadığı için yepyeni bir vizyonla yepyeni bir muhafazakar lider modelini çiziyor.
Şu anki mevcut hükümet için olumlu düşüncelere sahipsiniz yani…
Ülkenin vizyonu, gelişmesi ve altyapılarla ilgili inanılmaz çalışmalar yapılıyor. Sayın Başbakan’ın da aşırı muhafazakar düşüncelerini kendi içinde absorbe ettiğini, farklı bir yüzle ivme kazandığını düşünüyorum, kendini geliştirdi.
İSTİHBARAT KAYNAĞIMIZ İYİYDİ
Jitem’e bağlı olan Strateji adlı dergide çalışmışsınız, biraz o günlerden söz edelim mi?
Röportajlarda böyle şeyler yansıtıldı, bu neresinden tuttuğunuza bağlı; burada sizinle de aynı handikabı yaşayabilirim. Bu dergide emekli askerler, emniyet mensupları, bürokratlar ve gazeteciler çalışıyordu. Bugün birçok gazetede eskiden kolluk kuvvetlerinde görev yapmış şu anda makaleler yazan insanlar var. Bunu kastettim. Bu istihbaratları nereden aldınız diye soruyorlardı, iyi bir istihbarat kaynağımız vardı. Gazete olarak her türlü bilgi bize ulaşıyor, değerlendiriliyordu, bunların içinde elbette ki askeri stratejileri bilen insanlar da askeri bilgileri getiriyorlardı. Asayiş ve emniyet bilgileri de keza öyle.
Peki, hangi kuruluşa ait bir dergiydi?
Bağımsız bir dergiydi. Aktüel ve Tempo nasıl bir yayın kuruluşuna bağlıysa bu da TGS grubuna bağlıydı. Yayın gruplarının sahibi Turgut Büyükdağ, benden magazin, spor, sosyete ve haber dergisi hazırlamamı istedi. İlk önce Strateji dergisini hazırladık ve bir anda ‘bumm’ diye patladı. Çünkü doğru haberleri ve ilginç dosyaları yakaladık. Bugün de tarikatlardaki sapkınlıklar yakalanmıyor mu?
TESETTÜR BEZ PARÇASI GİBİ GÖSTERİLEMEZ
Türban meselesine nasıl bakıyorsunuz?
Tesettüre asla karşı değilim. Siyasi olarak malzeme edilmesine, rant için dini duyguların sömürülmesine karşıyım. Marjinal ve Kemalist düşüncelere sahip, tarikat pisliklerini ortaya çıkarmış biriyim. Hümanist davranmak zorundayım. Kimliğimden dolayı hayatla farklı mücadeleler içindeyim. Kimsenin bana karışma hakkı olmadığı gibi benim de insanların tesettür özgürlüğüne karışma hakkım yok. Tesettür bir bez parçası gibi gösterilemez, bir hayat anlayışıdır. En önemlisi insanla Tanrı arasındaki vicdan muhasebesidir.
ERGENEKON’U ONAYLIYORUM
Ergenekon soruşturmasını onaylıyor musunuz?
Onaylıyorum. Ben darbeye karşıyım, yaşam özgürlüğüne değil. Ergenekon davasını soruşturan savcıyı da takdir ediyorum. Büyük bir cesaret. Altından kimlerin çıkacağı belli olmayan bir durumun üzerine gitti, küçücük bir fenerle kara bir tünele girdi. Susurluk’ta da aynı Ergenekon gibi kolluk kuvveti, sermaye, bürokrasi ve kabadayı sistemi, ‘mafya demiyorum’, iç içe girmişti. Aradan 12 yıl geçtikten sonra Ergenekon süreci başladı. Asala ile savaşmak için devlet tarafından yönlendirilmiş Abdullah Çatlı’ya bakalım. Türkiye Cumhuriyeti’ne sıkılan şerefsiz Asala kurşunlarının hesap soranı olmuşlar ve devletin kolluk kuvvetinin beceremediğini onlar becermiştir. Abdullah Çatlı’lar takdire şayan bir görev yapmışlardır.
ÇATLI’YI AYAKTA ALKIŞLIYORUM
Abdullah Çatlı size göre bir kahraman yani…
Kesinlikle, devletime karşı olanları yok ettiği için Çatlı’yı kahraman olarak ayakta alkışlıyorum. Devletin onlara sahip çıkması gerekiyordu. Bunları işadamı olarak hayat mücadelesinin içine sokmayın da küçük müteşebbisler olarak veya devletin farklı kademelerinde görev vererek o insanları elinizde tutun. Ama devlet ne yapıyor? Kullanıyor, kullandıktan sonra da atıyor, insanlar da hayat mücadelesine başlıyor ve o mücadele içinde bakıyor ki karşılaştığı her insan rant için yaşıyor. O zaman da Abdullah Çatlı gibi insanlar otomatik olarak kirleniyor, bu da devletin ayıbıdır. Ben Susurluk’u değil geçmişi onaylıyorum. Okey? Daha sonra mecburen kirlenmek zorunda bırakıldılar. Ergenekon da Susurluk gibi bir olay benim nezrimde. Ergenekon dış mihraklara karşı laik Türkiye Cumhuriyeti’nin, Kemalist düşüncenin, çağdaş bir yapılanma altındaki vatansever topluluğun harekâtıydı. Ama Ergenekon’daki makam ve hiyerarşi, insanların egolarına gitgide farklı duygular vermeye başladı. Ve pirincin içindeki taşlar çıkmaya başladı aynı Susurluk’taki gibi. Ergenekon bir destandır, bu destanın içinde 3-5 kişiden bazısı ekonomik, bazısı makam için terörizmin tetiklenmesine sebep olup bir anda yok oldular.
Alnınızdaki yıldızın bir anlamı var mı?Eskiden çok güzel olduğumu düşünüyordum ve ay parçası gibi derlerdi bana. Ben de alnıma yıldız koyayım dedim.
Polis okulundan atılma sürecinizden söz etsek…
O zamanki Türkiye’nin düşünce yapısı bambaşka yerdeydi. Belki şimdi bile içlerine bir transseksüeli kabul etmek istemeyebilirler. ABD’de ve Avrupa’da gay polis çok ama Türkiye buna hazır değil ve ben bunu anlayışla karşılıyorum. Bu benim cinsel seçimimdi. Polis olmayı çok isterdim ve çok da başarılı olabilirdim. Örf ve ananelerimizle ilgili bir durum ve yavaş yavaş modernleşebiliyoruz. Bu biraz da hoşuma gidiyor, çuvaldızı kendine batır derler ya. Bu kuşakta da sindiremezler ama önümüzdeki kuşakta böyle şeyler çok normal olacak.
Bir bedende iki ruh
Cinsel tercihinizi değiştirme sürecinizi anlatır mısınız?
Bu durumu hiç afişe etmeyip öyle de yaşayabilirdiniz…Bedenimi kostüm gibi görüyorum. Mesela kıyafetim bir parça uzun gelirse eteğini kesebilirim, saçımı beğenmeyebilirim. Bedenimle değil de ruhumla hareket ettiğim için gizli saklı bir şey yapamazdım. Topluma karşı saklayacaklarım olmamalı, uyuşturucu satıcılığı yapmıyorum ki, ruhumun ve düşüncelerimin doğrultusunda bedenimi şekillendirmiş bir biçimde yaşıyorum. Yalnızca Allah ile benim aramda olduğunu düşünüyorum. Erkek gibi düşünür, kadın gibi hissederim. Kadın olmak için herhangi bir mimik yapmadım ve sesimi değiştirmedim. Çünkü ben kadınım diyorsam kadınımdır. Siz erkeğim diyorsanız erkeksinizdir. İnsanlar cinsel tercihlerini kendileri yapar. Kadın olunmaz, kadın doğulur. Bıyıklı olup ruhu tamamen kadın olan biri olabilir. Toplumda yer bulabilmek için bıyığı vardır ama ruhu tamamen kadın gibidir. Kadınla erkeğin arasındaki ayrım kadının âdet görmesi ve doğurgan olmasıdır. Kısır bir kadın, kadın değil midir? Tekamülüm içinde bunu yaşamam gerektiğini biliyorum ve ben bu boyutla kordon bağımı kestiğimi düşünüyorum. Bir daha bu yaşantıya geldiğimde bu kimliğimle gelmek isterdim. Erkekle konuşurken onun neler düşündüğünü biliyorum, kadınla konuştuğumda onun ne hissettiğini biliyorum. Yani ben bir bedende iki ruhum.
Kadınlara karşı erkek gibi hissettiğiniz oluyor mu?
Düşünce olarak beynimin operasyonu yok.
Yani?
Erkek gibi düşünürüm derken beynin estetiği olmadığı için erkek gibi düşünüyorum. Kadın olmak için beyin estetiği olunmuyor.
16 YAŞINDA AMELİYAT OLDUM
Peki, erkek kimliğindeyken kadınlarla ilişkiniz olmuş muydu?
Olmadı, ben zaten 16 yaşında ameliyat oldum. Cinsiyeti çok ciddiye almıyorum ve insanların bedenindeki 280 gramlık enerjinin önemli olduğunu düşünüyorum.
Acaba kadınlarla ilişki kurmuş olsaydınız farklı olur muydu?
Yok canım, bu ruhla alakalı bir şey. Cinsel tercihimi yaptıktan sonra kadınlarla lezbiyen ilişki yaşadım ve birlikte olduğum kadın da aktifti. Bedenimle barışık biriyim ve bir kadınla birlikte olmayı merak ettim.
Aileniz nasıl tepki gösterdi?
16 yaşımdaydım, tatile diye Londra'ya gittim ve ameliyat olup geldim. Anneme söylediğimde “yıkıldım” dedi, ben de “vay be, anne ben de ne önemli bir şey varmış ki senin hayatın söndü” dedim. Rahmetli babam konsolosluktan ayrılmaydı, çok eğitimli ve şeker biriydi. Çok olumlu karşıladı ve “oğlum derken şimdi kızım diye seveceğim seni, sen benim yavrumsun” dedi.
Başka kardeşleriniz var mı?
İki ablam var, biz üç kızız.
Küçükken ablalarınızın kıyafetlerini giyip makyaj malzemelerini kullanır mıydınız?
Yok canım öyle şeyler. Ben ani kararlar veririm. Zaten hiç erkek gibi giyinmedim ki. Çok zeki, cin gibi bir şeydim ve 13 yaşında hormon iğneleri olmaya başlamıştım.
Psikolojik destek aldınız mı?
Hiç ihtiyacım olmadı ki. Psikiyatrları kendim tedavi edecek kadar zekiyim.
Peki, beden değişiyor da ruha ne oluyor?
Ruhumla hareket ettiğim için doğduğumdan beri kadındım yani kızdım. Yalnızca insanın kulak memesinin biraz uzun olması gibi bir şey.
Bülent Ersoy transseksüelliğini saklıyor
Hem erkekliği hem de kadınlığı yaşamış biri olarak ilişkileri sürdürebilmek için ne önerirsiniz?
Konu eğer cinsellikse bir erkeğin bir kadına ihanet etmeyeceğini asla düşünmem. Erkekle kadının arasında 200 yıl sonra hiçbir fark kalmayacak. Yalnızca kadın doğurmayacak o zaman, bazı erkekler doğum yapmak isteyecek. O açıdan da arada hiç fark kalmayacak. Yani insanlar 'android' gibi yaşayacaklar. Seks bile boyut değiştirecek, onun için kadın erkek ilişkilerinde insanlar geleceğe yönelik davranıp hareket ederlerse yani bir nevi tiyatro yaparlarsa o ilişki sürer. Ama hiç oynamadan salt yalın hareket edildiğinde 6 ay sonra o ilişkinin canlılığı biter. Her ikisi de görevlerini kadın ve erkek rolleri gibi değil partnerine âşık olan çift gibi yaşamalılar.Her an yeni tanımış gibi, heyecan duyarak ama vıcık vıcık olmamalı.
Bir ilişkiniz var mı?
6 yıldır bir gazeteci ile birlikteyim ve ilişkim mükemmel gidiyor. Çok âşığız birbirimize sevgili ve karı-koca olmaktan öte çok iyi arkadaş olmayı seçtik. O benim yaşam partnerim.
Bülent Ersoy ile aranız nasıldır?
Ne yaşam stilini ne yaptıklarını ne görüşünü tasvip ettim. Çünkü ikimizin kulvarları farklı, ben hep işkadını ve lider olmak istedim. Bir misyon üstlenmek istedim ve bunu da başardım. Bülent Ersoy kadını oynuyor, ben oynamıyorum, kadın olduğumu kabul ettirmek istiyorum. Zeki Müren, homoseksüelliğini saklıyordu. Bülent Ersoy da transseksüelliğini saklıyor.
Bülent Bey denildiğinde çok tepki gösteriyor…
Bana hiç kimse beyefendi demiyor. Niye? Çünkü insanlar benim cinsel kimliğimi ve geçmişimde erkek olduğumu düşünmüyorlar ki, çünkü ben kamuoyunun önüne erkek olarak çıkmadım.
Çocuk sahibi olmayı düşündünüz mü?Zaman zaman düşünüyorum ama doğurmanın çok önemli olmadığına inanıyorum. Her doğurgan kadın anne olamaz, her erkeklik uzvu taşıyan da delikanlı olamaz. Manevi çocuklarımla ilgileniyorum. Erkek organı taşımıyorum ama birçok delikanlıdan daha yürekli olduğumu düşünüyorum.
Aslında ben çok kindarım
Bir zamanlar size kötü davranan bir emniyet görevlisini kendinize âşık edip afişe etmişsiniz, kinci misinizdir?
Çoook. Her şeyin intikamını alırım ve onun ateşiyle yanmak istemem. Bir dahaki tekamülümde onunla hesaplaşmak istemem. Kafamda bitirmem lazım. İyi görünmek için kinci değilim derler ya, hayır efendim ben çok kinciyim. İçimdeki intikam ateşini söndürmezsem rahat edemem bir kere söndürdüm mü sonra da dost olurum.
Anneniz ilkokul öğretmenliğinden sonra dansözlük yapmış galiba…
Ayol olur mu öyle şey? Trakya'da 'Damat Oyunu' diye meşhur bir oyun vardır, annem onu dahi oynamayı bilmez. Engin Ardıç'ın yaptığı bir şey. Çok da aldırmıyorum bir dansözün kızı da olabilirdim. Olmayan bir şeyi niye söylüyorsunuz?
Şimdi kendinizi nasıl buluyorsunuz?
Yaşıma göre bakımlı ve güzelim. Farklı şeyleri göğüslediğim için güzelliğim ikinci planda. Düşüncelerimin, başarılarımın ve hayata bakışımın güzelliğine inandım. Her demde güzel olacağım, cami yıkılsa da mihrap yerinde kalacak diye düşünüyorum.
Seyhan Soylu Söyleşisi
Ergenekon soruşturmasının 8. dalgası kapsamında tiyatro oyuncusu Nurseli İdiz’le beraber gözaltına alınan menajer ve organizatör, Sisi lakaplı Seyhan Soylu ile gözaltı sürecinde neler olup bittiğini konuştuk.
İlk alındığınız günü anlatır mısınız?
O gün, ofisimde proje hazırlıyordum; sabahın altı buçuğunda kapı çaldı ve Emniyet mensupları geldi. Ellerinde kamerayla içeri giren 40-50 polisi karşımda görünce afalladım birden ama Emniyet Teşkilatı acayip bir şekilde çıtasını yükseltmiş.
Sizi götürürken açıklamada bulunuldu mu?
Devlete karşı bölücü terör örgütü içinde yer almaktan soruşturma yapıldı. Ana detayı, Cumhuriyet Kadınları Projesi’nin Cumhuriyet Mitingleri gibi olup olmadığıyla ilgiliydi. Kasetlerimize bakıp incelediler, projemize bakıldı ve ardından savcılığa intikal ettirildik. EVET ERGENEKON’UM
Savcı ile aranızdaki diyalog nasıldı?
Savcı Bey’e karşı inanılmaz önyargılıydım. Bir taraftan cesaretinden dolayı takdir ediyordum bir taraftan da mevcut hükümetle ilgili karar veren biri mi diye şüphelerim vardı. Ergenekon soruşturması aslında sola, Milliyetçi Hareket Partisi veya vatanseverlere karşı değil, sağından soluna her kesimden insanın yer aldığı bir iddianame. Ergenekon anayasasıyla ilgili sorular sorulunca asla Ergenekon yasalarını kabul etmediğimi, mevcut Türkiye Cumhuriyeti’nin Anayasası’ndan başka da herhangi bir anayasa tanımayacağımı söyledim. ‘Böyle bir örgüt içinde yer alıp almadığım sorulunca hicap duyarım, devlete karşı yapılacak darbe zihniyeti taşıyan insanların yanında da asla olmayı düşünmem’ dedim. Ama bana Ergenekon musunuz diye sorarsanız evet, ben Ergenekon’um, çünkü Ergenekon ikiye ayrılır birincisi teşekküllü suç örgütü diğeri ise Ergenekon Destanı. O destanın içinde yer almak keşke her Türk’e nasip olsa diye açıklamada bulundum.
Başka neler soruldu?
Ergenekon davasının içinde kimleri tanıdığım, özellikle haham Tuncay Güney soruldu çünkü daha önceki ifadesinde benimle ilgili bir şeyler söylemiş. Tuncay’ı tanıdığımı, üç-dört kez görüştüğümü söyledim çünkü Strateji dergisini değil, o grubu kuran ve onları işe alan kişiyim. Tuncay, zaten herkesle bağlantılı olan biri, onu tanıdığım için içeri alındığımı sanmıyorum. Zaten herkesin tanıdığı hanımefendi bir yazarın (Nazlı Ilıcak) çocuğuyla en samimi arkadaş ve Amerika’da aynı evi bile paylaşmışlar.
Bu projeyi niye yaptığınızı sormadılar mı?
Mevcut hükümetle muhalefetin birbirini yemesinden, koltuk kavgalarından usandığımızı, birlik ve beraberlik zamanının geldiğini düşündüğümüzü, artık Türkiye’yi çağdaş bir ülke statüsüne getirmek için elbirliği yapmamız gerektiğini söyledim. Bu projenin arkasında kimin olduğu, belli partilere mi yapılacağı sorulunca ‘AKP’den değil Saadet Partisi’nden bile böyle bir teklif gelse biz bunlara açığız, her kesime sergileriz çünkü bu gösterinin amacı tüm kadınların birlik ve beraberliğini sağlamaktır’ dedim. Sonuç olarak bu projeyi 86 bin 700 şehit kadınımızı anmak ve Cumhuriyet tarihindeki öncü kadınlara şapka çıkarmak adına yaptığımızı söyledim.
Daha önce yaptığınız röportajlarda verdiğiniz bilgilerle ilgili sorular soruldu mu?
Nuriye Akman ile yaptığım röportajdaki hangi bilgilerin doğru olduğu soruldu, bu konuya da açıklık getirdim. Savcılık, ‘AKŞAM Gazetesi’nde röportaj yapmışsınız, nereden biliyordunuz alınacağınızı?’ dedi. Ben de ‘müneccim yemeği yemeye gerek yok, Deniz Feneri’ne destekçi olan medya grubu hakkımızda aylardır feryat figan edip kıyameti koparıyordu dolayısıyla bize de sıranın geleceğini biliyorduk. Bundan korkmuyorduk, hazırdık ve bekliyorduk çünkü savcılık da medyada çıkan bu haberleri dikkate alıp tarafsız bir şekilde bu konuyu değerlendirmek zorundaydı’ dedim. ‘Üç gün önce övdüğün savcı, şimdi seni yargılayacak, ne düşünüyorsun?’ dediler. ‘Valla gözümüzün yaşına bakmayacak ve içeri tıkacak diye düşündüm’ dedim.
Gözaltı sürecinde size nasıl davranıldı?
Mükemmel! Emniyet görevlileri de savcılık da inanılmaz derecede çok iyi davrandı. Bulunduğumuz yerde yataklar ve battaniyeler vardı. Yiyecek ve içecekler verildi. Hakarete uğramadık. Çok insancıl çerçevelerde sorular yöneltildi. İstersek susma hakkımızın olduğu ve konuşmak zorunda olmadığımız söylendi. Sormadığınız soruları bile sorun hepsini cevaplarım dedim. ‘Bunların içinde, içine sindiremediğin bir şeyler var mı’ diye sorulunca Doğu Perinçek ile aynı çerçeve içinde sunulmaktan hicap duyduğumu çünkü Abdullah Öcalan ile görüşmesini kınadığımı söyledim.
Sorgu ne kadar sürdü?
12 saat sürdü.
Tedirginlik yaşadınız mı?
Herhalde bir şeylerin içersindeyim diye düşündüm ama iddia edilen örgüt içinde herhangi bir faaliyette bulunmadığımı bildiğim için içim çok rahattı. Emniyete giderken önyargılarım vardı, acaba dayak ya da işkenceye maruz kalır mıyım diye tedirgindim. Savcıya çıkmadan önce de çok tedirgindim, yanlı düşünüp ‘hadi bakalım içeri’ derse acaba buradan cesedim mi çıkar diye düşünmedim değil. İ Bu olanlar siz de bir travma yarattı mı?Herhangi bir kötü davranışa maruz kalmadık ama halen kendime gelemedim, toparlanamadım. Bazen ne dediğimi bilmiyorum, bugün gidip kanımı tahlil ettirmeyi düşünüyorum. Sanki bir şey içmişim de başım dönüyor gibi, başımı kaldıramıyorum ve sağlıklı hareket ettiremiyorum. Sanki bir travma geçiriyorum, bunu sorgu sırasında bizimle olan arkadaşlara da sordum. Öyle bir şey oldu ki içimden her şeyi anlatmak geldi, her şeyi anlatıp bir çırpıda bitsin istedim. Ne olduğunu anlamadık ama iyi bir şeyler yaptıklarını umuyorum. Kelimeleri filan toparlayamıyorum. Yatınca uyuyamıyorum, kalkınca da uykum var.
SEKS KASETLERİ DEDİLER AMA...
Elinizde şantaj yapmak için seks kasetleri bulundurduğunuz da söylendi…
Seks kaseti diye bahsedilen iddianın içinde ne olduğu çıkınca, bizim bu tür haberlerimizi yapan medya morardı. Utançlarından tahliye haberimizi bile veremediler. Herhalde kendi sapkın duygularını kaleme almaya bayılıyorlar. Çünkü bu kişilerin kapalı kapıların ardında ne yaptıkları belli değil ki! Biliyorsunuz ki ‘seks shop’ların en fazla satış yaptığı yer Konya’dır. Kendi aralarındaki fantezilerini benim üzerimden gerçekleştirmek istediler ama istedikleri primi göremeyip tersine zarar gördüler. İddia edilen seks kasetleri Cumhuriyet Kadınları’nda yer alan Osmanlı Sultanları, Kurtuluş Savaşı’nda şehit olan kadınların görüntüleri ve kamuoyunda birçok filmde yer almış arşivden ibaretti. İ Sizce Ergenekon’un amacı derin devlet ilişkilerini ortaya çıkarmak mı, yoksa bir iktidar savaşının göstergesi mi?Bunun iktidar ile muhalefet arasındaki savaş olduğunu düşünüyorum. 3-5 tane paşayla 20 tane bürokrat, Ortadoğu’nun en çok söz sahibi olan ülkesinde darbe yapabilir mi?
SAVCI TARAFSIZ
Ergenekon’un hükümetin gündemi değiştirmek istemesiyle ilgili olabileceğini düşünüyor musunuz?
Asla Savcı Bey’in yanlı düşündüğü kanaatinde değilim ve tarafsız olduğunu gördüm. Deniz Feneri’ni destekleyen ve bu olayla ilgili dosyanın kapanmasını ve o sürecin silinmesini isteyen kişiler (karşı taarruza geçmiş medyayı kastediyorum) karşı tarafta bir açık arıyorlar ki savcılığın normal soruşturmasını büyütüp kamuoyunda farklı bir gündem yaratmaya çalışıyorlar. Bu çatlağın adalet mekanizmasında değil, mevcut iktidarı destekleyip kendilerini aklamak isteyen medyada olduğunu düşünüyorum. Bunları son çırpınışlar olarak görüyorum. İktidarla muhalefet arasındaki çekişmeden nemalanmak isteyen medya gruplarının oyunu bunlar.
Deniz Feneri davasıyla ilgili ne söylemek istersiniz?
Deniz Feneri’nin ışığının artık söndüğünü düşünüyorum. Soruşturma sonrası sembolik de olsa Kızılay’a, Türk Silahlı Kuvvetleri’ne ve Polis Vakfı’na bağış yaptıktan sonra televizyonda röportaj yaptım, epey para toplanmış. Bu da onlara bir mesajımdır. Onları takip edenlere, Sayın Başbakanımız gibi “gazeteleri almayın” demiyorum, aleyhimde yazan gazeteleri bile insanların okumalarını istiyorum, okusunlar ama okuduklarına inanmasınlar. İ Bundan sonra ne yapmayı düşünüyorsunuz?Cumhuriyet Kadınları Projesi’ni daha da büyütmek istiyoruz. Bununla ilgili en çok da AKP’li, Saadet Parti’li veya bize karşı olan yerlerde gösterimizi yapmak istiyoruz ki biraz daha kendimizi ifade edebilelim. Çünkü biz yaptığımız gösteriyle çok mücadele ettik, çok para harcadık ve bu gösterinin amacına ulaşabilmesi için çok insana gösterilmesi lazım. Öncü kadınlarımızı tanıtmak ve kadınlarımızı daha bilinçli hale getirmek istiyoruz.
NURSELİ’Yİ ÖN MÜLAKATA BİLE ALMADILAR
Nurseli İdiz ile ayrı nezarette mi kaldınız?
Karşılıklı nezarethanelerde kaldık.
Nurseli İdiz’e neler sorulmuş?
O, beni niye ifadeye almıyorsunuz diye kavga etti. Nurseli’yi ön mülakata bile almadılar.
Peki, niye içeri alındı, soruşturmadan geçmedi mi?
En son, savcılığa çıkacağımız zaman ifade verdi. O da Cumhuriyet Kadınları Projesi’nde acaba bölücülükle mi ilgili bir şeyler yapıyor diye alındı. Ama Cumhuriyet Kadınları Projesi’nin kasetlerini izleyip elimizi sıkıp çok beğendiklerini ifade ettiler.
Hülya Avşar’ın Nurseli İdiz’i desteklemesi ve sanatçı ayrıcalığından söz etmesini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bu düşünceye katılmıyorum. Nurseli İdiz, şu an can yoldaşı olduğum bir arkadaşım ama toplumdaki sanatçıya da Cumhurbaşkanı’na da sıradan bir memura ya da işçiye de eşit davranılmalı. Demokrasinin ana görevi bu değil midir? Savcılık makamları da Emniyet Teşkilatı da herkese eşit davranmak zorundadır.
28 ŞUBAT’I ORGANİZE ETMEDİM
Cumhuriyet Kadınları Projesi’yle yeni bir 28 Şubat süreci yaratmak istediğiniz söyleniyor…
86 bin 700 şehidi yattıkları mezardan kaldırıp onlarla ihtilal yapacağım! Olacak iş mi? Yani o tarihte de Müslüm Gündüz’ü, Ali Kalkancı’yı ben mi ayarladım? Bu adamlara inanan binlerce mürit vardı, bunların her birine ayda 500 lira verseniz 50 milyon YTL lazım. Saçma olduğu o kadar belli ki! İlkokul mezunu, limon satan, Kuran okumayı bilmeyen adamın, 10 bin tane müridi olmasını o tarihlerde içlerine sindiriyorlardı, şimdi mi saçma buluyorlar? Mesela Kanal 7’ye eskiden kadın konuk dahi almazlardı şimdi ana haber bültenlerini başı açık bir kadın sunuyor. Onlar da vizyon değiştirdi. Belki içlerindeki cerahati akıtıyorlar ve başkalarına mal etmek istiyorlar onları da. Ben 28 Şubat’ı değil, olsam olsam Cumhuriyet Kadınları Projesi’ni organize eden bir organizatör olurum. Komplo teorilerinden de bıktım, usandım. Bunların ‘Allah bir’ dediğinin haricindeki hiçbir şeyine inanmam. Bunlar, şu anki hükümetin arkasında ‘şak şak’ yaparak, ondan nemalanmak isteyenler grubudur.
İlk alındığınız günü anlatır mısınız?
O gün, ofisimde proje hazırlıyordum; sabahın altı buçuğunda kapı çaldı ve Emniyet mensupları geldi. Ellerinde kamerayla içeri giren 40-50 polisi karşımda görünce afalladım birden ama Emniyet Teşkilatı acayip bir şekilde çıtasını yükseltmiş.
Sizi götürürken açıklamada bulunuldu mu?
Devlete karşı bölücü terör örgütü içinde yer almaktan soruşturma yapıldı. Ana detayı, Cumhuriyet Kadınları Projesi’nin Cumhuriyet Mitingleri gibi olup olmadığıyla ilgiliydi. Kasetlerimize bakıp incelediler, projemize bakıldı ve ardından savcılığa intikal ettirildik. EVET ERGENEKON’UM
Savcı ile aranızdaki diyalog nasıldı?
Savcı Bey’e karşı inanılmaz önyargılıydım. Bir taraftan cesaretinden dolayı takdir ediyordum bir taraftan da mevcut hükümetle ilgili karar veren biri mi diye şüphelerim vardı. Ergenekon soruşturması aslında sola, Milliyetçi Hareket Partisi veya vatanseverlere karşı değil, sağından soluna her kesimden insanın yer aldığı bir iddianame. Ergenekon anayasasıyla ilgili sorular sorulunca asla Ergenekon yasalarını kabul etmediğimi, mevcut Türkiye Cumhuriyeti’nin Anayasası’ndan başka da herhangi bir anayasa tanımayacağımı söyledim. ‘Böyle bir örgüt içinde yer alıp almadığım sorulunca hicap duyarım, devlete karşı yapılacak darbe zihniyeti taşıyan insanların yanında da asla olmayı düşünmem’ dedim. Ama bana Ergenekon musunuz diye sorarsanız evet, ben Ergenekon’um, çünkü Ergenekon ikiye ayrılır birincisi teşekküllü suç örgütü diğeri ise Ergenekon Destanı. O destanın içinde yer almak keşke her Türk’e nasip olsa diye açıklamada bulundum.
Başka neler soruldu?
Ergenekon davasının içinde kimleri tanıdığım, özellikle haham Tuncay Güney soruldu çünkü daha önceki ifadesinde benimle ilgili bir şeyler söylemiş. Tuncay’ı tanıdığımı, üç-dört kez görüştüğümü söyledim çünkü Strateji dergisini değil, o grubu kuran ve onları işe alan kişiyim. Tuncay, zaten herkesle bağlantılı olan biri, onu tanıdığım için içeri alındığımı sanmıyorum. Zaten herkesin tanıdığı hanımefendi bir yazarın (Nazlı Ilıcak) çocuğuyla en samimi arkadaş ve Amerika’da aynı evi bile paylaşmışlar.
Bu projeyi niye yaptığınızı sormadılar mı?
Mevcut hükümetle muhalefetin birbirini yemesinden, koltuk kavgalarından usandığımızı, birlik ve beraberlik zamanının geldiğini düşündüğümüzü, artık Türkiye’yi çağdaş bir ülke statüsüne getirmek için elbirliği yapmamız gerektiğini söyledim. Bu projenin arkasında kimin olduğu, belli partilere mi yapılacağı sorulunca ‘AKP’den değil Saadet Partisi’nden bile böyle bir teklif gelse biz bunlara açığız, her kesime sergileriz çünkü bu gösterinin amacı tüm kadınların birlik ve beraberliğini sağlamaktır’ dedim. Sonuç olarak bu projeyi 86 bin 700 şehit kadınımızı anmak ve Cumhuriyet tarihindeki öncü kadınlara şapka çıkarmak adına yaptığımızı söyledim.
Daha önce yaptığınız röportajlarda verdiğiniz bilgilerle ilgili sorular soruldu mu?
Nuriye Akman ile yaptığım röportajdaki hangi bilgilerin doğru olduğu soruldu, bu konuya da açıklık getirdim. Savcılık, ‘AKŞAM Gazetesi’nde röportaj yapmışsınız, nereden biliyordunuz alınacağınızı?’ dedi. Ben de ‘müneccim yemeği yemeye gerek yok, Deniz Feneri’ne destekçi olan medya grubu hakkımızda aylardır feryat figan edip kıyameti koparıyordu dolayısıyla bize de sıranın geleceğini biliyorduk. Bundan korkmuyorduk, hazırdık ve bekliyorduk çünkü savcılık da medyada çıkan bu haberleri dikkate alıp tarafsız bir şekilde bu konuyu değerlendirmek zorundaydı’ dedim. ‘Üç gün önce övdüğün savcı, şimdi seni yargılayacak, ne düşünüyorsun?’ dediler. ‘Valla gözümüzün yaşına bakmayacak ve içeri tıkacak diye düşündüm’ dedim.
Gözaltı sürecinde size nasıl davranıldı?
Mükemmel! Emniyet görevlileri de savcılık da inanılmaz derecede çok iyi davrandı. Bulunduğumuz yerde yataklar ve battaniyeler vardı. Yiyecek ve içecekler verildi. Hakarete uğramadık. Çok insancıl çerçevelerde sorular yöneltildi. İstersek susma hakkımızın olduğu ve konuşmak zorunda olmadığımız söylendi. Sormadığınız soruları bile sorun hepsini cevaplarım dedim. ‘Bunların içinde, içine sindiremediğin bir şeyler var mı’ diye sorulunca Doğu Perinçek ile aynı çerçeve içinde sunulmaktan hicap duyduğumu çünkü Abdullah Öcalan ile görüşmesini kınadığımı söyledim.
Sorgu ne kadar sürdü?
12 saat sürdü.
Tedirginlik yaşadınız mı?
Herhalde bir şeylerin içersindeyim diye düşündüm ama iddia edilen örgüt içinde herhangi bir faaliyette bulunmadığımı bildiğim için içim çok rahattı. Emniyete giderken önyargılarım vardı, acaba dayak ya da işkenceye maruz kalır mıyım diye tedirgindim. Savcıya çıkmadan önce de çok tedirgindim, yanlı düşünüp ‘hadi bakalım içeri’ derse acaba buradan cesedim mi çıkar diye düşünmedim değil. İ Bu olanlar siz de bir travma yarattı mı?Herhangi bir kötü davranışa maruz kalmadık ama halen kendime gelemedim, toparlanamadım. Bazen ne dediğimi bilmiyorum, bugün gidip kanımı tahlil ettirmeyi düşünüyorum. Sanki bir şey içmişim de başım dönüyor gibi, başımı kaldıramıyorum ve sağlıklı hareket ettiremiyorum. Sanki bir travma geçiriyorum, bunu sorgu sırasında bizimle olan arkadaşlara da sordum. Öyle bir şey oldu ki içimden her şeyi anlatmak geldi, her şeyi anlatıp bir çırpıda bitsin istedim. Ne olduğunu anlamadık ama iyi bir şeyler yaptıklarını umuyorum. Kelimeleri filan toparlayamıyorum. Yatınca uyuyamıyorum, kalkınca da uykum var.
SEKS KASETLERİ DEDİLER AMA...
Elinizde şantaj yapmak için seks kasetleri bulundurduğunuz da söylendi…
Seks kaseti diye bahsedilen iddianın içinde ne olduğu çıkınca, bizim bu tür haberlerimizi yapan medya morardı. Utançlarından tahliye haberimizi bile veremediler. Herhalde kendi sapkın duygularını kaleme almaya bayılıyorlar. Çünkü bu kişilerin kapalı kapıların ardında ne yaptıkları belli değil ki! Biliyorsunuz ki ‘seks shop’ların en fazla satış yaptığı yer Konya’dır. Kendi aralarındaki fantezilerini benim üzerimden gerçekleştirmek istediler ama istedikleri primi göremeyip tersine zarar gördüler. İddia edilen seks kasetleri Cumhuriyet Kadınları’nda yer alan Osmanlı Sultanları, Kurtuluş Savaşı’nda şehit olan kadınların görüntüleri ve kamuoyunda birçok filmde yer almış arşivden ibaretti. İ Sizce Ergenekon’un amacı derin devlet ilişkilerini ortaya çıkarmak mı, yoksa bir iktidar savaşının göstergesi mi?Bunun iktidar ile muhalefet arasındaki savaş olduğunu düşünüyorum. 3-5 tane paşayla 20 tane bürokrat, Ortadoğu’nun en çok söz sahibi olan ülkesinde darbe yapabilir mi?
SAVCI TARAFSIZ
Ergenekon’un hükümetin gündemi değiştirmek istemesiyle ilgili olabileceğini düşünüyor musunuz?
Asla Savcı Bey’in yanlı düşündüğü kanaatinde değilim ve tarafsız olduğunu gördüm. Deniz Feneri’ni destekleyen ve bu olayla ilgili dosyanın kapanmasını ve o sürecin silinmesini isteyen kişiler (karşı taarruza geçmiş medyayı kastediyorum) karşı tarafta bir açık arıyorlar ki savcılığın normal soruşturmasını büyütüp kamuoyunda farklı bir gündem yaratmaya çalışıyorlar. Bu çatlağın adalet mekanizmasında değil, mevcut iktidarı destekleyip kendilerini aklamak isteyen medyada olduğunu düşünüyorum. Bunları son çırpınışlar olarak görüyorum. İktidarla muhalefet arasındaki çekişmeden nemalanmak isteyen medya gruplarının oyunu bunlar.
Deniz Feneri davasıyla ilgili ne söylemek istersiniz?
Deniz Feneri’nin ışığının artık söndüğünü düşünüyorum. Soruşturma sonrası sembolik de olsa Kızılay’a, Türk Silahlı Kuvvetleri’ne ve Polis Vakfı’na bağış yaptıktan sonra televizyonda röportaj yaptım, epey para toplanmış. Bu da onlara bir mesajımdır. Onları takip edenlere, Sayın Başbakanımız gibi “gazeteleri almayın” demiyorum, aleyhimde yazan gazeteleri bile insanların okumalarını istiyorum, okusunlar ama okuduklarına inanmasınlar. İ Bundan sonra ne yapmayı düşünüyorsunuz?Cumhuriyet Kadınları Projesi’ni daha da büyütmek istiyoruz. Bununla ilgili en çok da AKP’li, Saadet Parti’li veya bize karşı olan yerlerde gösterimizi yapmak istiyoruz ki biraz daha kendimizi ifade edebilelim. Çünkü biz yaptığımız gösteriyle çok mücadele ettik, çok para harcadık ve bu gösterinin amacına ulaşabilmesi için çok insana gösterilmesi lazım. Öncü kadınlarımızı tanıtmak ve kadınlarımızı daha bilinçli hale getirmek istiyoruz.
NURSELİ’Yİ ÖN MÜLAKATA BİLE ALMADILAR
Nurseli İdiz ile ayrı nezarette mi kaldınız?
Karşılıklı nezarethanelerde kaldık.
Nurseli İdiz’e neler sorulmuş?
O, beni niye ifadeye almıyorsunuz diye kavga etti. Nurseli’yi ön mülakata bile almadılar.
Peki, niye içeri alındı, soruşturmadan geçmedi mi?
En son, savcılığa çıkacağımız zaman ifade verdi. O da Cumhuriyet Kadınları Projesi’nde acaba bölücülükle mi ilgili bir şeyler yapıyor diye alındı. Ama Cumhuriyet Kadınları Projesi’nin kasetlerini izleyip elimizi sıkıp çok beğendiklerini ifade ettiler.
Hülya Avşar’ın Nurseli İdiz’i desteklemesi ve sanatçı ayrıcalığından söz etmesini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bu düşünceye katılmıyorum. Nurseli İdiz, şu an can yoldaşı olduğum bir arkadaşım ama toplumdaki sanatçıya da Cumhurbaşkanı’na da sıradan bir memura ya da işçiye de eşit davranılmalı. Demokrasinin ana görevi bu değil midir? Savcılık makamları da Emniyet Teşkilatı da herkese eşit davranmak zorundadır.
28 ŞUBAT’I ORGANİZE ETMEDİM
Cumhuriyet Kadınları Projesi’yle yeni bir 28 Şubat süreci yaratmak istediğiniz söyleniyor…
86 bin 700 şehidi yattıkları mezardan kaldırıp onlarla ihtilal yapacağım! Olacak iş mi? Yani o tarihte de Müslüm Gündüz’ü, Ali Kalkancı’yı ben mi ayarladım? Bu adamlara inanan binlerce mürit vardı, bunların her birine ayda 500 lira verseniz 50 milyon YTL lazım. Saçma olduğu o kadar belli ki! İlkokul mezunu, limon satan, Kuran okumayı bilmeyen adamın, 10 bin tane müridi olmasını o tarihlerde içlerine sindiriyorlardı, şimdi mi saçma buluyorlar? Mesela Kanal 7’ye eskiden kadın konuk dahi almazlardı şimdi ana haber bültenlerini başı açık bir kadın sunuyor. Onlar da vizyon değiştirdi. Belki içlerindeki cerahati akıtıyorlar ve başkalarına mal etmek istiyorlar onları da. Ben 28 Şubat’ı değil, olsam olsam Cumhuriyet Kadınları Projesi’ni organize eden bir organizatör olurum. Komplo teorilerinden de bıktım, usandım. Bunların ‘Allah bir’ dediğinin haricindeki hiçbir şeyine inanmam. Bunlar, şu anki hükümetin arkasında ‘şak şak’ yaparak, ondan nemalanmak isteyenler grubudur.
10 Nisan 2008 Perşembe
Melek Kanatlarımla İlerliyorum/İpek Tuzcuoğlu
Asmalı Konak’ın ‘Dicle’si İpek Tuzcuoğlu, şimdi televizyonda iki program birden sunuyor. Yakında ‘O... Çocukları’ adlı filmle sinemaseverlerin karşısına çıkacak olan Tuzcuoğlu ile projelerini, hayatı ve aşkı konuştuk.
İstemek, inanmak ve hayallerin takipçisi olmaya inanıyorum” diyen İpek Tuzcuoğlu, sevgi ve emek harcayarak istediğimiz her şeyin bir gün mutlaka gerçekleşeceğini önemle vurguluyor. Her sabah ATV ekranlarında yer alan ‘Kadının Gücü’ adlı programla kadınların içindeki devi ortaya çıkarmak istediklerini belirten sanatçıyla yeni filmi, aşk, kıskançlık ve ruh halleri üzerine sohbet ettik.
Öncesi çok çalıştığım, sonrası daha çok çalıştığım bir dönem oldu. Tarlanıza doğru tohumları ekmeniz gerekiyor. Şu anda ektiğim tarlanın meyvelerini yediğim bir dönem. Asmalı Konak en özel ürünüm oldu. Türkiye beni bu diziyle tanıdı. Manevi anlamda da önemi çok büyük.
‘O... Çocukları’ filminin öyküsü ve sizin oynadığınız karakteri anlatır mısınız?
1980’lerde genelevde çalışan kadınların ev halleri, günlük hayat içindeki mücadelelerini anlatıyor. Töre gereği erken yaşta evlendirilip mutsuz olan Hatice adlı bir karakteri oynuyorum. Hatice, sevdalı olduğu gençle İstanbul’a kaçar ve ondan da bir darbe yedikten sonra geçimini sürdürebilmek için genelevde çalışmaya başlar. Genelevde çalışan kadınların çocuklarına bakan emanetçi anneler varmış, Hatice de hikayenin sonrasında (Demet Akbağ’ın oynadığı) emanetçi annenin yanına sığınır.
Karakteri yaratırken nelerden beslendiniz?
Arabesk müzikten çok faydalandım. Kendimi o mahallede yaşayanlar gibi hissettim. Ayağıma terlikleri geçirdiğim an, ben o kadın oluyordum.
‘O’ kadınların özel bir dili var mı?
Özel bir dil yok, zaman zaman küfürlü ve argo konuşma var. Hatice, Doğu’dan İstanbul’a küçük yaşta gelmiş bir kız, bu nedenle doğulu şivesiyle değil de kırık bir Türkçeyle konuşmaya çalıştım. Duruşu, bakışı ve sigara içişi çok farklı. İçselliği yakaladığınızda zaten bunun dışa yansıması da kolay oluyor.
‘Kadının Gücü’ adlı programınızın içeriği nedir?
Programın başrolünü, yoktan var eden başarılı kadınlar oluşturuyor. Eğitim almadan sadece inançlarınız doğrultusunda evdeki babayı, kocayı ve ağabeyi ikna ederek iş kurmak, ülkemizde biraz zor. Biz de bu başarılı kadınları merkeze aldık. Azmin, çalışmanın ve inanmanın aslında ne kadar da önemli olduğunu vurgulamak istiyoruz. Kadınların içinde yatan devleri uyandırmak, hayal kurdurup doğru bilgilerle onları harekete geçirmeyi umuyoruz. Ben bu programda bilgi aktarımında bulunan sadece bir köprüyüm, esas fenomen onlar. Kadın gerilla harekâtı oluşturmak istiyoruz.
Genelde genç kızların bir an önce iyi bir evlilik yapması tercih edilir, siz ne dersiniz?
Evliliğe odaklı yaşamak çok yanlış. Bence mutlu bir yuvaya endeksli yaşamak daha önemli. Yuva kurmak daha manevi ve daha içsel bir durum. İnsanların hayatında sevebileceği, dokunabileceği, kokusundan hoşlanabileceği bir erkek olsun, nefret edip lanet okuyarak yatağa gireceği bir eşleri olmasın.
Aşka inanır mısınız?
Aşka inanırım, her zaman inandım, ölene kadar da inanacağım. Üstelik mutlu aşka inanıyorum. Arkadaşlarım hayal dünyasında geziyorsun dediğinde, hayallerimi bana bırakın diyorum. Hayatta neye inanıyorsan onu yaşıyorsun ve geleceğini kendin yaratıyorsun.
Aşk ilişkilerinde hayal kırıklığı yaşadığınızda yaranızı nasıl sararsınız?
Ağlıyorum. Sonra da sen bunları zaten biliyordun deyip kendime kızıyorum. Bir tarafım bilirken bir tarafım da yaşa der. Yine de çok şanslıyım, doğumumdan bugüne kadar karşılaştığım her insan bana çok şey kattı. Annem ve babamdan başlayan bu zincire eşlerim, el ele yürüdüğüm partnerlerim dahildir. Sonsuz dileklerimle uğurlarım onları, iyi bir vedacıyımdır.
Terk edilen mi yoksa terk eden taraf mısınız?Onu bilemezsin ki?
Terk eden gibi algılanırsın ama ilişki içinde çoktannn terk edilmişsindir. Eğer severek bir ilişkiye başlamışsan mutlaka tek taraflı bitmeyeceğine inanırım. İki taraf da eksiltir ya da bir taraf daha fazla çoğaltır diğeri ona yetişemez. O yüzden hayatımda terk etmek ya da terk edilmek yerine bitirmek ve yeni bir sayfaya başlamak vardır. Her zaman sırtımda bana ağırlık yapan çuvalımla değil, melek kanatlarımla ilerlediğimi düşünürüm. Kimseye kötülük yapmak ve hayatlarında derin acılar yaratmak istemem. Ama yaşanması gereken acı varsa yaşıyorsun, ağlıyorsun, için sızlıyor, hayallerin yıkılıyor.
Kadın kıskançlığı konusunda ne düşünürsünüz?
Kimsenin beni kıskanmadığını düşünüyorum. Çünkü buna inanmak istiyorum. (Kahkahalar…) Hayatımda böyle bir yol bulmuşum. Gerçekten formüllerim çok işe yarar. Sadece kendimle ilgiliyim. Niye şunu söyledi diye bakmam. Bazı kadınlar konuşuyorlar ve üretmiyorlar. Bana zarar veren şeyleri hayatıma sokmuyorum. Dedikodu benim de kapımı çalıyor, içeri buyur etmiyorum, ne söyleyecekse kapıdan söylüyor ve gidiyor. Yorum yapmıyorum ama onları da kırmıyorum. Birinin hakkında konuşuyorsan, mutlaka yüzüne söyleyebilme cesaretini de göstermen gerekiyor. Söylediğimiz her sözün bir yansıması var ve evrene bir mesaj veriyorsun.
Ruh sağlığınızı korumanın yolları
Doğru nefes almayı bilmek gerekiyor. Burnumdan nefes alıp tutuyorum, içimden beşe kadar saydıktan sonra ağzımdan veriyorum. Bunu on kez tekrar etsinler. Çok heyecanlandıklarında, sıkıldıklarında, panik atakta ya da menopoz döneminde doğru nefes almanın çok olumlu etkisi var. Bol su içsinler. Ruhla ne ilgisi var demeyin. Suyun şifasına çok inanıyorum. Ellerini, yüzlerini yıkasınlar, duş alsınlar. Mutlaka gökyüzüne ve güneşe ‘merhaba’ desinler. Evrenin içinde kaybolmasınlar. Dua etsinler, ben de dışarı çıkmadan önce muhakkak ‘Nas’ ve ‘Felak’ dualarını okurum. Kendilerine inansınlar. Açık havada çıplak ayakla yürüsünler. Doğayla teması kaybetmesinler.
İstemek, inanmak ve hayallerin takipçisi olmaya inanıyorum” diyen İpek Tuzcuoğlu, sevgi ve emek harcayarak istediğimiz her şeyin bir gün mutlaka gerçekleşeceğini önemle vurguluyor. Her sabah ATV ekranlarında yer alan ‘Kadının Gücü’ adlı programla kadınların içindeki devi ortaya çıkarmak istediklerini belirten sanatçıyla yeni filmi, aşk, kıskançlık ve ruh halleri üzerine sohbet ettik.
Asmalı Konak öncesi ve sonrası için ne söylemek istersiniz?
Öncesi çok çalıştığım, sonrası daha çok çalıştığım bir dönem oldu. Tarlanıza doğru tohumları ekmeniz gerekiyor. Şu anda ektiğim tarlanın meyvelerini yediğim bir dönem. Asmalı Konak en özel ürünüm oldu. Türkiye beni bu diziyle tanıdı. Manevi anlamda da önemi çok büyük.
‘O... Çocukları’ filminin öyküsü ve sizin oynadığınız karakteri anlatır mısınız?
1980’lerde genelevde çalışan kadınların ev halleri, günlük hayat içindeki mücadelelerini anlatıyor. Töre gereği erken yaşta evlendirilip mutsuz olan Hatice adlı bir karakteri oynuyorum. Hatice, sevdalı olduğu gençle İstanbul’a kaçar ve ondan da bir darbe yedikten sonra geçimini sürdürebilmek için genelevde çalışmaya başlar. Genelevde çalışan kadınların çocuklarına bakan emanetçi anneler varmış, Hatice de hikayenin sonrasında (Demet Akbağ’ın oynadığı) emanetçi annenin yanına sığınır.
Karakteri yaratırken nelerden beslendiniz?
Arabesk müzikten çok faydalandım. Kendimi o mahallede yaşayanlar gibi hissettim. Ayağıma terlikleri geçirdiğim an, ben o kadın oluyordum.
‘O’ kadınların özel bir dili var mı?
Özel bir dil yok, zaman zaman küfürlü ve argo konuşma var. Hatice, Doğu’dan İstanbul’a küçük yaşta gelmiş bir kız, bu nedenle doğulu şivesiyle değil de kırık bir Türkçeyle konuşmaya çalıştım. Duruşu, bakışı ve sigara içişi çok farklı. İçselliği yakaladığınızda zaten bunun dışa yansıması da kolay oluyor.
‘Kadının Gücü’ adlı programınızın içeriği nedir?
Programın başrolünü, yoktan var eden başarılı kadınlar oluşturuyor. Eğitim almadan sadece inançlarınız doğrultusunda evdeki babayı, kocayı ve ağabeyi ikna ederek iş kurmak, ülkemizde biraz zor. Biz de bu başarılı kadınları merkeze aldık. Azmin, çalışmanın ve inanmanın aslında ne kadar da önemli olduğunu vurgulamak istiyoruz. Kadınların içinde yatan devleri uyandırmak, hayal kurdurup doğru bilgilerle onları harekete geçirmeyi umuyoruz. Ben bu programda bilgi aktarımında bulunan sadece bir köprüyüm, esas fenomen onlar. Kadın gerilla harekâtı oluşturmak istiyoruz.
Genelde genç kızların bir an önce iyi bir evlilik yapması tercih edilir, siz ne dersiniz?
Evliliğe odaklı yaşamak çok yanlış. Bence mutlu bir yuvaya endeksli yaşamak daha önemli. Yuva kurmak daha manevi ve daha içsel bir durum. İnsanların hayatında sevebileceği, dokunabileceği, kokusundan hoşlanabileceği bir erkek olsun, nefret edip lanet okuyarak yatağa gireceği bir eşleri olmasın.
Aşka inanır mısınız?
Aşka inanırım, her zaman inandım, ölene kadar da inanacağım. Üstelik mutlu aşka inanıyorum. Arkadaşlarım hayal dünyasında geziyorsun dediğinde, hayallerimi bana bırakın diyorum. Hayatta neye inanıyorsan onu yaşıyorsun ve geleceğini kendin yaratıyorsun.
Aşk ilişkilerinde hayal kırıklığı yaşadığınızda yaranızı nasıl sararsınız?
Ağlıyorum. Sonra da sen bunları zaten biliyordun deyip kendime kızıyorum. Bir tarafım bilirken bir tarafım da yaşa der. Yine de çok şanslıyım, doğumumdan bugüne kadar karşılaştığım her insan bana çok şey kattı. Annem ve babamdan başlayan bu zincire eşlerim, el ele yürüdüğüm partnerlerim dahildir. Sonsuz dileklerimle uğurlarım onları, iyi bir vedacıyımdır.
Terk edilen mi yoksa terk eden taraf mısınız?Onu bilemezsin ki?
Terk eden gibi algılanırsın ama ilişki içinde çoktannn terk edilmişsindir. Eğer severek bir ilişkiye başlamışsan mutlaka tek taraflı bitmeyeceğine inanırım. İki taraf da eksiltir ya da bir taraf daha fazla çoğaltır diğeri ona yetişemez. O yüzden hayatımda terk etmek ya da terk edilmek yerine bitirmek ve yeni bir sayfaya başlamak vardır. Her zaman sırtımda bana ağırlık yapan çuvalımla değil, melek kanatlarımla ilerlediğimi düşünürüm. Kimseye kötülük yapmak ve hayatlarında derin acılar yaratmak istemem. Ama yaşanması gereken acı varsa yaşıyorsun, ağlıyorsun, için sızlıyor, hayallerin yıkılıyor.
Kadın kıskançlığı konusunda ne düşünürsünüz?
Kimsenin beni kıskanmadığını düşünüyorum. Çünkü buna inanmak istiyorum. (Kahkahalar…) Hayatımda böyle bir yol bulmuşum. Gerçekten formüllerim çok işe yarar. Sadece kendimle ilgiliyim. Niye şunu söyledi diye bakmam. Bazı kadınlar konuşuyorlar ve üretmiyorlar. Bana zarar veren şeyleri hayatıma sokmuyorum. Dedikodu benim de kapımı çalıyor, içeri buyur etmiyorum, ne söyleyecekse kapıdan söylüyor ve gidiyor. Yorum yapmıyorum ama onları da kırmıyorum. Birinin hakkında konuşuyorsan, mutlaka yüzüne söyleyebilme cesaretini de göstermen gerekiyor. Söylediğimiz her sözün bir yansıması var ve evrene bir mesaj veriyorsun.
Ruh sağlığınızı korumanın yolları
Doğru nefes almayı bilmek gerekiyor. Burnumdan nefes alıp tutuyorum, içimden beşe kadar saydıktan sonra ağzımdan veriyorum. Bunu on kez tekrar etsinler. Çok heyecanlandıklarında, sıkıldıklarında, panik atakta ya da menopoz döneminde doğru nefes almanın çok olumlu etkisi var. Bol su içsinler. Ruhla ne ilgisi var demeyin. Suyun şifasına çok inanıyorum. Ellerini, yüzlerini yıkasınlar, duş alsınlar. Mutlaka gökyüzüne ve güneşe ‘merhaba’ desinler. Evrenin içinde kaybolmasınlar. Dua etsinler, ben de dışarı çıkmadan önce muhakkak ‘Nas’ ve ‘Felak’ dualarını okurum. Kendilerine inansınlar. Açık havada çıplak ayakla yürüsünler. Doğayla teması kaybetmesinler.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)