“Herkes kendi derdine düşmüş… Dünyayı ve insanlığı yapayalnız bıraktık!” diyen Müge İplikçi’nin yazdıklarında, bilinen ya da varolan düzene karşı gelmek gibi bir duruş söz konusu. Edebiyat dünyasına Perende’yle bir dil cambazı olarak giriş yapan İplikçi son yazdığı Cemre romanıyla da ustalığını bir kez daha kanıtlamış durumda.
Kadın yazını hakkındaki düşünceleriniz nedir?
Kadın yazını makul olmayı sorgulamaktır. Bir kadın ya da öteki konumundaki herhangi biri için makul olmak, hayatın tozunu, isini, pasını kendi hayat ilmiklerinden örülü bir halının altına, kendi hayatı pahasına süpürmesi demektir. Kadın yazını ise bu halıyı havalandıran, bir yüzleşme, bir ölçü sayılabilir.
Siz kendinizi hangi kategoriye sokuyorsunuz? Yazar mı yoksa kadın -yazar- mı?
Kendimi kadın-yazar olarak görmek isterim.
Daha çok kadın yazarları mı okursunuz?
Hayır, böyle bir ayrımım yok. En azından bugün algılayabildiğim edebiyat perspektifim böyle. Kadın-yazarları okumayı daha çok seviyorum ama edebiyatın genel olarak algılarıma denk düşen karşılığı cinssizliği. Üstelik erkeklik durumlarını anlatan yazarlara da açığım. İş gerçek edebiyatsa ve hakkı verilerek yapılıyorsa sorun yok.
En çok beğendikleriniz sorsam?
Son iki yıldır okuduklarım arasında çoğunlukla Amerikalı yazarlar var. Son bir ay içinde okuduklarımın arasında en beğendiklerim Alice McDermott’un “After This” ve Thomas McGuane’nin “Gallatin Canyon” adlı kitapları.
Yazmanın sizin için anlamı nedir?
Her şey ve hiçbir şey! Her şey çünkü hayatla başa çıkabildiğim tek yer yazı alanı. Hiçbir şey; çünkü ne dersem diyeyim asıl olan hayattır!
Klasik bir soru belki ama ben de çok merak ediyorum. Müge İplikçi nasıl yazar? Nelerden beslenir? Bir cümle, bir kelime ya da yoldan geçen biri bir öykünün başlangıcı oluşturur mu? Yoksa en başından sonuna her şeyi kafada kurup kağıda mı döker?
Müge çok klasik bir biçimde kendisine ait kuytu bir köşede, o köşeye raptettiği bir masada yazar. Sunta, cam, mukavva, meşe, ne olursa olsun o masanın kutsallığına inanır. Buna karşın esin perisini beklemeyi sevmez, çalışmaya inanır; esin perisinin de bunu sevdiğini düşünür. Hayattaki sıradan anlardan, bu anlara yüklenebilecek tılsımlı anlamlardan, diğer kitaplardaki kağıt ve mürekkep kokusundan beslendiği söylenebilir. Yazma öncesinde huysuzdur. İbadet etmeye başladığında ise hiçbir şey duymaz ve görmez.
Yazdıklarınızda okuyucuya çok iş düşüyor. Sizin yazınınız öyle koltuğa yaslanıp, ayakları uzatıp bir yandan da kahve yudumlarken okunacak türden değil. Kurgunuz okuru dikkatli bir okumaya sevk ediyor. Okuru zorlamayı seviyorsunuz galiba… Tercihiniz bedava okurdan değil yani. Hadi bakalım siz de anlamaya çalışın, öyle oturduğunuz yerden olmaz gibi…?
Kurguya değer veriyorum. Edebiyattan anladığım bu. Niyetim okuru cendereye sokmak değil. Okurla birlikte yeni cevaplar bulabilmek. Bildiklerime inanmamayı, inandıklarımı da bilmem gerekmediğini öğretmiştir bana edebiyat. Okurumla bunu paylaşmak istiyorum.
Yurtdışında hem kadın olmak hem de üçüncü dünyalı kadın olmak nasıl bir şey?
Zor bir durum. Belli değer yargılarına karşı cebinizde taşıyabileceğiniz kimlik jokerleriniz olabilir. Din, etnik köken, dil, akademik kariyeriniz bunlardan bazıları. Kanaatimce görünür kılınmanıza yetmeyen unsurlar bunlar. Ancak kendinizi iyi hissedebilirsiniz. Kaldı ki günlük yaşam pratiklerinde ABD gibi kendini gezegen gibi gören bir ülkede bu tür farklılıkların çok da bir önemi yok. Buradaki gündelik yaşantımda etrafı serinkanlılıkla halelenmiş görünmez bir zırh giymeyi tercih ettim ve rahat ettim.
İlk öykü kitabınız Perende ile edebiyat dünyasına giriş yaptınız. Şu an bulunduğunuz yerden geçmişe “ayna” tutarsak Perende size ne diyor?
“Devam et”diyor! İlk kitapların işlevi budur bence. Yazmak, zamana ve arayışlarınıza yönelik bir ustalıktır; bu anlamda daha kat edecek çok yolum var.
İlk doğumunuz Perende son doğumunuz ise Cemre ile roman oldu. Siz en çok hangisini sevdiniz? (Tür olarak)
Sanırım Cemre. Şu an üzerinde çalışmakta olduğum kitabım bitinceye kadar, Cemre.
Yazdıklarınızda, kurgunuzda varolan ya da bilinen düzene karşı gelmek gibi bir duruşunuz var. Kopuk anlatımlar, birbiri içine geçen anlar… Bir de sizden dinlesek. Gerçek yaşamdaki duruşunuzda da sanırım düzene karşı olma hali var…
Hayatın gidişatından memnun değilim. Dünyadaki baskılardan, insanların üzerlerine binen aşırı yükten şikayetçiyim! İnsanların kendi iç seslerini bulmalarının mümkün olamayacağı bir kargaşa hali var dünyada. Aslında dünyayı nasıl görüyorsam öyle yazıyorum. Kopuk kopuk ilişkiler, içimizi sarmış olan korkular, bu korkularla büyüyen nefret, öfke, hemen her şeyi anında tüketme hırsı ve arzusu… İşin aslı, herkes çok yalnız; dolayısıyla hayata tutunma eylemleri de yalnız ve cılız. Kaçınılmaz olarak anılar, bellek de. Bu yalnızlığın yarattığı çok ciddi bir bencillik var. Kısacası herkesin derdi kendine; ya da şöyle diyeyim herkes kendi derdine düşmüş durumda. Dünyayı ve insanlığı yapayalnız bıraktık! Karşı olduğum budur.
Kitaplarınızda yaşattığınız kadınlarda siz de var mısınız?
DNA olarak yer yer.
Kısa öykünün özel bir sistematiği var diyorsunuz. Bunu açıklar mısınız? Giriş-gelişme ve sonuçtan oluşan kurallı bir şey mi demek istediğiniz? Gideceğin yönü bilmek önemlidir diyelim ama hangi yolu kullanacağın, yürüyerek mi, koşarak mı ya da ne bileyim yer altından tünel kazarak mı olduğunu seçme şansı yok mu yazarın? Bugüne kadar bilinenleri ters yüz edebilecek kurgu ya da kurgusuzluk örneği ya da yazana özel bir tarzın yaratılması önemli değil mi?
Şunu edebiyat yapıtı olarak çerçeveleyelim: Edebiyatın hayattan farkı giriş, gelişme ve sonucu içermesidir. Bunun ille de ardışık olması gerekmiyor. Ayrıca kurgu özgürlüğünüz elbette var. Ancak edebiyat bir bütünler topluluğudur. Kullandığınız imgelerin kitap içersinde bir karşılığı olması gerekir. Yazarın omzuna binen yük de buradadır zaten! Yarattığınız evrenin temsil ettiği değerler birbiriyle bütünleşmek durumundadır. Kahramanınıza bir gül koklatıyorsanız, bu eylemi, dahası gülü açımlamakla yükümlüsünüz. En azından altmetinde… İyi yazılmış bir edebi metinde gelişigüzel kullanımlara yer yoktur.
Yeni yazarlar için “bunalımlarını, kişisel dertlerini yazıyorlar bunun da adına öykü diyorlar” deniyor. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Genelleme yapmak sakıncalıdır. Ancak yukarda işaret ettiğim analitik noktayı unutmamak gerekiyor. Edebiyat matematiktir; matematikten farkı, yapısını sözcüklerle kuruyor olmasıdır. Bunun dışında olay örgüsünün sağlamlığı, kurgulamadaki derinlik, temanın satırlara sindirilmişliği vb. çok temel özellikler var. İçeriğe gelecek olursak, çağımızın modernizm ve moderniteyle hesaplaştığı çok açık. Elbette bunalımlar ve kişisel dertler öne çıkacak. Bundan daha doğal bir şey göremiyorum.
Bir anın öyküsü olamaz mı?
Elbette olur.
Cemre romanı bana Akıl Defteri filmini hatırlattı. Bazı bölümlerde sondan başa giden tersine kurgu gibi bir şey. Ya da benim aklım karıştı. Bilemedim?
Cemre’nin şimdiki zamanla bir hesabı var. Aslında gerçek anlamda bir türlü şimdiki zamanı yaşayamayan insanların öyküsü Cemre. O kahramanlar biraz bize benziyor! Şimdiki zamanın içinde geçmişi ve geleceği yaşamaktan, hayatın kendisine bir türlü müdahale edemeyen insanların öyküsü Cemre.
Cemre’nin kadınları iç içe geçmiş matruşkalar gibi… Aynı kadınlar, aynı anılar, aynı acılar… Aynadan kırılarak yansıyan, çoğalan görüntülerimiz gibi aynı zamanda… Ne dersiniz?
Çok haklısınız. Bir örnek duygular, bir örnek tepkiler…Kendi sesini bulamayış. Bunu anlatırken suyu temellendirdim Cemre’de. Kitaptaki herkes sığ sularda debelenip duruyor. Arka fondaki politik savrulmaların nedeni de bu sanki. Oysa kahramanlara vaatler sunan temsili bir okyanus var; kahramanların kendileri olabilme şansını elde edebilecekleri bir okyanus. O okyanus bizim içimizde aslında! Cemre’deki kahramanlar bunu pek seçemiyor. Ama Yıldız farklı. O her şeye yeniden başlayabilecek.
Cemre romanında siyasi bir duruş da söz konusu aynı zamanda. Unuttuğumuz, belleklerden silip hatırlamak istemediğimiz geçmişimize götürüyorsunuz bizi romanda. Esen tatlı rüzgar birden yerini daha sert bir savrulmaya bırakıp küllenen acıları çıkarıyor ortaya. Silkinin der gibi adeta. 12 Eylül… Töre cinayetleri… Tarihsel anılar ve acılarla yüzleşme… Hesaplaşma… Okuru sürekli bir dürtme hali seziliyor hep yazdıklarınızda. Uyandırma… Öyle değil mi?
Böyle bir misyonu üstlenmek istemiyorum. Ancak kendimizi çözümleyebilmenin ruh sağlığımıza iyi geleceğini düşünenlerdenim. Cemre’deki okyanusun sunabileceği zenginliklere erişebilmek için kendimizi affetmemiz gerekiyor. Yıldız kendini affediyor, örneğin. Doğrusuyla, yanlışıyla…Bence diğerlerini affetmemizin temelinde bu yatıyor. Bu da dünyayı anlayabilmemiz için zaman kazanmak demek oluyor. Dünyayı anlayabilmek benim için önemli. Sanırım Yıldız için de önemli. Öfke, kırgınlık, hırs, zalimlik, rekabet… Bunları hayatımızdan çıkarabildiğimizde erişebileceğimiz o sakinlik. Ama coşkumuzu, heyecanımızı, vicdanımızın sesini, adalet duygumuzu da yitirmeksizin. Okyanusun vaat ettikleri bunlar.
Kül ve Yel romanındaki Yel-kovan-kuşu yel kovma misyonunu üstlenmiş olabilir mi? Yüzleşme ve hesaplaşmaya olanak sağlayan…
Kül ve Yel’deki yel, bellek kaybına işaret eder. Aslında hayat yaşanmış, anılar çoktan küllere dönüşmüştür. Bunların üzerinden bir de rüzgar geçer. Kısaca geriye hiçbir şey kalmaz. Dünyanın şu anki hali gibi…
Kül ve Yel romanınızdaki unutma ve hatırlama teması da ülke gerçeğini yansıtan bir metafor diye düşünüyorum. Son moda reklam cingılımız “Ver çoşkuyu” durumu söz konusu gibi… Son trend. “Eyvah küresel ısınma”… Bir “Sihirbaz” çıkıyor el marifetiyle izleyenleri illüzyona boğuyor… Siz de bir dil cambazı olarak seyirci koltuklarını sarsıyorsunuz. Bazı gerçeklerin hatırlanması için elinizden geleni ardına koymuyorsunuz. Birileri uyuştururken sizin edebi söyleminiz uyarıcı niteliği taşıyor. Haklı mıyım?
Kül ve Yel karanlık, katmanlı bir kitaptır. Onu yazarken epey yoruldum. Temsili olarak Irak’ın kül olup gitmesine denk düşen bir çalışmaydı. Çok üzülerek yazdığım bir kitaptır. Ruhumda karşı olduğum bütün iktidar biçimlerini sergilemeye çalışmıştım orada.
Reklamlara ve sistemin replikler yaratması konusuna gelecek olursak çok da iyimser olmadığım ortaya çıkar. Edebiyatın dünyadaki trendlere karşı gücünü azımsamıyorum; ancak edebiyat aracılığıyla bu gidişe bir dur diyemezsiniz. Edebiyatın dışındaki araçlar çok güçlü; edebiyatı sarmalayacak kadar güçlü üstelik. Dolayısıyla biz edebiyatçılar ne dersek diyelim moda eğilimlerin günü belirlemesi kaçınılmaz gibi görünüyor.
Bellek yitimi ve sürekli bir unutma hali beni çok düşündürüyor. Geçmişi uyutan-unutan ya da yutmak isteyen biri olarak topluma dayatılanın dışında kişisel olarak da bile isteye hafıza kaybına uğramanın ya da geçmişi silmenin varolmanın dayanağı diye düşünüyorum. Bu da ayrı bir konu aslında… Ne dersiniz?
Beyin yıkama sistematik bir uğraş, hatta bir ekmek kapısı günümüzde. Terörle mücadeleden okul müfredat programlarına, yeni dinsel hareketlerden casus programlarına kadar. Bunların doğru olmadığını söylemek bile sistemin işine yarıyor bir yerden sonra.
19 Ekim 2007 Cuma
18 Ekim 2007 Perşembe
Küçük İnsanların Büyük Hikayeleri... Cüneyt Özdemir
Soner Yalçın’la birlikte internet üzerinden yayın yapan Oda TV adlı bir site kuran Cüneyt Özdemir, amaçlarının büyük televizyon kanallarının uzak durduğu hayatın içine girmek olduğunu söylüyorTeknolojinin hayatı hızlandırdığı söyleniyor, çünkü dünyanın neresinde olursa olsun olup biten her şey internet sayesinde anında size ulaşıyor. Aynı teknolojinin hayatın içindeki gerçeklik duygusunu azalttığı da söyleniyor, çünkü insanların kurdukları iletişim kelimeler ve fotoğraflarla sınırlı hale geliyor. İki görüşte de haklılık payı olduğunu düşünen gazeteci Cüneyt Özdemir, teknolojinin ve internetin sağladığı bilgiye ve habere ulaşma kolaylığından daha çok yararlanmamız gerektiğine inanıyor. Özdemir bu amaçla kendisi gibi ‘hayata dair bir meselesi olan’ meslektaşı yazar Soner Yalçın’la birlikte yepyeni bir televizyon kanalı kurdu. İnternet üzerinden yayın yapan Oda TV (www.odatv.com), büyük televizyon kanallarının atladığı, es geçtiği, görmezden geldiği veya gizlediği hikayelere odaklanıyor. Başarılı olurlarsa bunu habercilikte bir devrim olarak görmek bile mümkün.
Oda TV’yi anlatır mısınız bize biraz?
Oda TV biraz zorunluluktan çıktı. Dünya ve medya sistemleri çok değişti. Artık dünya teknolojik devrimin içinde. İletişim bantları artık daha geniş ve internete ulaşım daha kolay. Biz de bunu bir şekilde yakalamak istedik ve Soner Yalçın’la birlikte bu siteyi kurduk. Oda TV internetten yayın yapan bir televizyon kanalı olmayı hedefliyor. Yani nasıl YouTube herkesin görüntü ekleyebildiği bir ansiklopediyse bu da bir televizyon dergisi. Hedefimiz büyük ama nereye ne kadar gider bilemiyorum. Türkiye’deki teknoloji, hayallerimizi karşılayacak derecede gelişmiş ve yerleşmiş değil. Bizim hedefimiz 2010’lu yıllar. Büyük bir maratona başladık ve bu maratonun ilk adımlarını atıyoruz.
Oda TV’de yazarlar da yer alacak mı?
Biz bambaşka bir medya hayal ediyoruz. Şu andaki internet medyası biraz televizyonumsu ya da daha çok gazetemsi ve copy-paste yöntemiyle ilerleyen bir medya. Oysa biz kendi videolarımızı yaratma imkanına sahibiz. Ses ve görüntüye ağırlık veriyoruz. Yazarlar olsun mu? Olmasın bence. Çünkü gazetelerde yeterince yazar var.
Neden adı Oda TV? Bunun ‘Sağır Oda’ dizisiyle bir bağlantısı var mı?
Biz gerçekten bir odadan yayın yapıyoruz. Belki bir gönderme olabilir ama özel bir durum yok burada.
NASIL BÖYLE BİR HABER YAPARSINIZ?
“Küçük insanların büyük hikayeleri anlatılmıyor” diyorsunuz…
Bugünkü medya halktan kopmuş durumda. Hem bürokratik hem de biraz Ankara’nın ve burjuvazinin gündemini izliyor. Ekonomi sayfalarında büyük markaları görüyorsunuz ama hiçbir zaman o markaların üretim yaptığı fabrikaların işçilerini görmüyorsunuz. Ekonomi haberlerinin yüzde 80’i para piyasaları üzerine. Köşe yazarlarının yüzde 80’i zaten Başbakan ya da Cumhurbaşkanı için yazıyor. Magazin dediğiniz şey belli bir çevrede ilerliyor. Bizim iddiamız ise biraz daha hayatın içine girmek; ‘İkinci Bahar’ dizisinde yapılanı yaparak ‘küçük insanların büyük hikayelerini’ anlatmak...
İnternet televizyonculuğunu biraz da meydan okuma şansı verdiği için mi tercih ettiniz?Amacımız kimseye meydan okumak değil, biz sadece kendimizi ifade etmek istiyoruz. Bakın, bugün ünlü gazeteciler, politik nedenlerden ötürü işsiz kalıyor. Yine de bazıları hâlâ sesini duyurabiliyor. İnternetin ne kadar büyük bir medya olduğunu keşfettiler ve daha küçük sermaye gruplarıyla çalışarak daha özgür yayıncılık yapabiliyorlar. Dünya dönüşüyor, medya dönüşüyor bundan kaçmak mümkün değil.
Televizyonda yapamadığınızı Oda TV’de yapabilme şansınız var mı sansüre uğramadan?
Evet, var. Tepkiler de geliyor tabii. Yaptığımız bir haberden dolayı bir kanalın genel müdürü telefonla arayıp “nasıl böyle bir haber yaparsınız” diye avaz avaz bağırdı ve kendisinden izin almadan yayın yapamayacağımızı söyledi. Ben de kendisine “bakın bu oturduğunuz koltuklar hiç kimseye kalmadı, size de kalmaz” dedim. “Ama sana da kalmaz” diye cevapladı. Ona kendi koltuğumda oturduğumu söyledim. Medyada büyük bir kamplaşma var. Medya çalışanları açısından değil, sahipleri tarafından yaratılan bir kamplaşma bu. Medya çalışanları bir parça bunun kurbanı, kölesi ya da ‘efendisi’ oluyor. Biz burada hiçbir kampa ait olmadan kendi çizgimizi oturtmaya çalışıyoruz. Oda TV’nin sermayesi bize ait. Bir odadan yayın yapıyoruz ve kaybedecek hiçbir şeyimiz yok.
Facebook için ne söylemek istersiniz?
Facebook inanılmaz bir çılgınlık. Ben de bir facebook üyesiyim. İnternet teknolojisinin devrimlerinden biri, YouTube’dan sonra ikinci büyük adım. Diğer arkadaşlık sitelerinden çok daha farklı bir ortam var. Çünkü internetin her türlü yeniliğini kullanıyor ve bir anlamda sanal bir hayat yaratıyor. İyi bir yer mi? Pek zannetmiyorum. Yani insanların birbirini dürttüğü, birbirlerinin sadece resimleriyle arkadaş olduğu bir yerde pek çok duygunun kaybolduğuna inanıyorum. Ama bir yandan da iletişim teknolojisinin çok hızlandığının farkındayım. Birbirlerini bulamayanlar buluşabiliyor, kavuşamayanlar kavuşuyor…
Bunca iletişim bolluğu içinde siz kendinizi nasıl hissediyorsunuz?
Garip bir çelişki oluyor. İletişim mesleğinin içindesiniz pek çok insana farklı şekillerde sesleniyorsunuz ama bazen yanı başınızdaki birine ulaşamadığınızı görüyorsunuz. Bu sanırım bir gazetecinin düştüğü en büyük ikilem. Yine de genelde kendimi ifade edebiliyorum ve başkalarını da anlamaya çalıyorum.
Sizin için hayat bulanık mı yoksa net mi diye sorsam…
Hayat biraz değişken. Yani elinizde tutamıyorsunuz, kayıp gidiyor. O yüzden farklı zamanlarda farklı duygular hissediyorsunuz. Bir dönemim çok bulanıktı, ne yazık ki şu aralar biraz daha netim.
Neden ‘ne yazık ki’ dediniz?
Çünkü o bulanıklıkta umut ve beklenti vardır. Netlikse biraz daha sert ve kabadır.
Hayal kırıklığı ve hayat kırıklığından söz eden bir yazınızı okumuştum. Sizde hangisi daha çok var?Şu günlerde ne yazık ki derin bir hayat kırıklığı yaşıyorum.
Neden?
Ne siz sorun, ne ben anlatayım…
Oda TV’yi anlatır mısınız bize biraz?
Oda TV biraz zorunluluktan çıktı. Dünya ve medya sistemleri çok değişti. Artık dünya teknolojik devrimin içinde. İletişim bantları artık daha geniş ve internete ulaşım daha kolay. Biz de bunu bir şekilde yakalamak istedik ve Soner Yalçın’la birlikte bu siteyi kurduk. Oda TV internetten yayın yapan bir televizyon kanalı olmayı hedefliyor. Yani nasıl YouTube herkesin görüntü ekleyebildiği bir ansiklopediyse bu da bir televizyon dergisi. Hedefimiz büyük ama nereye ne kadar gider bilemiyorum. Türkiye’deki teknoloji, hayallerimizi karşılayacak derecede gelişmiş ve yerleşmiş değil. Bizim hedefimiz 2010’lu yıllar. Büyük bir maratona başladık ve bu maratonun ilk adımlarını atıyoruz.
Oda TV’de yazarlar da yer alacak mı?
Biz bambaşka bir medya hayal ediyoruz. Şu andaki internet medyası biraz televizyonumsu ya da daha çok gazetemsi ve copy-paste yöntemiyle ilerleyen bir medya. Oysa biz kendi videolarımızı yaratma imkanına sahibiz. Ses ve görüntüye ağırlık veriyoruz. Yazarlar olsun mu? Olmasın bence. Çünkü gazetelerde yeterince yazar var.
Neden adı Oda TV? Bunun ‘Sağır Oda’ dizisiyle bir bağlantısı var mı?
Biz gerçekten bir odadan yayın yapıyoruz. Belki bir gönderme olabilir ama özel bir durum yok burada.
NASIL BÖYLE BİR HABER YAPARSINIZ?
“Küçük insanların büyük hikayeleri anlatılmıyor” diyorsunuz…
Bugünkü medya halktan kopmuş durumda. Hem bürokratik hem de biraz Ankara’nın ve burjuvazinin gündemini izliyor. Ekonomi sayfalarında büyük markaları görüyorsunuz ama hiçbir zaman o markaların üretim yaptığı fabrikaların işçilerini görmüyorsunuz. Ekonomi haberlerinin yüzde 80’i para piyasaları üzerine. Köşe yazarlarının yüzde 80’i zaten Başbakan ya da Cumhurbaşkanı için yazıyor. Magazin dediğiniz şey belli bir çevrede ilerliyor. Bizim iddiamız ise biraz daha hayatın içine girmek; ‘İkinci Bahar’ dizisinde yapılanı yaparak ‘küçük insanların büyük hikayelerini’ anlatmak...
İnternet televizyonculuğunu biraz da meydan okuma şansı verdiği için mi tercih ettiniz?Amacımız kimseye meydan okumak değil, biz sadece kendimizi ifade etmek istiyoruz. Bakın, bugün ünlü gazeteciler, politik nedenlerden ötürü işsiz kalıyor. Yine de bazıları hâlâ sesini duyurabiliyor. İnternetin ne kadar büyük bir medya olduğunu keşfettiler ve daha küçük sermaye gruplarıyla çalışarak daha özgür yayıncılık yapabiliyorlar. Dünya dönüşüyor, medya dönüşüyor bundan kaçmak mümkün değil.
Televizyonda yapamadığınızı Oda TV’de yapabilme şansınız var mı sansüre uğramadan?
Evet, var. Tepkiler de geliyor tabii. Yaptığımız bir haberden dolayı bir kanalın genel müdürü telefonla arayıp “nasıl böyle bir haber yaparsınız” diye avaz avaz bağırdı ve kendisinden izin almadan yayın yapamayacağımızı söyledi. Ben de kendisine “bakın bu oturduğunuz koltuklar hiç kimseye kalmadı, size de kalmaz” dedim. “Ama sana da kalmaz” diye cevapladı. Ona kendi koltuğumda oturduğumu söyledim. Medyada büyük bir kamplaşma var. Medya çalışanları açısından değil, sahipleri tarafından yaratılan bir kamplaşma bu. Medya çalışanları bir parça bunun kurbanı, kölesi ya da ‘efendisi’ oluyor. Biz burada hiçbir kampa ait olmadan kendi çizgimizi oturtmaya çalışıyoruz. Oda TV’nin sermayesi bize ait. Bir odadan yayın yapıyoruz ve kaybedecek hiçbir şeyimiz yok.
Facebook için ne söylemek istersiniz?
Facebook inanılmaz bir çılgınlık. Ben de bir facebook üyesiyim. İnternet teknolojisinin devrimlerinden biri, YouTube’dan sonra ikinci büyük adım. Diğer arkadaşlık sitelerinden çok daha farklı bir ortam var. Çünkü internetin her türlü yeniliğini kullanıyor ve bir anlamda sanal bir hayat yaratıyor. İyi bir yer mi? Pek zannetmiyorum. Yani insanların birbirini dürttüğü, birbirlerinin sadece resimleriyle arkadaş olduğu bir yerde pek çok duygunun kaybolduğuna inanıyorum. Ama bir yandan da iletişim teknolojisinin çok hızlandığının farkındayım. Birbirlerini bulamayanlar buluşabiliyor, kavuşamayanlar kavuşuyor…
Bunca iletişim bolluğu içinde siz kendinizi nasıl hissediyorsunuz?
Garip bir çelişki oluyor. İletişim mesleğinin içindesiniz pek çok insana farklı şekillerde sesleniyorsunuz ama bazen yanı başınızdaki birine ulaşamadığınızı görüyorsunuz. Bu sanırım bir gazetecinin düştüğü en büyük ikilem. Yine de genelde kendimi ifade edebiliyorum ve başkalarını da anlamaya çalıyorum.
Sizin için hayat bulanık mı yoksa net mi diye sorsam…
Hayat biraz değişken. Yani elinizde tutamıyorsunuz, kayıp gidiyor. O yüzden farklı zamanlarda farklı duygular hissediyorsunuz. Bir dönemim çok bulanıktı, ne yazık ki şu aralar biraz daha netim.
Neden ‘ne yazık ki’ dediniz?
Çünkü o bulanıklıkta umut ve beklenti vardır. Netlikse biraz daha sert ve kabadır.
Hayal kırıklığı ve hayat kırıklığından söz eden bir yazınızı okumuştum. Sizde hangisi daha çok var?Şu günlerde ne yazık ki derin bir hayat kırıklığı yaşıyorum.
Neden?
Ne siz sorun, ne ben anlatayım…
2 Eylül 2007 Pazar
HASAN KAÇAN...
Oyuncu olarak ilk kez Ekmek Teknesi dizisiyle karşımıza çıkan Hasan Kaçan yeni sezonda ‘Fesupanallah’ adlı dizinin hem senaryosunu yazıyor hem de Pamuk Hüseyin adında sevimli bir komiseri canlandırıyor. Bakalım bu yeni karakteriyle Heredot Cevdet gibi gönüllere taht kuracak mı?
Yeni dizinizden söz eder misiniz?
Fesuphanallah, matrak bir mahalle dizisi. Belki de duygusal komedi diyebileceğimiz bir kategoriye giriyor. Garibanlıktan yırtmaya çalışan iki adamın hikayesini anlatıyoruz. Biri Gülüm Arif (Cem Davran) diğeri Doktor Tırtıl Nemci (Kadir Çöpdemir). Bunlar garibanlıktan yırtmaya çalışırken kendilerine hedef olarak çok zengin bir kadını seçiyorlar. Killing Timur (Erdal Tosun) ve çetesi var bir de. Dolayısıyla kadının servetinin peşinde bir taraftan bunlar da var. Bu arada hiç ummadıkları bir şey olur her gün gördükleri Jaguar Yasemin karakteri de büyük bir sürpriz arz edecek şekilde ortaya çıkar, bu rolü de Özlem Tekin oynayacak. Ayrıca, benim oynadığım Pamuk Hüseyin adında başarılı bir komiser var. Bu komiser, Killing Timur ve çetesinin peşindedir yıllardır. Birdenbire bizimkiler bu üç cereyanın ortasında kalır ve işler çetrefilli bir hal alır. Pamuk Hüseyin bizimkilerin oturduğu evin üst katına taşınınca işler arap saçına döner. Kötü adamlar ve kaçma kovalama olan hem heyecanlı hem matrak bir hikaye. Projeyi ben şekillendirdim. Senaryo grubunda Behiç Pek, Ozan Aksungur, Ali Demirel var. Ayrıca Raci Şaşmaz, Bahadır Özdener ve Cüneyt Aysan. Son olarak birlikte cila atıyoruz senaryoya. Ortaya kahkahası bol matrak bir hikaye çıkıyor. Dizide Ayşen Gruda, Ahmet Yenilmez, Şebnem Özinal, Şafak Sezer gibi oyuncular da bulunuyor.
İlk olarak ekmek Teknesiyle oyuncu oldunuz, sanırım tesadüf eseri çıkmıştı. Geçmişte oyunculuk hayali var mıydı?
Çocukken vardı belki ama aklımın ucundan geçen bir şey değildi. Ama hayat tesadüflerle dolu, demek nasipte varmış.
Oyunculuk eğitimi alıyor musunuz?
Sahnelerde çok sıkıştığım zaman cast sorumlumuz oyuncu Erdem Ergüney’le çalışıyorum. Öteki işlerle uğraşmaktan oyunculuk dersine zaman yok. Şahane bir oyuncuyum ya da büyük bir oyuncu olacağım diye iddiam yok. Kendimiz yazıp kendimiz çizdiğimiz için de işlenen karakterlerin nasıl olduğunu, nerede ne tepki vereceğini biliyoruz bu büyük bir avantaj zaten.
Oyunculuk ve senaristlik dışında bir şey var mı karikatür ne oldu?
Zaman zaman çiziyorum. Pana filmin internet sitesinde çiziyorum, profesyonel anlamda değil de bir zevk olarak sürdürüyorum.
Diziye karikatür karelerinden görüntüler koymayı düşündünüz mü?
Pek inandırıcı ve etkili olmuyor. Mesela Latif Demircinin çizgilerini çok kullandılar dizilerde. Böyle bir şeyin pazarı yok ve çok masraflı bir iş. Çizgi film Türkiye’de çok tercih edilen bir şey olur ancak o zaman kalemi yeniden profesyonel anlamda elimize alırız.
Sizin takipçisi olduğunuz bir dizi var mı?
Şu anda yok ama geçmişte Bir Demet Tiyatro’nun çok ciddi takipçisiydim. Atilla Atalay’ın yazdığı ‘Sıdıka’yı, ‘İkinci Bahar’ı çok seviyordum. Şimdi Kurtlar Vadisi’ni çok beğeniyorum. Sinema filmi olarak gerçekten ‘Son Osmanlı Yandım Ali’yi beğenerek izledim. Son döneme ait bir isim veremeyeceğim, benim eve gittiğim saatlerde çok eski diziler oynuyor. 24 ve Lost dizisinin DVDlerini alıp izliyorum. Yeni başlayan dizilerin ilk bölümlerine bakıyorum neler yapılmış diye ama yoğun çalışmaktan sürekli izleyemiyorum.
Sizi kimler güldürür?
Herkesin güldüğüne biz de gülüyoruz. Cem Yılmaz’ın yaptığı her espriye, Behiç Pek’in yazmış olduğu her satıra kahkahalarla gülerim. Ata Demirer’in oyunculuğunu da beğeniyorum ona da çok gülerim. Kadir Çöpdemir keza öyle.
İlkokulda ders çalışmayıp sürekli bir şeyler mi çizerdiniz? Nasıl başladı çizme serüveni?
Okuldayken hem çalışkandım hem de karikatür çiziyordum. Daha doğrusu yaptıklarımın karikatür olduğunu bilmiyordum. Daha sonra çizdiklerimi toplayıp Malkoçoğlu’nu çizen Ayhan Başoğlu’na götürdüm. O da yaptıklarıma bakıp “Evladım bunlar karikatüre benziyor, sen bunları Oğuz Aral’a götür” dedi. O zamanlar biraz gözüm karaymış demek Oğuz Aral’ın kapısını çalıp “Ben bunları yapıyorum” dedim. Sağ olsun Oğuz Aral ilgilendi benimle. O günden sonra bir ucundan yakıp diğer ucuna kadar yandı geldi.
Önceleri isminizle tanınıyorken artık cisminizle de tanınıyorsunuz. Ünlü olmak nasıl bir duygu sizin için?
Karikatürist olarak tanındığımda çocuk yaşlarda olduğum için çok farkına varamıyordum. Akademide okurken rektörün odasında çizdiğim karikatür asılıydı. Rektör, Hasan Kaçan’ın ben olduğunu bilmiyordu ve öğrenince çok şaşırmıştı çünkü beni yaşlı biri sanıyormuş. Suratımız tanınmadığı için böyle enteresan durumlar oluyordu. Sonra yüzüm de tanınmaya başladı. Bunun tatlı tarafları da var zor tarafları da. İnsanlar tarafından sevilmek güzel. Bir hayran olunanlar bir de sevilenler kategorisi var. Ben sevilenler kategorisinde olduğumu düşünüyorum. Çünkü hayran olunacak bir görüntümüz yok, saçımız başımız ağarmış neticede Pamuk Hüseyin rolünü oynayan bir adam olmuşuz.
Siyasete girmeyi düşündünüz mü ya da size böyle bir teklif geldi mi?
Siyasete girmeyi düşünmedim. Tam tersine komple çıkmayı düşünüyorum. (Kahkahalar)
Dizinizin adı “Fesup(h)anallah” burada bir kelime oyunu var mı?
Var. Çünkü bu Erkin Koray’ın ‘arkası gelmez dertlerimin bıktım illallah’ şarkısının son kelimesidir. Bizim hikayemizdeki kahramanlarımız ‘arkası gelmez dertlerimin bıktım illallah’ bize de bir gün kader güler güler inşallah’ diyor çünkü kahramanlarımız yırtmaya çalışıyor bu hayatta. ‘Böyle gelmiş böyle gidecek korkarım vallah’ diyor. Sonra ‘böyle gelmiş böyle gitmez’ diyerek bu hayattan yırtmak istiyorlar en sonunda ise ‘yok mu çaresi dostlar ‘fesuphanallah’ dedikleri anda da maceramız başlamış oluyor.
Aslında benim demek istediğim kelimenin içindeki Pana ve Allah ayrıntısıydı. Ya da paranoyasıydı desem…
Fesupanallaaahh…Bir zamanlar da Camel sigarasını tersine çevirirsen bilmem ne görürsün gibi bir şey vardı, bu da ona benzedi. Böyle bir şey düşünmek için biraz rahatsız olmak lazım değil mi sence?
Bilmiyorummm…
Şaka bir yana “Dur ben bir isim bulayım, içinde Pana da olsun Allah da olsun” diye düşünecek kadar manyak bir adam imajı mı çiziyorum sence? Ablacım, bu sadece bir şarkı. (Kahkahalar) Kafaya çok takarsan her şeyden bir mana çıkarırsın. Aslında Pana’yı da tersten okursan Anap oluyor, hadi gel çık işin içinden. Böyle düşününce iyice kafayı yer insan değil mi? (Kahkalar…)
“Siz de bunu anı olarak anlatırsınız ‘Gazeteciyim diye biri geldi, bana bunları sordu meğer kendi paranoyakmış’ dersiniz. Kahkahalar…
Neyse gerçeğe dönelim. Bir söyleşinizde Dolapdere’de oturduğum için solcu oldum demişsiniz?
İnsan kendisi seçmiyor bunu. Gençlik dönemindeki görüşler oturduğu semte göre şekilleniyor demiştim. Eğer oturduğum mahalle sağcı bir mahalle olsaydı arkadaşlarım ve görüşlerim ona göre şekillenecekti. Benim oturduğum mahalle futboldan hoşlanan insanlarla dolu olsaydı ben de futboldan hoşlanan biri olacaktım ki öyleydi. Yetişme çağında birisi çevresinden etkilenir. Kavgacı insanlar varsa kavgacı olursun neşeli insanlar varsa neşeli olursun. Üzüm üzüme baka baka kararır, bu işin tabiatı. Küçük bir çocuğun bir sürü sosyolojik kitaplar filan okuyup inceleyip bir görüş sahibi olması mümkün mü? Herkes çevresiyle birlikte şekilleniyor. Hadise bu…
Medya ahlakı üzerine ne söylemek istersiniz?
Hiçbir şey söyleyemem. Ben bidon kafalı bir adamım, anlamam böyle işlerden. (Kahkahalar… )
Başınıza medyadan hoş olmayan sürprizler gelmiş sanırım…
Bu şahsi bir şey değil. Ne olacak ki? Ben de gazetecilik yaptım, çocukluğum dan beri medyanın içindeyim. Şunu da biliyorum ki, yazıyı yazan o yazıyı en ilginç şekilde insanlara ulaştırmak ister. En çarpıcı başlığı atmak ister. O sırada önemli olan röportaj yapılan kişi değil röportajın ta kendisidir. O maldır. O malı en iyi şekilde parlatmak zorundasındır. Konuştuğun adam da gümbürtüye gidiyorsa da gitsin yani. Mesela bu söyleşide olduğu gibi. ( Kahkahalar.)
Yaaa…
İşin şekli bu. Belki şimdi değişmiştir ben yokken. Benim zamanımda öyleydi. Değişmedi mi?
Siz de öyle mi yazıyordunuz?
Yoo, ben çiziyordum sadece.
Yeni Şafak’ta yazıyordunuz?
Yeni Şafak’ta yazdığım yazılar matrak yazılardı. Gündelik hadiseleri matrak bir şekilde yazıyordum. Sonra tamamen yazıyı bırakıp sadece karikatür çizdim. Sen de ahret soruları sordun be ablacım.
Ahret demişken aklıma geldi… “Herkes bir gün ölümü tadacaktır” deniyor. Ölüm hakkında ne düşünüyorsunuz?
Bilmem ki henüz tatmadım… Belki de adamına göre tatlı veya tuzlu oluyordur. Ölmedim ki daha önce. Sen öldün mü? (Kahkahalar)
Yeni dizinizden söz eder misiniz?
Fesuphanallah, matrak bir mahalle dizisi. Belki de duygusal komedi diyebileceğimiz bir kategoriye giriyor. Garibanlıktan yırtmaya çalışan iki adamın hikayesini anlatıyoruz. Biri Gülüm Arif (Cem Davran) diğeri Doktor Tırtıl Nemci (Kadir Çöpdemir). Bunlar garibanlıktan yırtmaya çalışırken kendilerine hedef olarak çok zengin bir kadını seçiyorlar. Killing Timur (Erdal Tosun) ve çetesi var bir de. Dolayısıyla kadının servetinin peşinde bir taraftan bunlar da var. Bu arada hiç ummadıkları bir şey olur her gün gördükleri Jaguar Yasemin karakteri de büyük bir sürpriz arz edecek şekilde ortaya çıkar, bu rolü de Özlem Tekin oynayacak. Ayrıca, benim oynadığım Pamuk Hüseyin adında başarılı bir komiser var. Bu komiser, Killing Timur ve çetesinin peşindedir yıllardır. Birdenbire bizimkiler bu üç cereyanın ortasında kalır ve işler çetrefilli bir hal alır. Pamuk Hüseyin bizimkilerin oturduğu evin üst katına taşınınca işler arap saçına döner. Kötü adamlar ve kaçma kovalama olan hem heyecanlı hem matrak bir hikaye. Projeyi ben şekillendirdim. Senaryo grubunda Behiç Pek, Ozan Aksungur, Ali Demirel var. Ayrıca Raci Şaşmaz, Bahadır Özdener ve Cüneyt Aysan. Son olarak birlikte cila atıyoruz senaryoya. Ortaya kahkahası bol matrak bir hikaye çıkıyor. Dizide Ayşen Gruda, Ahmet Yenilmez, Şebnem Özinal, Şafak Sezer gibi oyuncular da bulunuyor.
İlk olarak ekmek Teknesiyle oyuncu oldunuz, sanırım tesadüf eseri çıkmıştı. Geçmişte oyunculuk hayali var mıydı?
Çocukken vardı belki ama aklımın ucundan geçen bir şey değildi. Ama hayat tesadüflerle dolu, demek nasipte varmış.
Oyunculuk eğitimi alıyor musunuz?
Sahnelerde çok sıkıştığım zaman cast sorumlumuz oyuncu Erdem Ergüney’le çalışıyorum. Öteki işlerle uğraşmaktan oyunculuk dersine zaman yok. Şahane bir oyuncuyum ya da büyük bir oyuncu olacağım diye iddiam yok. Kendimiz yazıp kendimiz çizdiğimiz için de işlenen karakterlerin nasıl olduğunu, nerede ne tepki vereceğini biliyoruz bu büyük bir avantaj zaten.
Oyunculuk ve senaristlik dışında bir şey var mı karikatür ne oldu?
Zaman zaman çiziyorum. Pana filmin internet sitesinde çiziyorum, profesyonel anlamda değil de bir zevk olarak sürdürüyorum.
Diziye karikatür karelerinden görüntüler koymayı düşündünüz mü?
Pek inandırıcı ve etkili olmuyor. Mesela Latif Demircinin çizgilerini çok kullandılar dizilerde. Böyle bir şeyin pazarı yok ve çok masraflı bir iş. Çizgi film Türkiye’de çok tercih edilen bir şey olur ancak o zaman kalemi yeniden profesyonel anlamda elimize alırız.
Sizin takipçisi olduğunuz bir dizi var mı?
Şu anda yok ama geçmişte Bir Demet Tiyatro’nun çok ciddi takipçisiydim. Atilla Atalay’ın yazdığı ‘Sıdıka’yı, ‘İkinci Bahar’ı çok seviyordum. Şimdi Kurtlar Vadisi’ni çok beğeniyorum. Sinema filmi olarak gerçekten ‘Son Osmanlı Yandım Ali’yi beğenerek izledim. Son döneme ait bir isim veremeyeceğim, benim eve gittiğim saatlerde çok eski diziler oynuyor. 24 ve Lost dizisinin DVDlerini alıp izliyorum. Yeni başlayan dizilerin ilk bölümlerine bakıyorum neler yapılmış diye ama yoğun çalışmaktan sürekli izleyemiyorum.
Sizi kimler güldürür?
Herkesin güldüğüne biz de gülüyoruz. Cem Yılmaz’ın yaptığı her espriye, Behiç Pek’in yazmış olduğu her satıra kahkahalarla gülerim. Ata Demirer’in oyunculuğunu da beğeniyorum ona da çok gülerim. Kadir Çöpdemir keza öyle.
İlkokulda ders çalışmayıp sürekli bir şeyler mi çizerdiniz? Nasıl başladı çizme serüveni?
Okuldayken hem çalışkandım hem de karikatür çiziyordum. Daha doğrusu yaptıklarımın karikatür olduğunu bilmiyordum. Daha sonra çizdiklerimi toplayıp Malkoçoğlu’nu çizen Ayhan Başoğlu’na götürdüm. O da yaptıklarıma bakıp “Evladım bunlar karikatüre benziyor, sen bunları Oğuz Aral’a götür” dedi. O zamanlar biraz gözüm karaymış demek Oğuz Aral’ın kapısını çalıp “Ben bunları yapıyorum” dedim. Sağ olsun Oğuz Aral ilgilendi benimle. O günden sonra bir ucundan yakıp diğer ucuna kadar yandı geldi.
Önceleri isminizle tanınıyorken artık cisminizle de tanınıyorsunuz. Ünlü olmak nasıl bir duygu sizin için?
Karikatürist olarak tanındığımda çocuk yaşlarda olduğum için çok farkına varamıyordum. Akademide okurken rektörün odasında çizdiğim karikatür asılıydı. Rektör, Hasan Kaçan’ın ben olduğunu bilmiyordu ve öğrenince çok şaşırmıştı çünkü beni yaşlı biri sanıyormuş. Suratımız tanınmadığı için böyle enteresan durumlar oluyordu. Sonra yüzüm de tanınmaya başladı. Bunun tatlı tarafları da var zor tarafları da. İnsanlar tarafından sevilmek güzel. Bir hayran olunanlar bir de sevilenler kategorisi var. Ben sevilenler kategorisinde olduğumu düşünüyorum. Çünkü hayran olunacak bir görüntümüz yok, saçımız başımız ağarmış neticede Pamuk Hüseyin rolünü oynayan bir adam olmuşuz.
Siyasete girmeyi düşündünüz mü ya da size böyle bir teklif geldi mi?
Siyasete girmeyi düşünmedim. Tam tersine komple çıkmayı düşünüyorum. (Kahkahalar)
Dizinizin adı “Fesup(h)anallah” burada bir kelime oyunu var mı?
Var. Çünkü bu Erkin Koray’ın ‘arkası gelmez dertlerimin bıktım illallah’ şarkısının son kelimesidir. Bizim hikayemizdeki kahramanlarımız ‘arkası gelmez dertlerimin bıktım illallah’ bize de bir gün kader güler güler inşallah’ diyor çünkü kahramanlarımız yırtmaya çalışıyor bu hayatta. ‘Böyle gelmiş böyle gidecek korkarım vallah’ diyor. Sonra ‘böyle gelmiş böyle gitmez’ diyerek bu hayattan yırtmak istiyorlar en sonunda ise ‘yok mu çaresi dostlar ‘fesuphanallah’ dedikleri anda da maceramız başlamış oluyor.
Aslında benim demek istediğim kelimenin içindeki Pana ve Allah ayrıntısıydı. Ya da paranoyasıydı desem…
Fesupanallaaahh…Bir zamanlar da Camel sigarasını tersine çevirirsen bilmem ne görürsün gibi bir şey vardı, bu da ona benzedi. Böyle bir şey düşünmek için biraz rahatsız olmak lazım değil mi sence?
Bilmiyorummm…
Şaka bir yana “Dur ben bir isim bulayım, içinde Pana da olsun Allah da olsun” diye düşünecek kadar manyak bir adam imajı mı çiziyorum sence? Ablacım, bu sadece bir şarkı. (Kahkahalar) Kafaya çok takarsan her şeyden bir mana çıkarırsın. Aslında Pana’yı da tersten okursan Anap oluyor, hadi gel çık işin içinden. Böyle düşününce iyice kafayı yer insan değil mi? (Kahkalar…)
“Siz de bunu anı olarak anlatırsınız ‘Gazeteciyim diye biri geldi, bana bunları sordu meğer kendi paranoyakmış’ dersiniz. Kahkahalar…
Neyse gerçeğe dönelim. Bir söyleşinizde Dolapdere’de oturduğum için solcu oldum demişsiniz?
İnsan kendisi seçmiyor bunu. Gençlik dönemindeki görüşler oturduğu semte göre şekilleniyor demiştim. Eğer oturduğum mahalle sağcı bir mahalle olsaydı arkadaşlarım ve görüşlerim ona göre şekillenecekti. Benim oturduğum mahalle futboldan hoşlanan insanlarla dolu olsaydı ben de futboldan hoşlanan biri olacaktım ki öyleydi. Yetişme çağında birisi çevresinden etkilenir. Kavgacı insanlar varsa kavgacı olursun neşeli insanlar varsa neşeli olursun. Üzüm üzüme baka baka kararır, bu işin tabiatı. Küçük bir çocuğun bir sürü sosyolojik kitaplar filan okuyup inceleyip bir görüş sahibi olması mümkün mü? Herkes çevresiyle birlikte şekilleniyor. Hadise bu…
Medya ahlakı üzerine ne söylemek istersiniz?
Hiçbir şey söyleyemem. Ben bidon kafalı bir adamım, anlamam böyle işlerden. (Kahkahalar… )
Başınıza medyadan hoş olmayan sürprizler gelmiş sanırım…
Bu şahsi bir şey değil. Ne olacak ki? Ben de gazetecilik yaptım, çocukluğum dan beri medyanın içindeyim. Şunu da biliyorum ki, yazıyı yazan o yazıyı en ilginç şekilde insanlara ulaştırmak ister. En çarpıcı başlığı atmak ister. O sırada önemli olan röportaj yapılan kişi değil röportajın ta kendisidir. O maldır. O malı en iyi şekilde parlatmak zorundasındır. Konuştuğun adam da gümbürtüye gidiyorsa da gitsin yani. Mesela bu söyleşide olduğu gibi. ( Kahkahalar.)
Yaaa…
İşin şekli bu. Belki şimdi değişmiştir ben yokken. Benim zamanımda öyleydi. Değişmedi mi?
Siz de öyle mi yazıyordunuz?
Yoo, ben çiziyordum sadece.
Yeni Şafak’ta yazıyordunuz?
Yeni Şafak’ta yazdığım yazılar matrak yazılardı. Gündelik hadiseleri matrak bir şekilde yazıyordum. Sonra tamamen yazıyı bırakıp sadece karikatür çizdim. Sen de ahret soruları sordun be ablacım.
Ahret demişken aklıma geldi… “Herkes bir gün ölümü tadacaktır” deniyor. Ölüm hakkında ne düşünüyorsunuz?
Bilmem ki henüz tatmadım… Belki de adamına göre tatlı veya tuzlu oluyordur. Ölmedim ki daha önce. Sen öldün mü? (Kahkahalar)
‘SARAYBOSNA’NIN KALBİ’ BU KEZ ‘TAKVA’ İÇİN ÇARPTI
Doğu Avrupa'nın en önemli film festivallerinden biri olan Saraybosna Film Festivali'ne bu yıl Türk Sineması damgasını vurdu. 17-25 Ağustos tarihleri arasında gerçekleştirilen festivalde, ‘Saraybosna'nın Kalbi’ adlı büyük ödül, Özer Kızıltan'ın ödüle doymayan filmi ‘Takva’ya verildi.
Bol ödüllü bir film Takva. Hemen her katıldığı festivalden bir ödülle dönüyor. Hal böyle olunca biz de bu çok ödüllü filmin yönetmeni Özer Kızıltan ile bir söyleşi yaptık.
Takva filminin hikayesi nasıl oluştu?
Yaklaşık beş yıl önce bir televizyon kanalına beş tane film yapmak istedik. Anlaşır gibi olduk ama sonra olmadı. Takva düşündüğümüz beş hikayeden biriydi. Senaryonun yazılması, prodüksiyonu ve paranın denkleştirilmesiyle 2005 yılının sonu buldu. Önceden ortaya çıkmış bir projeydi.
Senarist Önder Çakar “Babamı anlamak için yazdım” demiş. Sanki hikaye babayı anlamaktan çok babaya bir şeyleri anlatmak istermiş gibi geldi. Ne olursak olalım, dil, din gözetmeksizin Muharrem karakterinin de dediği gibi ‘Şeytan belki de biziz’ ne dersiniz?
Onu bilmiyorum. Önder’e sormak lazım. Cevap vermem doğru olmaz. Evet babasının hikayesinden yola çıkarak oluşturdu ama sonra daha farklılaşan bir hikaye oldu. İçinde yaşadığımız dünyayı, coğrafyayı açıklayan buna parmak basan bir hikaye. Herkes yazarken elbette bir şeylerden yola çıkıyor. Önder de babasından yola çıktı ama hikaye dönüştü belki de filmin içinde benim de babaannem var. Aslında filmde hepimiz, bizzat kendimiz varız. Birebir hayat hikayesi değil anlattığımız.
Takva için İslam-i kesimden olumlu ya da olumsuz bir tepki aldınız mı?
Her kesimden tepki aldık. Ayırt etmiyorum. Seven de oldu, sevmeyen de. Külliyen sevmek yada reddetmek olmadı. Zaten istediğimizde buydu açıkçası. Her kesimden tepki aldığımıza göre meseleye doğru yaklaştığımızı düşünüyorum.
Takva’nın başarısının sırrı nedir?
Keşke bunu bana sormasanız. Kendi hikayemizden yola çıkıp evrensel bir hikaye anlamaya çalıştık ve bunda da çok titizlendik. Sanıyorum bu titizlik perdeye yansıdı o da bize başarı ya da ödül olarak geri döndü.
Takva’nın bu kadar başarılı olacağını tahmin ediyor muydunuz? Yoksa şaşırdınız mı?
Şaşırmadım. Tahmin ediyordum. Seyirci sayısını ve yurt dışı tepkilerini bekliyordum. Beklenti olarak değil ama bir hedef kitleniz var, bir şeyler anlatmak istiyorsunuz, oraya da nasıl ulaşacağınızı aşağı yukarı tahmin etmeniz lazım ben de onu tahmin ettiğimi düşünüyorum. Tahminim altı olmadı ama biraz üstü oldu ve şaşırtıcı gelmedi bana.
Aldığınız ödüller için de en önemlisi ya da hayalimiz buydu dediğiniz var mı?
Yok tabii. Takdir edilmek hoş bir şey. Mesela isminden dolayı (Saraybosna’nın Kalbi) Saraybosna’da aldığımız ödül bir sempati oluşturdu ben de.
Fatih Akın’ın yapımcılığı nasıl gündeme geldi?
Fatih’le yeni sinemacılar olarak hemen her projede en azından fikir alışverişi dahil birçok konuda ilişkimiz var. Senaryo bitince Önder Fatih’e gösterdi ve filmin bir yerinden o da tutmak istedi. Gerçekten çok ciddi bir şekilde maliyete katkıda bulunup yapımcı oldu.
Projelerinizin çoğunda Erkan Can’ın olması bilinçli bir seçim mi?
Tabi ki. Zaten hikaye oluştuğunda Erkan Can’ın oynayacağı belliydi. Erkan Can müthiş bir oyuncu ve her projemizde birlikte çalışmak çok büyük bir keyif. Hepsinde olsun istiyoruz. Kimi zaman başrol olur kimi zaman bir garson olur arkadan geçer. Erkan Can da böyle düşünüyor zaten. Onunla çalışmak büyük bir şans.
Bir filmin yönetmeni senaryosunu da kendi yazmalıdır düşüncesine ne diyorsunuz?
Tabii, doğru bir düşünce. Hayır denecek bir durum yok. Ama herhangi bir senaryoyu alıp çekmeye başladığınız zaman bir daha yazmış oluyorsunuz zaten. Kendiniz onu içselleştirmiş oluyorsunuz. Zaten onu yapamazsanız filminiz başarılı olmaz.
Peki başarılı bir film, yönetmenin midir?
Ekibindir. Sonuçta yaptığımız bireysel bir sanat. Senarist, müzisyen ya da oyuncu için de geçerli bu. Sette herkes yalnızdır aslında. Herkesin bireysel yaratıcılığını yansıtabilmesi gerekiyor.
Sizin diğer yönetmenlerden farkınız nedir?
Herkes kendi anlayışıyla sinema yapar. Aslında fark olup olmadığını düşünmedim bile. Farklı olayım diye uğraştığımı söyleyemem, bir hikaye var ve ben de anlatıyorum.
Nasıl bir yönetmensiniz? Sinirli, uyumlu?
Onu ben cevaplamayayım.
Sizlerle çalışmak isteyen çok genç vardır. Yeni sinemacılar olarak dışarıya kapalı mısınız?
Evet, çalışmak isteyen çok oluyor. Kimseye kapalı değiliz hele ki gençlere her zaman açığız. Biz ekip olarak proje zamanı hep beraber yaşıyoruz öyle olunca da kapalılık söz konusu değil zaten. İnsanlar içinde oluyor ya da olmuyor. Herkese açığız, sadece projeye inanmak gerekiyor.
Sette çalışmak için okullu mu yoksa alaylı mı olmak avantajlı?
Sette çalışmak için her şeyden önce işi sevmek gerekiyor. Eğitim de önemli. Ben sinema-televizyon mezunuyum ama hocalarımın çoğu Yeşilçam’dan gelmeydi. Atıf Yılmaz, Lütfi Akad… İşin entelektüeli olmakla beraber işin mutfağından gelen bu büyük ustalara ben de çıraklık yaptım. Biri diğerine tercih edilir gibi bir şey değil bence.
Bir söyleşinizde “Sanatın kendisi yalan, meslektaşlarımdan da nefret ediyorum, yalancı ve alçaklar” demişsiniz. Hiç tepki almadınız mı?
Almadım ama bu konuya çok girmek istemiyorum. Tepki almaya da niyetim yok.
‘Yaptığımız işler yalan çünkü kurmaca yapıyoruz, hayalimizi perdeye yansıtıyoruz’ anlamında mı söylediniz? Merak ettim.
Bu konuya çok girmezsek sevinirim. Kendimden biliyorum. Kahkahalar…
İnanmadığım ve içime sinmeyen bir projeyi yapmam diyorsunuz. Çok para verseler de mi yapmazsınız?
Yapmam.
Peki İslam-i kesimden bir teklif gelse?
Valla benzeri bir şey çektim aslında. Müslüman cemaatlerde önemsenen ve sevilen biri olan Mustafa Kutlu’nun, ‘Mavi Kuş’ adlı hikayesini TRT için çektim. Almam gerekenin dörtte biri kadar bir paraya çalıştım ama çok keyifle yaptığım bir iş oldu. Hikaye ve senaryo yani anlattığı şey önemli.
Sormadan edemeyeceğim. Serdar Akar’la yollarınızın ayrılması görüş farklılığı oldu ise siz de sağ kesimden Mustafa Kutlu’nun hikayesini çektim dediniz…
Ben bunlara hiç girmek istemiyorum. Zaten haddime düşmez. Açıkçası beni çok ilgilendirmiyor bu konular. Yol ayrılığı oldu belki ama sebebi nedir, ne değildir bu konuya girmek istemiyorum. Bilmek de istemiyorum. Aslında bunun çok konuşulmasını istemiyorum. Serdar da istemiyor.
Neyse konuyu değiştirelim. Nur Yoldaş’ı çok severmişsiniz galiba…
Çok severim, daha doğrusu Ergüder Yoldaş’ı severim.
Başka var mı çok sevdiğiniz?
Çok müzisyen var aslında. Var tabii canım. Çok var.
Peki sevdiğiniz oyuncu ya da yönetmen?
Valla konum olarak böyle bir şey söylemek istemem.
Siz de bir şey söylemek istemiyorsunuz…
Ben biraz öyleyim zor konuşurum. Pozisyon olarak isim vermem doğru olmaz. Oyuncu sahneye geldiği zaman benim için dünyanın en iyi oyuncusudur.
Oyuncu olan oyuncular la mı çalışmayı tercih ediyorsunuz?
Yok. Fark etmez. Tabii bazen tercih sebebi olabilir ama kimi zaman da tersi daha iyi sonuçlar verebilir. Tiyatroda belki çok sırıtır ama sinemada çok fazla örneği var.
Yeni Sinemacılar olarak yeni proje var mı?
Birkaç tane var. Şu anda yazım aşamasında ama hangisi önce hayata geçer bilmiyorum. Görev dağılımının nasıl olacağı da belli değil.
Bol ödüllü bir film Takva. Hemen her katıldığı festivalden bir ödülle dönüyor. Hal böyle olunca biz de bu çok ödüllü filmin yönetmeni Özer Kızıltan ile bir söyleşi yaptık.
Takva filminin hikayesi nasıl oluştu?
Yaklaşık beş yıl önce bir televizyon kanalına beş tane film yapmak istedik. Anlaşır gibi olduk ama sonra olmadı. Takva düşündüğümüz beş hikayeden biriydi. Senaryonun yazılması, prodüksiyonu ve paranın denkleştirilmesiyle 2005 yılının sonu buldu. Önceden ortaya çıkmış bir projeydi.
Senarist Önder Çakar “Babamı anlamak için yazdım” demiş. Sanki hikaye babayı anlamaktan çok babaya bir şeyleri anlatmak istermiş gibi geldi. Ne olursak olalım, dil, din gözetmeksizin Muharrem karakterinin de dediği gibi ‘Şeytan belki de biziz’ ne dersiniz?
Onu bilmiyorum. Önder’e sormak lazım. Cevap vermem doğru olmaz. Evet babasının hikayesinden yola çıkarak oluşturdu ama sonra daha farklılaşan bir hikaye oldu. İçinde yaşadığımız dünyayı, coğrafyayı açıklayan buna parmak basan bir hikaye. Herkes yazarken elbette bir şeylerden yola çıkıyor. Önder de babasından yola çıktı ama hikaye dönüştü belki de filmin içinde benim de babaannem var. Aslında filmde hepimiz, bizzat kendimiz varız. Birebir hayat hikayesi değil anlattığımız.
Takva için İslam-i kesimden olumlu ya da olumsuz bir tepki aldınız mı?
Her kesimden tepki aldık. Ayırt etmiyorum. Seven de oldu, sevmeyen de. Külliyen sevmek yada reddetmek olmadı. Zaten istediğimizde buydu açıkçası. Her kesimden tepki aldığımıza göre meseleye doğru yaklaştığımızı düşünüyorum.
Takva’nın başarısının sırrı nedir?
Keşke bunu bana sormasanız. Kendi hikayemizden yola çıkıp evrensel bir hikaye anlamaya çalıştık ve bunda da çok titizlendik. Sanıyorum bu titizlik perdeye yansıdı o da bize başarı ya da ödül olarak geri döndü.
Takva’nın bu kadar başarılı olacağını tahmin ediyor muydunuz? Yoksa şaşırdınız mı?
Şaşırmadım. Tahmin ediyordum. Seyirci sayısını ve yurt dışı tepkilerini bekliyordum. Beklenti olarak değil ama bir hedef kitleniz var, bir şeyler anlatmak istiyorsunuz, oraya da nasıl ulaşacağınızı aşağı yukarı tahmin etmeniz lazım ben de onu tahmin ettiğimi düşünüyorum. Tahminim altı olmadı ama biraz üstü oldu ve şaşırtıcı gelmedi bana.
Aldığınız ödüller için de en önemlisi ya da hayalimiz buydu dediğiniz var mı?
Yok tabii. Takdir edilmek hoş bir şey. Mesela isminden dolayı (Saraybosna’nın Kalbi) Saraybosna’da aldığımız ödül bir sempati oluşturdu ben de.
Fatih Akın’ın yapımcılığı nasıl gündeme geldi?
Fatih’le yeni sinemacılar olarak hemen her projede en azından fikir alışverişi dahil birçok konuda ilişkimiz var. Senaryo bitince Önder Fatih’e gösterdi ve filmin bir yerinden o da tutmak istedi. Gerçekten çok ciddi bir şekilde maliyete katkıda bulunup yapımcı oldu.
Projelerinizin çoğunda Erkan Can’ın olması bilinçli bir seçim mi?
Tabi ki. Zaten hikaye oluştuğunda Erkan Can’ın oynayacağı belliydi. Erkan Can müthiş bir oyuncu ve her projemizde birlikte çalışmak çok büyük bir keyif. Hepsinde olsun istiyoruz. Kimi zaman başrol olur kimi zaman bir garson olur arkadan geçer. Erkan Can da böyle düşünüyor zaten. Onunla çalışmak büyük bir şans.
Bir filmin yönetmeni senaryosunu da kendi yazmalıdır düşüncesine ne diyorsunuz?
Tabii, doğru bir düşünce. Hayır denecek bir durum yok. Ama herhangi bir senaryoyu alıp çekmeye başladığınız zaman bir daha yazmış oluyorsunuz zaten. Kendiniz onu içselleştirmiş oluyorsunuz. Zaten onu yapamazsanız filminiz başarılı olmaz.
Peki başarılı bir film, yönetmenin midir?
Ekibindir. Sonuçta yaptığımız bireysel bir sanat. Senarist, müzisyen ya da oyuncu için de geçerli bu. Sette herkes yalnızdır aslında. Herkesin bireysel yaratıcılığını yansıtabilmesi gerekiyor.
Sizin diğer yönetmenlerden farkınız nedir?
Herkes kendi anlayışıyla sinema yapar. Aslında fark olup olmadığını düşünmedim bile. Farklı olayım diye uğraştığımı söyleyemem, bir hikaye var ve ben de anlatıyorum.
Nasıl bir yönetmensiniz? Sinirli, uyumlu?
Onu ben cevaplamayayım.
Sizlerle çalışmak isteyen çok genç vardır. Yeni sinemacılar olarak dışarıya kapalı mısınız?
Evet, çalışmak isteyen çok oluyor. Kimseye kapalı değiliz hele ki gençlere her zaman açığız. Biz ekip olarak proje zamanı hep beraber yaşıyoruz öyle olunca da kapalılık söz konusu değil zaten. İnsanlar içinde oluyor ya da olmuyor. Herkese açığız, sadece projeye inanmak gerekiyor.
Sette çalışmak için okullu mu yoksa alaylı mı olmak avantajlı?
Sette çalışmak için her şeyden önce işi sevmek gerekiyor. Eğitim de önemli. Ben sinema-televizyon mezunuyum ama hocalarımın çoğu Yeşilçam’dan gelmeydi. Atıf Yılmaz, Lütfi Akad… İşin entelektüeli olmakla beraber işin mutfağından gelen bu büyük ustalara ben de çıraklık yaptım. Biri diğerine tercih edilir gibi bir şey değil bence.
Bir söyleşinizde “Sanatın kendisi yalan, meslektaşlarımdan da nefret ediyorum, yalancı ve alçaklar” demişsiniz. Hiç tepki almadınız mı?
Almadım ama bu konuya çok girmek istemiyorum. Tepki almaya da niyetim yok.
‘Yaptığımız işler yalan çünkü kurmaca yapıyoruz, hayalimizi perdeye yansıtıyoruz’ anlamında mı söylediniz? Merak ettim.
Bu konuya çok girmezsek sevinirim. Kendimden biliyorum. Kahkahalar…
İnanmadığım ve içime sinmeyen bir projeyi yapmam diyorsunuz. Çok para verseler de mi yapmazsınız?
Yapmam.
Peki İslam-i kesimden bir teklif gelse?
Valla benzeri bir şey çektim aslında. Müslüman cemaatlerde önemsenen ve sevilen biri olan Mustafa Kutlu’nun, ‘Mavi Kuş’ adlı hikayesini TRT için çektim. Almam gerekenin dörtte biri kadar bir paraya çalıştım ama çok keyifle yaptığım bir iş oldu. Hikaye ve senaryo yani anlattığı şey önemli.
Sormadan edemeyeceğim. Serdar Akar’la yollarınızın ayrılması görüş farklılığı oldu ise siz de sağ kesimden Mustafa Kutlu’nun hikayesini çektim dediniz…
Ben bunlara hiç girmek istemiyorum. Zaten haddime düşmez. Açıkçası beni çok ilgilendirmiyor bu konular. Yol ayrılığı oldu belki ama sebebi nedir, ne değildir bu konuya girmek istemiyorum. Bilmek de istemiyorum. Aslında bunun çok konuşulmasını istemiyorum. Serdar da istemiyor.
Neyse konuyu değiştirelim. Nur Yoldaş’ı çok severmişsiniz galiba…
Çok severim, daha doğrusu Ergüder Yoldaş’ı severim.
Başka var mı çok sevdiğiniz?
Çok müzisyen var aslında. Var tabii canım. Çok var.
Peki sevdiğiniz oyuncu ya da yönetmen?
Valla konum olarak böyle bir şey söylemek istemem.
Siz de bir şey söylemek istemiyorsunuz…
Ben biraz öyleyim zor konuşurum. Pozisyon olarak isim vermem doğru olmaz. Oyuncu sahneye geldiği zaman benim için dünyanın en iyi oyuncusudur.
Oyuncu olan oyuncular la mı çalışmayı tercih ediyorsunuz?
Yok. Fark etmez. Tabii bazen tercih sebebi olabilir ama kimi zaman da tersi daha iyi sonuçlar verebilir. Tiyatroda belki çok sırıtır ama sinemada çok fazla örneği var.
Yeni Sinemacılar olarak yeni proje var mı?
Birkaç tane var. Şu anda yazım aşamasında ama hangisi önce hayata geçer bilmiyorum. Görev dağılımının nasıl olacağı da belli değil.
27 Ağustos 2007 Pazartesi
1975’te ilk Erovizyon şarkı yarışmasına‘Hayalimdeki Adam’ şarkısıyla katıldı. Onu en çok ‘Bu Ne Dünya Kardeşim’ ve‘Yalan’ adlı şarkısıyla tanıdık. Bugünlerde ‘Haykırdım Sessizce’ albümüyle yine yeniden gönlümüze taht kuran sanatçı tabi ki Yeliz… Artık büyüdüm ve hayatımda bembeyaz bir sayfa açıldı diyen Yeliz ile keyifli bir şekilde sohbet ettik.
Neredeyse sizi tanıyanlar bile unuttu. Bugünün gençleri ise hiç tanımıyor. Yeliz nasıl biridir?
Her şeyden önce çok dürüst ve doğrucuyum. Hayatım boyunca bir tek felsefem oldu. Mesleğe başlarken babam, “Gece yatağa başını koyduğun zaman vicdanın rahat bir şekilde uyuyacak gibi yat” dedi. Vicdanen rahat uyumak için yaşadım ve hareket ettim.Yemin etmem, yemin edene de inanmam. Çünkü yemin çok kutsal bir şey. Burcumdan kaynaklı olacak ki hiperaktifimdir. Yay burcuyum, yükselenim koç, ay burcum aslan hepsi ateş grubunda toplanmış yani. Tam bir ateş kadınıyım. Aniden olmadık şeylere parlarım birkaç saniye sonra unutup neden böyle yaptım diye kendime kızarım. Çok neşeli biriyimdir. Gırgır, şamatayı çok severim. Hayvanları, çocukları ve yaşlıları çok severim. Evimde iki kedim var ayrıca sokaktaki kedileri de beslerim. Koyu bir Fenerbahçeliyim. İnanılmaz bir futbol hastasıyım. Lig bittiğine çok sıkılırım, başladığındaysa çok mutlu olurum. Annem, babam her şeyim. Ana babaya nasıl sırt çevrilir anlamam. Aileme ömrümün sonuna kadar ne yapsam az diye düşünüyorum. Hiç kinci değilimdir. Hata yaptığım zaman özür dilerim. Randevularıma çok sadığımdır, on dakika önce gelirim birini en fazla on dakika beklerim. Kendime karşı çok saygım var. Bu dünyada en önemli şeyin sevgi olduğuna inanıyorum zaten sevgi olunca saygı da oluyor. Zamanında çok hatalar, arsızlıklar yaptık. Bunlar kaçınılmaz şeyler. Keşke herkes benim gibi ders alsa… Kendimi kendimden çıkarıp çok konuştum. Kendimi ipe bile astım. Hayatta “Bana ne, ne yapayım kaderim buymuş” demedim hiç. Önce hatayı kendimde aramamı öğretti ‘o on beş yıl’. Artık bembeyaz bir sayfa açıldı hayatımda.
Soyadınız Nedir?
Eker.
Neden bunca yıl ara verdiniz?
Bazı aksilikler oldu diyelim. Çok sıkıntılı günler geçirdim. Yaşanması gereken bir dönemdi. Artık bunları anlatmıyorum. Şimdi yeni albümüm çıktı, hayatımda yeni bir sayfa açıldı ve eskiyi konuşmak istemiyorum. Depresyonlara girdiğim, üzüldüğüm zamanlar oldu o dönemlerde. Hiç evden çıkmadığım günlerde oldu. Kesinlikle böyle zamanlarda Allah’ın insanları büyük sınavlardan geçirdiğine ve ders alınması gerektiğine inanıyorum. Sınavı da iyi geçtiğime ve artık ödüllendirilmeye başladığımı düşünüyorum.
İnancınızı kaybetmiş miydiniz? Yoksa bir gün güzel günlerin olacağını biliyor muydunuz?
Tabii, bunların olacağını hissediyordum ve bugünleri görüyordum.
Yıllar sonra gündeme ilk kez ‘Şarkı Söylemek Lazım’ yarışmasıyla geldiniz…
Gündemde olmak isteseydim yıllar yılı o sıkıntılı dönemlerimde ağlayıp zırlayıp bunu yapabilirdim. Ben her şeyi kendi içimde yaşadım. Yarışmada çok güzel bir ortam vardı. Bunca yıl ayrı kaldıktan sonra birdenbire bu kadar eski arkadaşın arasında olmak mutluluk vericiydi. Herkes birbirini tanıyordu ve güzel bir tesadüftü. Yarışma hayatımda bugüne kadar yaşadığım en güzel dönemlerden biriydi. Kolay bir şekilde unutabileceğimi de zannetmiyorum. Yarışma bitince çok üzüldüm.
‘Şarkı Söylemek Lazım’ yarışması sizi bize hatırlattı… Albüm kararını verdiren yarışmamıydı?
Yarışmanın çok faydası oldu. Tanımayanlar tanıdı, unutanlar hatırladı. İnanılmaz bir gündem yarattı. Albüm zaten yapılacaktı.
Sonuç için ne söylemek istersiniz?
Birincinin Semih Saygıner olduğunu düşünüyorum. Halkın ve gönüllerin birincisi Semih’ti. Nasıl telefonumu bulmuşlarsa Türkiye’nin her yerinden mesajlar geldi. Her işte bir hayır vardır diye düşünüyorum. Yarışmanın ikincisi olduk, bu çok önemli değil. Benim değil de bir başka arkadaşın partneri olsaydı yarışmanın birincisi yine Semih Saygıner derdim. Ben olduğum için demiyorum.
Belki birlikte bir şey yaparsınız?
Albümde Semihle düetimiz var.
Şarkı sözü yazıyor musunuz?
1991 yılında Sel Suyu albümünde sözünü yazdığım bir şarkı vardı. Dönem dönem şiir de yazıyorum ama çok profesyonelce değil. Belki ileride. Belki aşık olurum pat diye bir şey yazarım.
Albümden biraz söz etsek…
Bu albüm benim için yeniden doğuş gibi, mesleğe yeni başlamışım gibi… 15 yaşında ilk plağım yapıldığı zaman ne hissettiysem şimdi de aynı duygular içindeyim. Kaset bitti ağladım, rafta gördüm ağladım, radyoda dinledim ağladım. Rüyada gibiyim. Özgür, Yonca Evcimik ve Emel çok inandılar bana. Onlara ne kadar teşekkür etsem az. İnşallah hep böyle gider. Onları üzmem ve üzecek bir şeyler de olmaz inşallah. Albüm için stüdyoya girmek en sevdiğim şeydir. İlk okuduğum şarkı ‘Ağla Kalbim’di hem okudum hem ağladım. Kısa sürede okudum şarkıları. Stüdyo günlerinin heyecanını çok özlemişim. Etrafınızda size inanan ve güvenen insanların olması size bir kat daha güç ve güven veriyor. Prodüktörüm Özgür için ‘Küçük Dev Adam’ diyorum. Bana çok inandı. Şarkıların sahibi Taner Gürsoy tereddüt etmeden verdi şarkıları. Birbirimizi hiç tanımıyorduk ama sanki beni tanıyormuş ve beni anlatmış gibiydi şarkıları o da bana “sanki seni tanıyormuşum ve seni anlatmışım” dedi. Ruhumun aynası oldu şarkılar. Bu şarkıların her nefesinde bütün yaşanmışlıklarım var. Kısaca
‘Haykırdım Sessizce’...
Mucizelere inanır mısınız?
Bu insanın elinde olan bir şeydir. Kişi kendisi çağırır. Düşünceleriyle, kalbiyle, beyniyle ve Allah’a olan inançla gerçekleşir diye düşünüyorum.
Neredesin filmine ilham verenin siz olduğu söyleniyor…
Hiç ilgisi yok. Benim olmama imkan yok. Ben zaten o değilim. (Kahkahalar).
Olsaydım ‘Filmde oynardım’ dermişiniz…
Yok gerçekten ben değilim. Bir kadına bir film yapılması, bir şarkı sözü yazılması ya da beste yapılması gurur verici bir şey. Ben olsaydım ‘Bendim’ derdim. Hiç çekinmem, aksine gururla söylerim.
Ayrı kaldığınız dönemlerde yeni çıkan sesleri dinlediğinizde içinizin cız ettiği olur muydu?
İçim çok acıyordu. Önüne gelen şarkıcı oluyor diye üzülüyordum. Düşünsenize iyi bir ses, iyi bir şarkıcısınız yani un, yağ ve şeker var ama helva yapacak kimse yok. Bu bir ekip işi tabii. Bir kere şansızlıklar geldi mi peşi sıra olur ya hep böyle oldu. Demek ki zamanı değilmiş. Her şeyin bir zamanı varmış. Bu hayatta hiçbir şey tesadüf değil. En basit bir karşılaşmanın bile bir tesadüf olmadığına inanıyorum. İyi düşündüğünüzde ödüllendiriliyorsunuz. Cennet ve cehennem de bu dünyada. Bana kötülük yapanın cezalandırıldığını ben gördüm. Sonsuz bir ilahi adalet olduğunu düşünüyorum. İçimde bu duygular olmasa kesinlikle ayakta duramazdım ve yaşayamazdım. Ben mutlu olduğumda herkes mutlu olsun istiyorum.
Aşka inanır mısınız?
Aaa, aşksız olur mu? İnanırım tabii. Aşka aşığım zaten. Ama maalesef üç yıldır yalnızım. Ama artık aşık olmak istiyorum. Aday var mı diye soracak olursanız bir tane var aslında. Ama o bunu bilmiyor...
Ya olmazsa…
Olmazsa olmasın ne yapalım. Dağ dağa küsmüş dağın haberi olmamış gibi bir şey olur.
İlk hareketin hep karşıdan mı gelmesini beklersiniz?
Ben birini beğenince kenara çekilip o nasıl olsa gelir beni bulur demem. Eğer ortam uygunsa ve arada ortak arkadaşlar varsa devreye sokarım.
Yay burcu için biraz flörtçü olur derler…
O flörtçülük ayrı bir şey. Göz bu. Güzele bakmak sevaptır. Kadın da olsa erkek de olsa güzel insana bakarım. Güzeli herkes sever. Ama aşık olunca çok fena aşık olurum. Gözüm hiçbir şey görmez. Bağlandığım zaman ilişki gittiği kadar gider. Kısa süreli ilişkiler yaşamam. Aşık oldum deyip birkaç gün sonra başka biriyle birlikte olanları hiç anlayamıyorum. Aşık olduğum insandan ayrıldığım zaman bir sene nasıl unutacağım diye düşünürüm.
Aşk acısına karşı bir tedavi yönteminiz var mı?
Aşkın acısından kaçmam. Acısını sonuna kadar yaşarım. Kimileri aşık oldukları kişiyle dinledikleri şarkıları dinleyemez, gezdikleri yere gidemez ben tam tersi üzerine giderim. Kaçış kabullenmemektir. Dibe vurana kadar o acıyı yaşarım. Aşk biraz acı aslında. Allah o acıyı vermesin ve kimseyi sevdiğinden ayırmasın.
Kıskanç mısınız?
Delilik derecesinde kıskançtım. Kendi kendimi yerdim. Onu da terbiye ettim. Herkesin bir özeli vardır. Kimse kimseye tasma takıp benimsin diyemez.
Nasıl bir sevgilisiniz?
Sevgi arsızıyım. Aranmayı sevilmeyi isterim. Şımartılmak isterim. Sürpriz yapılsın isterim hep.
Hoş bir sürpriz yapan oldu mu?
Şimdi onu diyecektim. Maalesef bugüne kadar kimse yapmadı.
İnşallah bundan sonra olur…
Keşke. Ama önce birini bulmak lazım. (Kahkahalar)… Ama bu ara hissediyorum galiba yakın zamanda biri hayatıma girecek.
Buradan sipariş verelim mi?
Kafa dengim olsun. Eğlenceli olsun, futbolu sevsin. Önce arkadaş olalım. Salaş meyhanede rakı-balık ve fasılları severim. Bunları seven biri olursa fena olmaz yani. Bir de Fenerbahçeli olursa... (Kahkahalar)…
Neredeyse sizi tanıyanlar bile unuttu. Bugünün gençleri ise hiç tanımıyor. Yeliz nasıl biridir?
Her şeyden önce çok dürüst ve doğrucuyum. Hayatım boyunca bir tek felsefem oldu. Mesleğe başlarken babam, “Gece yatağa başını koyduğun zaman vicdanın rahat bir şekilde uyuyacak gibi yat” dedi. Vicdanen rahat uyumak için yaşadım ve hareket ettim.Yemin etmem, yemin edene de inanmam. Çünkü yemin çok kutsal bir şey. Burcumdan kaynaklı olacak ki hiperaktifimdir. Yay burcuyum, yükselenim koç, ay burcum aslan hepsi ateş grubunda toplanmış yani. Tam bir ateş kadınıyım. Aniden olmadık şeylere parlarım birkaç saniye sonra unutup neden böyle yaptım diye kendime kızarım. Çok neşeli biriyimdir. Gırgır, şamatayı çok severim. Hayvanları, çocukları ve yaşlıları çok severim. Evimde iki kedim var ayrıca sokaktaki kedileri de beslerim. Koyu bir Fenerbahçeliyim. İnanılmaz bir futbol hastasıyım. Lig bittiğine çok sıkılırım, başladığındaysa çok mutlu olurum. Annem, babam her şeyim. Ana babaya nasıl sırt çevrilir anlamam. Aileme ömrümün sonuna kadar ne yapsam az diye düşünüyorum. Hiç kinci değilimdir. Hata yaptığım zaman özür dilerim. Randevularıma çok sadığımdır, on dakika önce gelirim birini en fazla on dakika beklerim. Kendime karşı çok saygım var. Bu dünyada en önemli şeyin sevgi olduğuna inanıyorum zaten sevgi olunca saygı da oluyor. Zamanında çok hatalar, arsızlıklar yaptık. Bunlar kaçınılmaz şeyler. Keşke herkes benim gibi ders alsa… Kendimi kendimden çıkarıp çok konuştum. Kendimi ipe bile astım. Hayatta “Bana ne, ne yapayım kaderim buymuş” demedim hiç. Önce hatayı kendimde aramamı öğretti ‘o on beş yıl’. Artık bembeyaz bir sayfa açıldı hayatımda.
Soyadınız Nedir?
Eker.
Neden bunca yıl ara verdiniz?
Bazı aksilikler oldu diyelim. Çok sıkıntılı günler geçirdim. Yaşanması gereken bir dönemdi. Artık bunları anlatmıyorum. Şimdi yeni albümüm çıktı, hayatımda yeni bir sayfa açıldı ve eskiyi konuşmak istemiyorum. Depresyonlara girdiğim, üzüldüğüm zamanlar oldu o dönemlerde. Hiç evden çıkmadığım günlerde oldu. Kesinlikle böyle zamanlarda Allah’ın insanları büyük sınavlardan geçirdiğine ve ders alınması gerektiğine inanıyorum. Sınavı da iyi geçtiğime ve artık ödüllendirilmeye başladığımı düşünüyorum.
İnancınızı kaybetmiş miydiniz? Yoksa bir gün güzel günlerin olacağını biliyor muydunuz?
Tabii, bunların olacağını hissediyordum ve bugünleri görüyordum.
Yıllar sonra gündeme ilk kez ‘Şarkı Söylemek Lazım’ yarışmasıyla geldiniz…
Gündemde olmak isteseydim yıllar yılı o sıkıntılı dönemlerimde ağlayıp zırlayıp bunu yapabilirdim. Ben her şeyi kendi içimde yaşadım. Yarışmada çok güzel bir ortam vardı. Bunca yıl ayrı kaldıktan sonra birdenbire bu kadar eski arkadaşın arasında olmak mutluluk vericiydi. Herkes birbirini tanıyordu ve güzel bir tesadüftü. Yarışma hayatımda bugüne kadar yaşadığım en güzel dönemlerden biriydi. Kolay bir şekilde unutabileceğimi de zannetmiyorum. Yarışma bitince çok üzüldüm.
‘Şarkı Söylemek Lazım’ yarışması sizi bize hatırlattı… Albüm kararını verdiren yarışmamıydı?
Yarışmanın çok faydası oldu. Tanımayanlar tanıdı, unutanlar hatırladı. İnanılmaz bir gündem yarattı. Albüm zaten yapılacaktı.
Sonuç için ne söylemek istersiniz?
Birincinin Semih Saygıner olduğunu düşünüyorum. Halkın ve gönüllerin birincisi Semih’ti. Nasıl telefonumu bulmuşlarsa Türkiye’nin her yerinden mesajlar geldi. Her işte bir hayır vardır diye düşünüyorum. Yarışmanın ikincisi olduk, bu çok önemli değil. Benim değil de bir başka arkadaşın partneri olsaydı yarışmanın birincisi yine Semih Saygıner derdim. Ben olduğum için demiyorum.
Belki birlikte bir şey yaparsınız?
Albümde Semihle düetimiz var.
Şarkı sözü yazıyor musunuz?
1991 yılında Sel Suyu albümünde sözünü yazdığım bir şarkı vardı. Dönem dönem şiir de yazıyorum ama çok profesyonelce değil. Belki ileride. Belki aşık olurum pat diye bir şey yazarım.
Albümden biraz söz etsek…
Bu albüm benim için yeniden doğuş gibi, mesleğe yeni başlamışım gibi… 15 yaşında ilk plağım yapıldığı zaman ne hissettiysem şimdi de aynı duygular içindeyim. Kaset bitti ağladım, rafta gördüm ağladım, radyoda dinledim ağladım. Rüyada gibiyim. Özgür, Yonca Evcimik ve Emel çok inandılar bana. Onlara ne kadar teşekkür etsem az. İnşallah hep böyle gider. Onları üzmem ve üzecek bir şeyler de olmaz inşallah. Albüm için stüdyoya girmek en sevdiğim şeydir. İlk okuduğum şarkı ‘Ağla Kalbim’di hem okudum hem ağladım. Kısa sürede okudum şarkıları. Stüdyo günlerinin heyecanını çok özlemişim. Etrafınızda size inanan ve güvenen insanların olması size bir kat daha güç ve güven veriyor. Prodüktörüm Özgür için ‘Küçük Dev Adam’ diyorum. Bana çok inandı. Şarkıların sahibi Taner Gürsoy tereddüt etmeden verdi şarkıları. Birbirimizi hiç tanımıyorduk ama sanki beni tanıyormuş ve beni anlatmış gibiydi şarkıları o da bana “sanki seni tanıyormuşum ve seni anlatmışım” dedi. Ruhumun aynası oldu şarkılar. Bu şarkıların her nefesinde bütün yaşanmışlıklarım var. Kısaca
‘Haykırdım Sessizce’...
Mucizelere inanır mısınız?
Bu insanın elinde olan bir şeydir. Kişi kendisi çağırır. Düşünceleriyle, kalbiyle, beyniyle ve Allah’a olan inançla gerçekleşir diye düşünüyorum.
Neredesin filmine ilham verenin siz olduğu söyleniyor…
Hiç ilgisi yok. Benim olmama imkan yok. Ben zaten o değilim. (Kahkahalar).
Olsaydım ‘Filmde oynardım’ dermişiniz…
Yok gerçekten ben değilim. Bir kadına bir film yapılması, bir şarkı sözü yazılması ya da beste yapılması gurur verici bir şey. Ben olsaydım ‘Bendim’ derdim. Hiç çekinmem, aksine gururla söylerim.
Ayrı kaldığınız dönemlerde yeni çıkan sesleri dinlediğinizde içinizin cız ettiği olur muydu?
İçim çok acıyordu. Önüne gelen şarkıcı oluyor diye üzülüyordum. Düşünsenize iyi bir ses, iyi bir şarkıcısınız yani un, yağ ve şeker var ama helva yapacak kimse yok. Bu bir ekip işi tabii. Bir kere şansızlıklar geldi mi peşi sıra olur ya hep böyle oldu. Demek ki zamanı değilmiş. Her şeyin bir zamanı varmış. Bu hayatta hiçbir şey tesadüf değil. En basit bir karşılaşmanın bile bir tesadüf olmadığına inanıyorum. İyi düşündüğünüzde ödüllendiriliyorsunuz. Cennet ve cehennem de bu dünyada. Bana kötülük yapanın cezalandırıldığını ben gördüm. Sonsuz bir ilahi adalet olduğunu düşünüyorum. İçimde bu duygular olmasa kesinlikle ayakta duramazdım ve yaşayamazdım. Ben mutlu olduğumda herkes mutlu olsun istiyorum.
Aşka inanır mısınız?
Aaa, aşksız olur mu? İnanırım tabii. Aşka aşığım zaten. Ama maalesef üç yıldır yalnızım. Ama artık aşık olmak istiyorum. Aday var mı diye soracak olursanız bir tane var aslında. Ama o bunu bilmiyor...
Ya olmazsa…
Olmazsa olmasın ne yapalım. Dağ dağa küsmüş dağın haberi olmamış gibi bir şey olur.
İlk hareketin hep karşıdan mı gelmesini beklersiniz?
Ben birini beğenince kenara çekilip o nasıl olsa gelir beni bulur demem. Eğer ortam uygunsa ve arada ortak arkadaşlar varsa devreye sokarım.
Yay burcu için biraz flörtçü olur derler…
O flörtçülük ayrı bir şey. Göz bu. Güzele bakmak sevaptır. Kadın da olsa erkek de olsa güzel insana bakarım. Güzeli herkes sever. Ama aşık olunca çok fena aşık olurum. Gözüm hiçbir şey görmez. Bağlandığım zaman ilişki gittiği kadar gider. Kısa süreli ilişkiler yaşamam. Aşık oldum deyip birkaç gün sonra başka biriyle birlikte olanları hiç anlayamıyorum. Aşık olduğum insandan ayrıldığım zaman bir sene nasıl unutacağım diye düşünürüm.
Aşk acısına karşı bir tedavi yönteminiz var mı?
Aşkın acısından kaçmam. Acısını sonuna kadar yaşarım. Kimileri aşık oldukları kişiyle dinledikleri şarkıları dinleyemez, gezdikleri yere gidemez ben tam tersi üzerine giderim. Kaçış kabullenmemektir. Dibe vurana kadar o acıyı yaşarım. Aşk biraz acı aslında. Allah o acıyı vermesin ve kimseyi sevdiğinden ayırmasın.
Kıskanç mısınız?
Delilik derecesinde kıskançtım. Kendi kendimi yerdim. Onu da terbiye ettim. Herkesin bir özeli vardır. Kimse kimseye tasma takıp benimsin diyemez.
Nasıl bir sevgilisiniz?
Sevgi arsızıyım. Aranmayı sevilmeyi isterim. Şımartılmak isterim. Sürpriz yapılsın isterim hep.
Hoş bir sürpriz yapan oldu mu?
Şimdi onu diyecektim. Maalesef bugüne kadar kimse yapmadı.
İnşallah bundan sonra olur…
Keşke. Ama önce birini bulmak lazım. (Kahkahalar)… Ama bu ara hissediyorum galiba yakın zamanda biri hayatıma girecek.
Buradan sipariş verelim mi?
Kafa dengim olsun. Eğlenceli olsun, futbolu sevsin. Önce arkadaş olalım. Salaş meyhanede rakı-balık ve fasılları severim. Bunları seven biri olursa fena olmaz yani. Bir de Fenerbahçeli olursa... (Kahkahalar)…
24 Nisan 2007 Salı
Savaş Dinçel, Müjdat Gezen, Mustafa Alabora: Çapkınlıktan Emekli Olduk
Savaş Dinçel, Müjdat Gezen ve Mustafa Alabora hepimizin yakından tanıdığı üç önemli isim. Kırk beş yıldır dostlukları süren bu üçlü, yönetmenliğini Uğur Uludağ’ın yaptığı ‘Bir İhtimal Daha Var’ adlı filmde ilk kez bir araya geldi. Biz de bu üçlüyü bir araya getirip oyunculuk serüveni, dostluk, kıskançlık ve çapkınlık üzerine bir söyleşi yaptık.
Uğur Uludağ’ın ilk filmiydi, bu anlamda tereddüt yaşadınız mı?
M.G: Bizden mezun olan sevdiğimiz bir öğrencimiz Uğur Uludağ. Teklif getirdi, senaryoyu okuduk ve ona destek verme gereğini hissettik. Sonuçta güzel bir film çıktı ortaya. İnşallah iyi gider.
M.A: Savaş, “Biz bir film çekiyoruz, Müjdat’la ben de varım, sen de oynar mısın?” dedi. Ben daha senaryoyu okumadan oynarım dedim. Hem ikisiyle birlikte oynayacağım bir film hem de bizim yetiştirdiğimiz çocuğun filmi. Ayrıca senaryoyu okuduktan sonra da çok beğendim. Yapılan işi de beğendim.
Savaş Bey, “Hülya Avşar’dan çok etkilendim” demişsiniz. Sizi güzelliği mi yoksa oyunculuğu mu daha çok etkiledi?
Hülya Avşar’ı herkes gibi ben de biliyorum. Filmlerini gördüm, hakkında yazılanları okudum. Kendisini ilk defa sette gördüm. Baktım, gerçekten söylendiği kadar güzel bir kadın. Beni etkileyen tabi ki oyunculuğu.
Sizin kırk yılı aşan bir dostluğunuz var ve ilk kez bir filmde bir araya geliyorsunuz. Bunun sizin için anlamı nedir? Neredeyse belge niteliğinde…
M.A: Galada filmi izledikten sonra, Mehmet Ali “Ya baba, bu bize hediye gibi” dedi. Çok güzel bir laf.
M.G: Güzel söylemiş Mehmet Ali. O gece o da en çok duygulananlar arasındaydı. Üç tane yakını aynı filmde buluştu. Tabii, bizim için de hoş bir şey oldu.
S.D: Mehmet Ali aynı zamanda şanslı. Çünkü kendi de oynadı bu filmde.
M.G: Ayrıca, ileriye dönük güzel bir anı da oldu.
Gerçek hayatta böyle bir şeyi yapar mıydınız? Ya da üçünüz bir araya gelip çılgınlık yaptınız mı hiç?
S.D: Hepimiz değil ama tek başımıza yaptığımız manyaklıklar var. Mesela Mustafa konser bastı, ben de Mustafa’nın oynadığı oyunu basmış bir adamım.
Mustafa’nın alması gereken bir para vardı ve onun yerine imza atıp parayı alıyordum. Parası bitmişti “git al” dedi ben de gidip parayı aldım. Üstümde James Bond beyaz pardesüyle kostümlü piyesin ortasında sahneye girip Mustafa’ya parayı verip çıkmıştım.
Mustafa bey siz ne yaptınız peki? Seyirciler fark etmedi mi?
M.A: Seyirciler hiçbir şey anlamadı. Ben de hiç şaşırmadan parayı alıp teşekkür ederim Savaş’çım dedim. Ben de bir kere ‘Dormen Tiyatro’sunu basıp orada verilen ödülleri yuhalamıştım. Ama galiba aramızda en delisi Müjdat. Dört sene bedava okutulan bir okul açtı ve on altı senedir devam ediyor. Altmış yaşından sonra da iki buçuk trilyon borca girip bu tiyatroyu açtı.
M.G: Bunu anlatan akıllı da on altı senedir o okulda bedava hocalık yapıyor. (Kahkalar…)
S.D: “Deli deliyi sever” diye boşuna söylemiyorum.
M.G: Savaş bana, “Tiyatroya imam kıyafetiyle gelsene” diyor mesela. (Kahkalar..)
Eskiye göre bir kıyaslama yaparsak bugünün genç oyuncularını nasıl buluyorsunuz?
S.D: Her zaman gençler ileride. Bizim yaşımıza geldiklerinde bizim gibi olacaklar. Belki bizim şimdi ki halimizden daha iyi olacaklar. Belki de biz onların yaşındayken bugünkülerden daha kötüydük.
M.G: Ben hepsini çok beğeniyorum. Çünkü çoğu bizden mezun. (Gülüşmeler.) Yok yok gerçekten şimdi ki kuşakta çok iyi, inanılmaz güzellikte oyuncular var.
M.A: Ben de yüzde yüz katılıyorum söylediklerine. Ben bir de gönderme yapıp Nazım Hikmet’in bir mısrasıyla cevap vermek istiyorum buna. Şöyle diyor Nazım: “Babamdan ileri, doğacak çocuğumdan geri” kısaca dünya daima ileri gider.
Oyunculuk serüveni nasıl başladı?
M.A: Annem ve teyzem oyuncuydu. Dayım zaten Selahattin Pınar yani bu hayatın içine doğdum zaten. Herhalde benim başka bir şansım yoktu.
M.G: Benim seçme şansım olmadı. Ben sahneye çıkmadım, sahneye itildim. İlkokul öğretmenim “Oynayacaksın” dedi ve kafama cetveli vurdu. Çıktık oynadık. Ondan sonra bir daha kopmadım.
S.D: Çok iyi bir tiyatro seyircisiydim. Annemle babam ‘İstanbul Şehir Tiyatroları’nın müdavimiydi. Aynı mahalleden bir arkadaşım Oğuz Demircioğlu, konservatuara gidiyordu. Ben de hani izlemeye meraklıyım ya sınavlara nasıl girileceğini sordum. Beni o soktu sınavlara. Sınavdan önce bir oyun hazırladı ve beni de oyuna koydu. Müjdat’la da o sayede tanıştık. Başroldeydi. Ben hep provalarda dalgamı geçiyordum. Hiç ilgim yoktu ve ilk piyeste de laflarımı unuttum zaten. Müjdat, “Bu gitsin, yerine başkası gelsin” dedi ve beni sahneden kovdu. Benim ilk sahne maceram böyle başladı işte. Sonra o yaz sonunda Müjdat’la konservatuar sınavlarına girdik ve kazandık.
Savaş Bey’in resimlerini karikatürlerini, Müjdat Bey’in şiir kitaplarını biliyoruz. Mustafa Bey sizin oyunculuk dışında uğraştığınız bir şey var mı?
Yok, ben de hiçbir şey. Müjdat’ın sayesinde resim yapmaya başladım. Bir sabah Müjdat beni arayıp resim yapsana dedi. Ben de gidip boyalar filan aldım bir buçuk senedir resim yapıyorum.
S.D: Ben şöyle söyleyeyim. Sayesinde ve yüzden kelimesinin yanlış kullanımı üzerine. Aslında Mustafa’nın resme başlaması ‘Müjdat’ın yüzünden’. Kahkahalar… Mustafa Müjdat’ın sayesinde başladım diyor ama…
M.G: Beni beğenmiyor ya. Şu gördüğünüz resimler benim ve Ankara’ya sergiye gidiyor.
Sizde ressamlık da var demek…
M.G: Ooooo, süper. Kahkahalar…
S.D: İşte bunun yüzünden Mustafa’da resme başladı.
M.G: Bak hala bunun yüzünden diyor.
S.D: Sayesinde filan değil yani. Mustafa yanlışlıkla böyle dedi.
S.D: Mustafa mesela resim yapmaya başladıktan sonra aktörlüğü bıraktı. Ressam oldu. Biz de artık bu yüzden her gün görüşemiyoruz. Vincent, Leonardo, Rafoello onlarla filan geziyor. Kahkahalar…
M.A: Bizim Rafo mu?
S.D: Şaka bir yana gerçekten güzel bir şey. Para kazanmak zorunda kalmadan zevk için yapıldığında gerçekten insanın ruhunu çok rahatlatan bir şey.
M.A: İlk yaptığım resimler için kötü oluyor derken, Müjdat “Oğlum o senin resmin” dedi. Doğru. Çıkan sonuç değil o süreç beni ilgilendiriyor.
M.G: Boyalarla baş başa olmak muhteşem. Karışan yok görüşen yok. Sahnede hep başka kılıflara giriyorsun. Resim öyle değil. Seninle kağıt, boyalar ve fırçalar arasındaki ilişki.
M.G: ‘Savaş Dinçel Sahnesin’de’ yaptığı çok güzel bir resim var. Sheakspear ile İsmail Dümbüllü rakı içiyorlar resimde.
Belki üçünüz bir sergi açarsınız. Böyle bir düşünceniz var mı?
M.G: Var tabii. Karpuz sergisi açmayı düşünüyoruz. Kahkahalar.
M.G: Ama bu enteresan bir şey. İçimizde ilk resim yapan Savaş. 1961 yılında ben de akademiye giderdim. Benim ilk eşim oradaydı. Ben de otururdum orada. Elime kağıt kalem verirlerdi.
S.D: İlk eşim diyorsun ikinci eşin de o okulda ve bitirmek üzere.
M.G: Aa evet, Kızım da Mimar Sinan’ı bitirmişti.
S.D: Bu zaten kendisi de Mimar Sinan’dır.
M.G: Benim okul.
S.D: Aslında bunun adı ‘Müjdat Sinan’dır.
M.G: Fakat karma sergi yapalım gerçekten. Bu çok güzel bir şey. Önce Savaş’ın, sonra benim en son Mustafa’nın resimlerini koyarız.
Hiç aranızda kavga ettiğiniz olur mu?
Hep bir ağızdan… Çoook.
S.D: Bunlar zaten yeni barıştı.
M.G: Kavga etmediğimiz de olur yani. Kahkahalar…
Peki birbirinizi çekemediğiniz olur mu?
Yine hep bir ağızdan… Hayır, hayır hiç olmaz.
S.D: Benim çok kıskandığım bir şey var mesela. Ben Müjdat gibi darbuka çalamam.
M.G: Ve tabii, son zamanlarda yaptığım resimleri de kıskanıyor. O da haklı benim gibi böyle güzel resimler yapmak istiyor. Kahkahalar…
S.D: Gel o zaman resimlerimizin önünde fotoğraf çektirelim.
M.G: Ben o kadar enayi değilim. Ayrı zamanlarda olursa olur.
M.A: Bunun altını çizerek söylemek istiyorum. Gerçekten bizim aramızdaki kavgaların kıskançlıkla, çekemezlikle bir ilgisi yok.
M.G: Asla olamaz.
M.G: Biz o evreyi çoktan aştık.
Mustafa Bey doğum gününüz de oğlunuz size dürbün hediye etmiş. Soranlara da “babam daha kolay çapkınlık yapsın” diye cevaplamış…
M.A: Yok canım öyle bir şey. Deniz manzarası olan bir evde oturuyorum ve önümüzden hep gemiler geçer. Mehmet Ali’de her zaman “Ya baba bir dürbün alalım, şunlara bak kim var kim yok” derdi. Çapkınlıkla ilgisi yok.
M.G: Dürbünle çapkınlık değil ancak röntgencilik yapılır yahu.
S.D: Mustafa’nın evinin önüne apartman boyunda gemiler geliyor ve manzarayı kapıyor. Mustafa’da manzarası kapandığı için göremiyor tabii. Dürbünün tersinden bakıyor gemiler uzaklaşsın diye. Onun için alındı aslında. Kahkahalar…
Peki hanginiz daha çapkınsınız?
S.D: Üçümüzün de öyle bir şeyi yoktur.
M.G: Geçen seneye kadar vardı ama artık yok. Kahkahalar…
S.D: Geçen sene emekli oldular.
M.G: Evet yaş haddinden…
M.A: Ben daha yeni emekli oldum. 16 Mart’ta 60 yaşıma girdim.
S.D: Ama bir de biliyorsunuz ‘emeklilik ikramiyesi’ diye bir şey var. Kahkahalar…
Uğur Uludağ’ın ilk filmiydi, bu anlamda tereddüt yaşadınız mı?
M.G: Bizden mezun olan sevdiğimiz bir öğrencimiz Uğur Uludağ. Teklif getirdi, senaryoyu okuduk ve ona destek verme gereğini hissettik. Sonuçta güzel bir film çıktı ortaya. İnşallah iyi gider.
M.A: Savaş, “Biz bir film çekiyoruz, Müjdat’la ben de varım, sen de oynar mısın?” dedi. Ben daha senaryoyu okumadan oynarım dedim. Hem ikisiyle birlikte oynayacağım bir film hem de bizim yetiştirdiğimiz çocuğun filmi. Ayrıca senaryoyu okuduktan sonra da çok beğendim. Yapılan işi de beğendim.
Savaş Bey, “Hülya Avşar’dan çok etkilendim” demişsiniz. Sizi güzelliği mi yoksa oyunculuğu mu daha çok etkiledi?
Hülya Avşar’ı herkes gibi ben de biliyorum. Filmlerini gördüm, hakkında yazılanları okudum. Kendisini ilk defa sette gördüm. Baktım, gerçekten söylendiği kadar güzel bir kadın. Beni etkileyen tabi ki oyunculuğu.
Sizin kırk yılı aşan bir dostluğunuz var ve ilk kez bir filmde bir araya geliyorsunuz. Bunun sizin için anlamı nedir? Neredeyse belge niteliğinde…
M.A: Galada filmi izledikten sonra, Mehmet Ali “Ya baba, bu bize hediye gibi” dedi. Çok güzel bir laf.
M.G: Güzel söylemiş Mehmet Ali. O gece o da en çok duygulananlar arasındaydı. Üç tane yakını aynı filmde buluştu. Tabii, bizim için de hoş bir şey oldu.
S.D: Mehmet Ali aynı zamanda şanslı. Çünkü kendi de oynadı bu filmde.
M.G: Ayrıca, ileriye dönük güzel bir anı da oldu.
Gerçek hayatta böyle bir şeyi yapar mıydınız? Ya da üçünüz bir araya gelip çılgınlık yaptınız mı hiç?
S.D: Hepimiz değil ama tek başımıza yaptığımız manyaklıklar var. Mesela Mustafa konser bastı, ben de Mustafa’nın oynadığı oyunu basmış bir adamım.
Mustafa’nın alması gereken bir para vardı ve onun yerine imza atıp parayı alıyordum. Parası bitmişti “git al” dedi ben de gidip parayı aldım. Üstümde James Bond beyaz pardesüyle kostümlü piyesin ortasında sahneye girip Mustafa’ya parayı verip çıkmıştım.
Mustafa bey siz ne yaptınız peki? Seyirciler fark etmedi mi?
M.A: Seyirciler hiçbir şey anlamadı. Ben de hiç şaşırmadan parayı alıp teşekkür ederim Savaş’çım dedim. Ben de bir kere ‘Dormen Tiyatro’sunu basıp orada verilen ödülleri yuhalamıştım. Ama galiba aramızda en delisi Müjdat. Dört sene bedava okutulan bir okul açtı ve on altı senedir devam ediyor. Altmış yaşından sonra da iki buçuk trilyon borca girip bu tiyatroyu açtı.
M.G: Bunu anlatan akıllı da on altı senedir o okulda bedava hocalık yapıyor. (Kahkalar…)
S.D: “Deli deliyi sever” diye boşuna söylemiyorum.
M.G: Savaş bana, “Tiyatroya imam kıyafetiyle gelsene” diyor mesela. (Kahkalar..)
Eskiye göre bir kıyaslama yaparsak bugünün genç oyuncularını nasıl buluyorsunuz?
S.D: Her zaman gençler ileride. Bizim yaşımıza geldiklerinde bizim gibi olacaklar. Belki bizim şimdi ki halimizden daha iyi olacaklar. Belki de biz onların yaşındayken bugünkülerden daha kötüydük.
M.G: Ben hepsini çok beğeniyorum. Çünkü çoğu bizden mezun. (Gülüşmeler.) Yok yok gerçekten şimdi ki kuşakta çok iyi, inanılmaz güzellikte oyuncular var.
M.A: Ben de yüzde yüz katılıyorum söylediklerine. Ben bir de gönderme yapıp Nazım Hikmet’in bir mısrasıyla cevap vermek istiyorum buna. Şöyle diyor Nazım: “Babamdan ileri, doğacak çocuğumdan geri” kısaca dünya daima ileri gider.
Oyunculuk serüveni nasıl başladı?
M.A: Annem ve teyzem oyuncuydu. Dayım zaten Selahattin Pınar yani bu hayatın içine doğdum zaten. Herhalde benim başka bir şansım yoktu.
M.G: Benim seçme şansım olmadı. Ben sahneye çıkmadım, sahneye itildim. İlkokul öğretmenim “Oynayacaksın” dedi ve kafama cetveli vurdu. Çıktık oynadık. Ondan sonra bir daha kopmadım.
S.D: Çok iyi bir tiyatro seyircisiydim. Annemle babam ‘İstanbul Şehir Tiyatroları’nın müdavimiydi. Aynı mahalleden bir arkadaşım Oğuz Demircioğlu, konservatuara gidiyordu. Ben de hani izlemeye meraklıyım ya sınavlara nasıl girileceğini sordum. Beni o soktu sınavlara. Sınavdan önce bir oyun hazırladı ve beni de oyuna koydu. Müjdat’la da o sayede tanıştık. Başroldeydi. Ben hep provalarda dalgamı geçiyordum. Hiç ilgim yoktu ve ilk piyeste de laflarımı unuttum zaten. Müjdat, “Bu gitsin, yerine başkası gelsin” dedi ve beni sahneden kovdu. Benim ilk sahne maceram böyle başladı işte. Sonra o yaz sonunda Müjdat’la konservatuar sınavlarına girdik ve kazandık.
Savaş Bey’in resimlerini karikatürlerini, Müjdat Bey’in şiir kitaplarını biliyoruz. Mustafa Bey sizin oyunculuk dışında uğraştığınız bir şey var mı?
Yok, ben de hiçbir şey. Müjdat’ın sayesinde resim yapmaya başladım. Bir sabah Müjdat beni arayıp resim yapsana dedi. Ben de gidip boyalar filan aldım bir buçuk senedir resim yapıyorum.
S.D: Ben şöyle söyleyeyim. Sayesinde ve yüzden kelimesinin yanlış kullanımı üzerine. Aslında Mustafa’nın resme başlaması ‘Müjdat’ın yüzünden’. Kahkahalar… Mustafa Müjdat’ın sayesinde başladım diyor ama…
M.G: Beni beğenmiyor ya. Şu gördüğünüz resimler benim ve Ankara’ya sergiye gidiyor.
Sizde ressamlık da var demek…
M.G: Ooooo, süper. Kahkahalar…
S.D: İşte bunun yüzünden Mustafa’da resme başladı.
M.G: Bak hala bunun yüzünden diyor.
S.D: Sayesinde filan değil yani. Mustafa yanlışlıkla böyle dedi.
S.D: Mustafa mesela resim yapmaya başladıktan sonra aktörlüğü bıraktı. Ressam oldu. Biz de artık bu yüzden her gün görüşemiyoruz. Vincent, Leonardo, Rafoello onlarla filan geziyor. Kahkahalar…
M.A: Bizim Rafo mu?
S.D: Şaka bir yana gerçekten güzel bir şey. Para kazanmak zorunda kalmadan zevk için yapıldığında gerçekten insanın ruhunu çok rahatlatan bir şey.
M.A: İlk yaptığım resimler için kötü oluyor derken, Müjdat “Oğlum o senin resmin” dedi. Doğru. Çıkan sonuç değil o süreç beni ilgilendiriyor.
M.G: Boyalarla baş başa olmak muhteşem. Karışan yok görüşen yok. Sahnede hep başka kılıflara giriyorsun. Resim öyle değil. Seninle kağıt, boyalar ve fırçalar arasındaki ilişki.
M.G: ‘Savaş Dinçel Sahnesin’de’ yaptığı çok güzel bir resim var. Sheakspear ile İsmail Dümbüllü rakı içiyorlar resimde.
Belki üçünüz bir sergi açarsınız. Böyle bir düşünceniz var mı?
M.G: Var tabii. Karpuz sergisi açmayı düşünüyoruz. Kahkahalar.
M.G: Ama bu enteresan bir şey. İçimizde ilk resim yapan Savaş. 1961 yılında ben de akademiye giderdim. Benim ilk eşim oradaydı. Ben de otururdum orada. Elime kağıt kalem verirlerdi.
S.D: İlk eşim diyorsun ikinci eşin de o okulda ve bitirmek üzere.
M.G: Aa evet, Kızım da Mimar Sinan’ı bitirmişti.
S.D: Bu zaten kendisi de Mimar Sinan’dır.
M.G: Benim okul.
S.D: Aslında bunun adı ‘Müjdat Sinan’dır.
M.G: Fakat karma sergi yapalım gerçekten. Bu çok güzel bir şey. Önce Savaş’ın, sonra benim en son Mustafa’nın resimlerini koyarız.
Hiç aranızda kavga ettiğiniz olur mu?
Hep bir ağızdan… Çoook.
S.D: Bunlar zaten yeni barıştı.
M.G: Kavga etmediğimiz de olur yani. Kahkahalar…
Peki birbirinizi çekemediğiniz olur mu?
Yine hep bir ağızdan… Hayır, hayır hiç olmaz.
S.D: Benim çok kıskandığım bir şey var mesela. Ben Müjdat gibi darbuka çalamam.
M.G: Ve tabii, son zamanlarda yaptığım resimleri de kıskanıyor. O da haklı benim gibi böyle güzel resimler yapmak istiyor. Kahkahalar…
S.D: Gel o zaman resimlerimizin önünde fotoğraf çektirelim.
M.G: Ben o kadar enayi değilim. Ayrı zamanlarda olursa olur.
M.A: Bunun altını çizerek söylemek istiyorum. Gerçekten bizim aramızdaki kavgaların kıskançlıkla, çekemezlikle bir ilgisi yok.
M.G: Asla olamaz.
M.G: Biz o evreyi çoktan aştık.
Mustafa Bey doğum gününüz de oğlunuz size dürbün hediye etmiş. Soranlara da “babam daha kolay çapkınlık yapsın” diye cevaplamış…
M.A: Yok canım öyle bir şey. Deniz manzarası olan bir evde oturuyorum ve önümüzden hep gemiler geçer. Mehmet Ali’de her zaman “Ya baba bir dürbün alalım, şunlara bak kim var kim yok” derdi. Çapkınlıkla ilgisi yok.
M.G: Dürbünle çapkınlık değil ancak röntgencilik yapılır yahu.
S.D: Mustafa’nın evinin önüne apartman boyunda gemiler geliyor ve manzarayı kapıyor. Mustafa’da manzarası kapandığı için göremiyor tabii. Dürbünün tersinden bakıyor gemiler uzaklaşsın diye. Onun için alındı aslında. Kahkahalar…
Peki hanginiz daha çapkınsınız?
S.D: Üçümüzün de öyle bir şeyi yoktur.
M.G: Geçen seneye kadar vardı ama artık yok. Kahkahalar…
S.D: Geçen sene emekli oldular.
M.G: Evet yaş haddinden…
M.A: Ben daha yeni emekli oldum. 16 Mart’ta 60 yaşıma girdim.
S.D: Ama bir de biliyorsunuz ‘emeklilik ikramiyesi’ diye bir şey var. Kahkahalar…
19 Nisan 2007 Perşembe
Zilli Kızlar
Engin Gürkey’in perküsyon okulundan mezun yirmi kadın 2006 yılı sonunda bir ilki gerçekleştirdi ve ilk kadın perküsyon grubunu kurdu.Yaptıkları kanlı, canlı müzikleriyle kısa sürede şöhreti yakalayacakları şimdiden aşikar olan grubun adı ‘Zilli’. Türkiye’de bir ilki gerçekleştiren grubun yaş ortalaması yirmi beş ve Zilli’nin üyeleri fotoğrafçıdan öğrenciye öğretmenden müzisyene birçok farklı meslek gruplarından oluşuyor. İsimleri ilkçağlara ait çağrışımlar yapan grubun enstrümanları Bongo, konga, çift konga, timbal, davul, marakas, darbuka ve ziller. Ama önümüzdeki günlerde artık tencereler, tavalar hatta blenderlar mutfaklardan sahnelere taşınıp bu yirmi kadının elinde birer müzik aletine dönüşecek. Bizden söylemesi… Aslında grup yirmi kişiden oluşuyor. Biz sadece grup kaptanlarından Pınar Demir ve Hande Ateş’le görüşebildik.
“Hayat bu kadar kötü biz de biraz neşe katalım. Sloganımız ‘Eğleniyoruz eğlendiriyoruz’ diyen Zilli’ye öncelikle bu ilginç projenin nasıl ortaya çıktığını soruyoruz. Bu sorumuzu takım kaptanlarından Pınar Demir cevaplıyor. “Bu aslında daha önce düşünülmüş bir şeydi. Bir gün Engin Gürkey’e, büyük bir inançla bu projeyi yapalım, neden olmasın dedim. Çoğumuz kadındık ve bu okuldan mezunduk. Böyle ritme ihtiyaç olduğunu düşündüm. Hayat zaten sıkıcı, savaşlar, yoksulluk ve sıkıntılar varken bir canlılığa ihtiyaç vardı.Yaptığımız müzik insanları harekete geçirecek ve canlılık verecek bir şey olacaktı. İsmi bile daha önceden bulunmuştu ama bir türlü başlatamamıştık. Kalpten düşünmekle ilgili bir şey. Uygun zaman şimdiymiş.” Pınar Demir, yedi yıllık bankacılık kariyerini bırakarak Engin Gürkey perküsyon okulundan mezun olmuş bir müzik tutkunu. Hayatın içindeki telaş ve koşuşturmaca çoğumuzun algılarını kapıyor ve içimizdeki yaratıcılığı ortaya koymamızı engelliyor diyen Pınar sözlerini şöyle sürdürüyor, “Bu tür işlere girmeyi herkese öneriyorum ve kalpten istenirse herkes başarabilir.”
Grup üyelerinden Hande Ateş ise Müjdat Gezen Sanat Merkezi Hafif Batı Müziği bölümünden mezun ve aynı zamanda profesyonel solist. Yolları Engin Gürkey’le kesiştikten sonra profesyonel olarak perküsyona başlamış. Grupta ağırlıklı olarak müzik anlamında kaptanlık yapan Ateş, şu sıralar yeni bir parçaya müzik yazdığını ve önümüzdeki günlerde bu sürpriz çalışmayla seyircilerin karşısına çıkacaklarını anlatıyor. Latin ritimlerinden, Afrika ritimlerine kadar tüm etnik ritimleri çalan grubun, repertuarında hocaları Engin Gürkey’e ait besteler de yer alıyor. Hande Ateş, “Sololarımız içimizden geldiği gibi doğaçlama ayrıca o günkü atmosfere göre değişiyor. Önümüzdeki projelerde müziğimize eşlik eden şarkılar ve danslar da olacak” diyor. Pınar Demir heyecanla söze katılıyor. “İlk bakıldığında kadın perküsyon grubu diye çıktık ama uzun vadeli bir şey olsun istiyoruz. Amacımız yüz metrelik koşu değil uzun bir maraton. Bunun içine şov ve dans eklemek de hedefimiz. Çok geniş yelpazeden bakıyoruz anlayacağınız. Olmaz diye bir şey yok. Biz olabilecek tüm projelere açığız. Bir tiyatro oyununda bile müziğimizle yer alabiliriz. Ay’da bile müzik festivali olsa gider, orada da çalarız. Sağlığımız huzurumuz olduğu sürece her şeyi yaparız. Bu arada Hande Ateş, sözü alıyor ve “Kimilerine göre iddialı gelebilir belki ama yurtdışında da sesimizi duyurmak istiyoruz. Bu ülkemizin tanıtımı için de olumlu bir şey. Önümüz çok açık bu konuda pozitif olmaya çalışıyoruz” diyor. O zaman, ‘hadi kızlar isteyin olsun’ diyorum. “Aynen öyle” diye cevaplıyorlar beni.
Bu konudaki bilgisizliğimi bağışlayın ama niye bu kadar kalabalıksınız diye soruyorum. Pınar Demir bu konuda beni aydınlatıyor ve “Bu müziğin yapılabilmesi için grupta en az yedi sekiz kişi olması gerekiyor. Herkesin bir yedeği var dolayısıyla on altı kişi ediyor. Organizasyonlara göre grup sayımız değişiyor ve minimum sekiz kişiden yirmi kişiye kadar çıkabiliyor” diyor.
Türkiye’de bir ilki gerçekleştirmenin heyecanıyla sözü Hande Ateş devralıyor. “Türkiye’de kadınlar tarafından kurulmuş bir perküsyon grubu yok. Küba, Arabistan ve Kore’de bizim gruba benzer gruplar var. Ama bizim gibi müzik yapan yok. Biz bir anlamda ‘Dünya müziği’ yapıyoruz. Hem müzik yapıyoruz hem de bunun için de şov da yer alıyor. Elinize geçen her şeyle bu müziği yapabilirsiniz. Her şeyden bir ritim çıkarma şansınız var. Halktan aldığımız tepkiler çok güzel. Biz müzik yaparken insanlar da bize katılıyor, ritim tutuyor ve dans ediyorlar. İnter-aktif katılıma dönüşüyor konserimiz. Biz sekiz kişi çalışıyoruz diyelim ama konsere gelen kaç kişi varsa bize aynı şekilde eşlik edebiliyorlar. Sekiz kişi o kadar insanı yönetebiliyor. Vücut dilini kullanarak ellerimizle seyirciyi yönlendiriyoruz. Mesela, sol el bir vuruş, sağ el iki vuruş gibi. Sizi izleyen on bin kişi varsa o ritmi o kadar kişi çalıyor. Zaten Türk halkı olarak neşeli insanlarız ve neredeyse kapı gıcırtısına bile oynarız.”
Pınar Demir sözü alıp verdikleri konserlerden edindiği izlenimleri aktarıyor büyük bir çoşkuyla. “İnsanlar bizi dinleyip eşlik ederken aynı zamanda da streslerini atıyorlar. Bir konserde bir hanımın bizi ağzı açık bir şekilde izlediğine tanık oldum. İnanıyorum ki o hanım bizim konserden sonra tüm sıkıntılarından arınmış bir şekilde çıktı.” Yaptığınız müzik belki bir anlamda akıl hastalıklarının tedavisinde de kullanılır ne dersiniz diyorum. Engin Gürkey’in daha önceden böyle bir girişimi olduğunu anlatıyorlar. Pınar Demir, “Proje her şeye çok açık, biz de deneyebiliriz. Mesela bizim kursumuza gelenlerin çoğu illa ki müzisyen olacağım duygusuyla değil iş sonrası sıkıntılardan uzaklaşmak ve eğlenmek için geliyordu. Bu kursa katılabilmek için müzik bilgisine sahip olmak gerekmiyor sadece kalbinizden gelsin yeter. Kursta ritim yakalamayı öğreniyorsunuz ve bu öğrenilebilir bir şey” diyor.
Peki grubun adı niye Zilli? Hande Ateş, “Grubumuzun isim babası eğitmen, besteci, multiperküsyonist ve ekibimizin sanat yönetmeni Engin Gürkey” diyor ve sözlerine şöyle devam ediyor. “Yaramaz küçük kız çocukları olur ve onlara zilli denir ya esprisi olsun diye düşünüldü aynı zamanda kullandığımız ‘zil’ müziğimizin içinde çok önemli bir yer tutuyor. Üstelik akılda da kalıyor.”
Kendi menajerliğimizi kendi içimizde çözüyoruz ve takım ruhunu kaybetmemek adına aramızda iş bölümü yapıyoruz diyen Pınar Demir grubun organizasyonu ve kostümleriyle ilgileniyor. “Latin kökenli müzik yaptığımız için renkli giymeyi tercih ediyoruz. Giydiğimiz eteklerin altında ziller var. Eteklerimizdeki zillerle vücudumuzu kullanarak müzik yaratıyoruz. Ayrıca bileklerimize de zil bağlıyoruz.” Ben de hemen etnik kostümler, takılar ve halhal takmaları konusunda öneriler sunuyorum. Ama her şey dönüp dolaşıp sponsor ihtiyacına geliyor. Hande Ateş, “Grupta ağırlıklı olarak öğrenciler var. Maddi yardıma ihtiyacımız söz konusu ama bunu da çözeceğiz. Yirmi kişiyiz ve yirmi kafa aynı anda çözüm önerileri sunuyor” diyor. Bu arada “Bir tane fikir defteri yaptık” diye Pınar Demir söze atılıyor ve ekliyor. “Aramızda doğal bir şekilde iş bölümü var. Karınca gibi hummalı bir şekilde çalışıyoruz. Sonuçta yaptığımız iş kadın süzgecinden geçiyor. Grubumuzun üçüncü kaptanı Şirin Gürkey’ de bu anlamda çalışmalarını sürdürüyor.” Umudumuz Zilli kızların en kısa zamanda gerekli yardımı alması. Bu projeyi ayakta tutabilmek için büyük bir disiplin ve özveriyle çalıştıklarını belirten Pınar, “Birtakım kurallarımız var eğer devam süresi geçerse ve dört defa provalara gelinmezse bunun bir yaptırımı var. Sistemimizi baştan koyduk. Disiplinle hareket etmek zorundayız. Çünkü gelişim ve değişim hızlı onu yakalamak zorundayız” diyor. Hande Ateş ise bu konudaki fikirlerini şöyle açıklıyor: “Hepimiz elimizden geleni yapıyoruz. İşimizi seviyoruz ve müzik hepimiz için ilk planda yer alıyor. Takım çalışması aslında zor bir şey. Hepimiz çok uyumluyuz. Çalmadığımız zamanlarda da görüşüyoruz. Çok iyi müzisyenler vardır ama uyumsuzdurlar. Biz o anlamda şanslıyız.”
Zilli grubu doğdu, sevgiyle emekleyecek, yürüyecek ve koşacak diyen
Pınar Demir, son olarak grupları adına ilginç bir saptamada bulunuyor, “Zilli bizim dışımızda bir karakter. Düşünün ki bir zilli kadın var ve o bizim adımıza ajandasına yapılacakları not ediyor, bize haber veriyor ve bizi yönlendiriyor… Gözümüze, gönlümüze, ruhumuza hitap eden Zilli kızlara yolunuz açık olsun diyoruz. Çatal bıçaklarla doğaçlama gelişen müziğe sol el bir vuruş sağ el iki vuruş direktifine uyarak biz de katılıyoruz ve söyleşimizi böylece bitiriyoruz.
“Hayat bu kadar kötü biz de biraz neşe katalım. Sloganımız ‘Eğleniyoruz eğlendiriyoruz’ diyen Zilli’ye öncelikle bu ilginç projenin nasıl ortaya çıktığını soruyoruz. Bu sorumuzu takım kaptanlarından Pınar Demir cevaplıyor. “Bu aslında daha önce düşünülmüş bir şeydi. Bir gün Engin Gürkey’e, büyük bir inançla bu projeyi yapalım, neden olmasın dedim. Çoğumuz kadındık ve bu okuldan mezunduk. Böyle ritme ihtiyaç olduğunu düşündüm. Hayat zaten sıkıcı, savaşlar, yoksulluk ve sıkıntılar varken bir canlılığa ihtiyaç vardı.Yaptığımız müzik insanları harekete geçirecek ve canlılık verecek bir şey olacaktı. İsmi bile daha önceden bulunmuştu ama bir türlü başlatamamıştık. Kalpten düşünmekle ilgili bir şey. Uygun zaman şimdiymiş.” Pınar Demir, yedi yıllık bankacılık kariyerini bırakarak Engin Gürkey perküsyon okulundan mezun olmuş bir müzik tutkunu. Hayatın içindeki telaş ve koşuşturmaca çoğumuzun algılarını kapıyor ve içimizdeki yaratıcılığı ortaya koymamızı engelliyor diyen Pınar sözlerini şöyle sürdürüyor, “Bu tür işlere girmeyi herkese öneriyorum ve kalpten istenirse herkes başarabilir.”
Grup üyelerinden Hande Ateş ise Müjdat Gezen Sanat Merkezi Hafif Batı Müziği bölümünden mezun ve aynı zamanda profesyonel solist. Yolları Engin Gürkey’le kesiştikten sonra profesyonel olarak perküsyona başlamış. Grupta ağırlıklı olarak müzik anlamında kaptanlık yapan Ateş, şu sıralar yeni bir parçaya müzik yazdığını ve önümüzdeki günlerde bu sürpriz çalışmayla seyircilerin karşısına çıkacaklarını anlatıyor. Latin ritimlerinden, Afrika ritimlerine kadar tüm etnik ritimleri çalan grubun, repertuarında hocaları Engin Gürkey’e ait besteler de yer alıyor. Hande Ateş, “Sololarımız içimizden geldiği gibi doğaçlama ayrıca o günkü atmosfere göre değişiyor. Önümüzdeki projelerde müziğimize eşlik eden şarkılar ve danslar da olacak” diyor. Pınar Demir heyecanla söze katılıyor. “İlk bakıldığında kadın perküsyon grubu diye çıktık ama uzun vadeli bir şey olsun istiyoruz. Amacımız yüz metrelik koşu değil uzun bir maraton. Bunun içine şov ve dans eklemek de hedefimiz. Çok geniş yelpazeden bakıyoruz anlayacağınız. Olmaz diye bir şey yok. Biz olabilecek tüm projelere açığız. Bir tiyatro oyununda bile müziğimizle yer alabiliriz. Ay’da bile müzik festivali olsa gider, orada da çalarız. Sağlığımız huzurumuz olduğu sürece her şeyi yaparız. Bu arada Hande Ateş, sözü alıyor ve “Kimilerine göre iddialı gelebilir belki ama yurtdışında da sesimizi duyurmak istiyoruz. Bu ülkemizin tanıtımı için de olumlu bir şey. Önümüz çok açık bu konuda pozitif olmaya çalışıyoruz” diyor. O zaman, ‘hadi kızlar isteyin olsun’ diyorum. “Aynen öyle” diye cevaplıyorlar beni.
Bu konudaki bilgisizliğimi bağışlayın ama niye bu kadar kalabalıksınız diye soruyorum. Pınar Demir bu konuda beni aydınlatıyor ve “Bu müziğin yapılabilmesi için grupta en az yedi sekiz kişi olması gerekiyor. Herkesin bir yedeği var dolayısıyla on altı kişi ediyor. Organizasyonlara göre grup sayımız değişiyor ve minimum sekiz kişiden yirmi kişiye kadar çıkabiliyor” diyor.
Türkiye’de bir ilki gerçekleştirmenin heyecanıyla sözü Hande Ateş devralıyor. “Türkiye’de kadınlar tarafından kurulmuş bir perküsyon grubu yok. Küba, Arabistan ve Kore’de bizim gruba benzer gruplar var. Ama bizim gibi müzik yapan yok. Biz bir anlamda ‘Dünya müziği’ yapıyoruz. Hem müzik yapıyoruz hem de bunun için de şov da yer alıyor. Elinize geçen her şeyle bu müziği yapabilirsiniz. Her şeyden bir ritim çıkarma şansınız var. Halktan aldığımız tepkiler çok güzel. Biz müzik yaparken insanlar da bize katılıyor, ritim tutuyor ve dans ediyorlar. İnter-aktif katılıma dönüşüyor konserimiz. Biz sekiz kişi çalışıyoruz diyelim ama konsere gelen kaç kişi varsa bize aynı şekilde eşlik edebiliyorlar. Sekiz kişi o kadar insanı yönetebiliyor. Vücut dilini kullanarak ellerimizle seyirciyi yönlendiriyoruz. Mesela, sol el bir vuruş, sağ el iki vuruş gibi. Sizi izleyen on bin kişi varsa o ritmi o kadar kişi çalıyor. Zaten Türk halkı olarak neşeli insanlarız ve neredeyse kapı gıcırtısına bile oynarız.”
Pınar Demir sözü alıp verdikleri konserlerden edindiği izlenimleri aktarıyor büyük bir çoşkuyla. “İnsanlar bizi dinleyip eşlik ederken aynı zamanda da streslerini atıyorlar. Bir konserde bir hanımın bizi ağzı açık bir şekilde izlediğine tanık oldum. İnanıyorum ki o hanım bizim konserden sonra tüm sıkıntılarından arınmış bir şekilde çıktı.” Yaptığınız müzik belki bir anlamda akıl hastalıklarının tedavisinde de kullanılır ne dersiniz diyorum. Engin Gürkey’in daha önceden böyle bir girişimi olduğunu anlatıyorlar. Pınar Demir, “Proje her şeye çok açık, biz de deneyebiliriz. Mesela bizim kursumuza gelenlerin çoğu illa ki müzisyen olacağım duygusuyla değil iş sonrası sıkıntılardan uzaklaşmak ve eğlenmek için geliyordu. Bu kursa katılabilmek için müzik bilgisine sahip olmak gerekmiyor sadece kalbinizden gelsin yeter. Kursta ritim yakalamayı öğreniyorsunuz ve bu öğrenilebilir bir şey” diyor.
Peki grubun adı niye Zilli? Hande Ateş, “Grubumuzun isim babası eğitmen, besteci, multiperküsyonist ve ekibimizin sanat yönetmeni Engin Gürkey” diyor ve sözlerine şöyle devam ediyor. “Yaramaz küçük kız çocukları olur ve onlara zilli denir ya esprisi olsun diye düşünüldü aynı zamanda kullandığımız ‘zil’ müziğimizin içinde çok önemli bir yer tutuyor. Üstelik akılda da kalıyor.”
Kendi menajerliğimizi kendi içimizde çözüyoruz ve takım ruhunu kaybetmemek adına aramızda iş bölümü yapıyoruz diyen Pınar Demir grubun organizasyonu ve kostümleriyle ilgileniyor. “Latin kökenli müzik yaptığımız için renkli giymeyi tercih ediyoruz. Giydiğimiz eteklerin altında ziller var. Eteklerimizdeki zillerle vücudumuzu kullanarak müzik yaratıyoruz. Ayrıca bileklerimize de zil bağlıyoruz.” Ben de hemen etnik kostümler, takılar ve halhal takmaları konusunda öneriler sunuyorum. Ama her şey dönüp dolaşıp sponsor ihtiyacına geliyor. Hande Ateş, “Grupta ağırlıklı olarak öğrenciler var. Maddi yardıma ihtiyacımız söz konusu ama bunu da çözeceğiz. Yirmi kişiyiz ve yirmi kafa aynı anda çözüm önerileri sunuyor” diyor. Bu arada “Bir tane fikir defteri yaptık” diye Pınar Demir söze atılıyor ve ekliyor. “Aramızda doğal bir şekilde iş bölümü var. Karınca gibi hummalı bir şekilde çalışıyoruz. Sonuçta yaptığımız iş kadın süzgecinden geçiyor. Grubumuzun üçüncü kaptanı Şirin Gürkey’ de bu anlamda çalışmalarını sürdürüyor.” Umudumuz Zilli kızların en kısa zamanda gerekli yardımı alması. Bu projeyi ayakta tutabilmek için büyük bir disiplin ve özveriyle çalıştıklarını belirten Pınar, “Birtakım kurallarımız var eğer devam süresi geçerse ve dört defa provalara gelinmezse bunun bir yaptırımı var. Sistemimizi baştan koyduk. Disiplinle hareket etmek zorundayız. Çünkü gelişim ve değişim hızlı onu yakalamak zorundayız” diyor. Hande Ateş ise bu konudaki fikirlerini şöyle açıklıyor: “Hepimiz elimizden geleni yapıyoruz. İşimizi seviyoruz ve müzik hepimiz için ilk planda yer alıyor. Takım çalışması aslında zor bir şey. Hepimiz çok uyumluyuz. Çalmadığımız zamanlarda da görüşüyoruz. Çok iyi müzisyenler vardır ama uyumsuzdurlar. Biz o anlamda şanslıyız.”
Zilli grubu doğdu, sevgiyle emekleyecek, yürüyecek ve koşacak diyen
Pınar Demir, son olarak grupları adına ilginç bir saptamada bulunuyor, “Zilli bizim dışımızda bir karakter. Düşünün ki bir zilli kadın var ve o bizim adımıza ajandasına yapılacakları not ediyor, bize haber veriyor ve bizi yönlendiriyor… Gözümüze, gönlümüze, ruhumuza hitap eden Zilli kızlara yolunuz açık olsun diyoruz. Çatal bıçaklarla doğaçlama gelişen müziğe sol el bir vuruş sağ el iki vuruş direktifine uyarak biz de katılıyoruz ve söyleşimizi böylece bitiriyoruz.
Metin Uca "Şaka Değil Adayım" diyor...
“Her zaman ağrısız aşım, kaygısız başım denilen bir ortamda bir sürü şeyi kafasına takmış ve bunların üzerine gidip başını derde sokmuş ama bundan da hiç pişmanlık duymamış bir adamım. İnsanların gündemine Cumhurbaşkanlığı tartışmasını sokmak, kimlerin Cumhurbaşkanı olabileceğini düşünmelerini sağlamak, Cumhurbaşkanı olacağı iddia edilen yetersiz, yeteneksiz bazı isimlerin gerçek yüzlerinin görülmesi ve kıyaslanması anlamında katkıda bulunmak benim için Cumhurbaşkanı olmak kadar önemlidir” diyen ve kendini Çanakkale Savaşı’nın kaderini değiştiren ‘Nusret Mayın Gemisi’ne’ benzeten Metin Ucay’la bu ‘yürekli girişimi’ hakkında konuştuk.
Şu an içinde bulunduğumuz Türkiye için ne söylersiniz?
Bazıları ‘Allah Kurtarsın’ diyor, ben de kurtuluş sizin elinizde akıllı oylarla ve akıllı oylamayla birilerini ‘Oy anam, oy’ diye bağırtmak lazım diyorum.
Siyasi mizah yapıyorsunuz… Bu anlamda malzeme kıtlığı çekmiyorsunuz herhalde?
Kesinlikle çekmiyorum. Düşünsenize, travertenlere ayakkabıyla gezenleri denetlemeye gelenlerin de ayakkabılı olması ancak benim ülkemde olur. Geçen sene, hibe eder gibi verilen bir araziyi, bu yıl yedi yüz beş milyon dolara aynı gruba satınca “Oh kar ettik” diyene, benim ülkemde kimse “kardeşim geçen sene bedava veriyordunuz, bu kadar mı rant çıldırdı veya siz orada ne elde ediyordunuz” diye sormaz. Benim ülkemin dışında hiç kimse, kendi gelirinden başka geliri olmadığını söyleyerek ve çocuklarından kalma sünnet armağanlarıyla siyasete temiz başlangıç yapanlar, hiçbir zaman bir anda gemi satın alamazlar. Bunlar sadece benim ülkemde olur, komiktir ve ben de bunları kullanmayı seviyorum.
Sizin için sivri dilli diyorlar…
Ben aslında sivri değilim. Çünkü bazılarının dilleri o kadar törpülendi ve yalamaktan aşındı ki benim yaptığım sivri dillilik oluyor. Bazı ağabeylerim ve gazeteci kardeşlerimle beraber soru sorabiliyorum. Bu sivri dilli olduğumu değil, soru sorabildiğimi gösteriyor sadece.
Niye cumhurbaşkanlığına adaylığınızı koyuyorsunuz?
Özellikle meclis aritmetiğindeki dengesizlik ortaya çıktıktan sonra karar verdim. Düşünsenize, yüzde kırk beşi dışarıda kalmış bir oyla, yüzde elli beşi yansıtan bir parlamento ve o parlamentonun içindeki yüzde otuz çoğunlukla elde edilmiş bir yüzde altmış altı çoğunluk. Dünyanın hiçbir ülkesinde böyle bir şey yok. Yüzde yetmişlere varan anket sonuçları, Cumhurbaşkanı’nın parlamento dışından uzlaşmayla seçilmesi gerektiğini gösteriyor. Bu duruma karşı olduğum, kendime güvendiğim ve bu makamı hakikaten istediğim için kendimi yetkin buluyorum. Donanım anlamında ve Türkiye sorunlarına bakış anlamında bilgi birikimimle büyük gaflara imza atan ve belediye dışında hiçbir deneyimi olmayan bir siyasetçiden daha çok layık olduğumun farkındayım. Parlamento dışında ortak akılla belirlenecek bir sürü kişi, şu an ‘Aday Olamayan Cumhurbaşkanı Adayından’ daha saygın ve daha yetkin. Bu nedenle; bu bir cüret ya da kalkışma değil, bir şaka değil ve ben de adayım diyorum. Son derece ciddiyim ve sonuna kadar gideceğim. Bu ülke için sorumluluğum var. Benzer sorumluluğu gösteren ama ben önce yola çıktığım için bu konuda beni destekleyip, kendisi aday olmayan çok sayıda aydın ve sanatçı var. Yani benim adaylığımla ortaya çıkan sonuç; Recep Tayyip Erdoğan’la bu adamı kıyasladığımda ‘ben’ oy kullansaydım oyumu kime verirdim sorusunu sorma hakkı oldu.
Cumhurbaşkanını TBMM değil de halk seçseydi yine de adaylığınızı koyar mıydınız?
Çook daha rahat koyardım, bu anlamda daha fazla güveniyorum. Halk her şeyi yapıyor ama ‘Cumhurunun Başkanını’ seçemiyor. Böyle bir saçmalık olmaz. Son üç gündür “İyi ki böyle bir şeyi yaptınız” diye halktan tebrik alıyorum. Bırakın her şeyi bir yana kendine güvenmesi gereken ve bir alanda yetkin olduğuna inanan herkesin Cumhurbaşkanı adayı olabileceği konusunu gündeme taşıdım.
Seçileceğinize inanıyor musunuz?
Meclis aritmetiğinin gerekliliği meydanda. Yüz on kişinin önermesi gerekiyor ve bu desteği bulurum. Eğer birden çok aday ortaya çıkar, Başbakan ısrarcı olmaz ve ortak akılla aday bulunursa bu adaylardan biri de benim. Kesin. Ama bulunmaz ve sadece el kaldırmayla bu çözülmeye kalkışılırsa o zaman zaten seçilecek olan Cumhurbaşkanı değil ‘AKP grubunun koltuk başkanı’ olacaktır.
Şu ana kadar sizden başka aday çıkmadı…
Dünyanın neresinde kim adaylığını son saniyeye kadar açıklamayarak bunu bir taktik savaşına dönüştürür? Ortaya çıkabilecek diğer isimleri karalama yöntemiyle ve bu amaca yönelik çalışmayla işin içinden sıyrılmaya çalışılır ki, bu sadece ülkeme özgü gariplik. Cumhurbaşkanı adayları önceki seçimde bile ortaya çıkmıştı, üstüne konuşulmuştu. Benim dışımda aday yok Türkiye’de. Böyle bir şey olabilir mi? Türkiye’nin en cesur adamı mıyım? Hayır. Ama Türkiye’de elini taşın altına koyacak ender adamlardan biriyim.
Bülent Arınç’a sizin adaylığınızla ilgili bir soru yöneltildiğinde “Böyle dönemler verimli olur. Herhalde adından söz ettirmek istiyor” diye açıklama yapmış…
Benim tanınırlık konusunda bir sorunum yok ama kendisinin belli toplumsal kesimlere karşı inandırıcılık konusunda çok ciddi sorunu var. Ben keşkek yiyerek yola çıkmadım. Keşkek yiyerek tahmin oyunları oynatmaya da uğraşmadım. Kendisini ziyaret edecek komutanlar gelmeden önce “bana en büyük saygıyı askerler gösterdi” deyip yumuşatma girişimlerinde de bulunmaya kalkışmadım. Benim ne yaptığım meydanda, onun mecliste ‘ne yapamadığı’ meydanda. Eğer hesabımızı vereceğimiz şeyler olursa, öncelikle içerisinde Atatürk resmi bulunmayan ajandaların hesabını versin sayın meclis başkanı. Çünkü kendisi meclis başkanı gibi değil ‘AKP Grup Meclis Başkanı’ gibi davranıyor.
Recep Tayyip Erdoğan aday olursa…
Recep Bey’in aday olması durumunda tüyleri diken diken konulardan biri YÖK’ün atamaları yani yüksek yargıya yönelik atamalar. Cumhuriyetin temel ilkeleriyle ve anayasanın girişindeki hükümlerle çelişen bir dünya görüşünü ‘takiyecilikle’ örtemeyen biri için bu unvanların ve güçlerin kullanımı konusunda toplumun tüm kesimlerinde endişe var. O yüzden ‘uzlaşmayla aday’ diyorum. Derdim, bu gücün kimin eline geçtiği ve nasıl değerlendirildiği. Cumhurbaşkanlığı, çok önemli sonuç, denetim ve değerlendirme mekanı. Son beş yıla baktığımızda, AKP iktidarının tuhaflık dışı uygulamalarına karşı Sayın Cumhurbaşkanı’nın elindeki yetkileri kullanması bu makamın gücünün olumlu kullanılması adına bir örnektir. Aynı biçimde bu gücün denetimsiz ele geçirilmesi durumunda Cumhuriyetin temel ilkeleriyle çelişme noktası toplumun geniş kesimlerini endişelendiriyor. Eğer ısrar edip dayatılırsa AKP milletvekillerine şunu söylemek istiyorum: Liderlerini gerçekten seviyorlarsa, onu, Türkiye’yi kırılma noktasına götürecek bir gerilimde belirsizliğe itmek yerine, akılcı davranmasını, bu sevdadan vazgeçmesini ve ortak isim üzerinde uzlaşmaya varmasını sağlamalılar. Çünkü, Türkiye’nin geleceğini sadece bir makama sığınma çabasında olan bir siyasetçinin hırsına indirgemeye ne Recep Tayyip Erdoğan’ın ne de bir başkasının hakkı vardır.
“Her tuzluğum var diyene hıyar diye yetişemedim” isimli kitabınızı Necdet Sezer’e ithaf etmişsiniz…
O yoğun dönemde gerçekten yüz akımız olduğu ve Türkiye’nin zor döneminde insanların “iyi ki varsınız, sayın Cumhurbaşkanım” dedirtecek bir sürü uygulamaya imza attığı için böyle bir şey yaptım.
Bu sözler sizin için ne ifade ediyor desek…
“Kötüler kendilerine tahammül edildikçe daha çok azarlarmış”: Bakınız etkili yetkililerimiz diyorum.
“En büyük insan, kendini en çok sayıda insanın yerine koyandır”: Bu bakış açısını ve bu onuru taşıyabilen o kadar az insan var ki, söz biraz havada kalıyor.
“Sis yelpaze ile dağıtılmaz”: Peki, sis nasıl dağıtılıyor? O zaman ona bakmak gerekiyor. Bu aralar Hitler’in bir sözünü çok önemsiyorum: “Yalan ne kadar büyük olursa kandırmak o kadar kolay olur.” Türk halkının artık bu yalanlarla kandırılamayacak bir noktaya geldiğini ve her şeyin görüldüğünü düşünüyorum.
“Doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar”: Ben on ikinci köydeyim ve çok mutluyum.
Şu an içinde bulunduğumuz Türkiye için ne söylersiniz?
Bazıları ‘Allah Kurtarsın’ diyor, ben de kurtuluş sizin elinizde akıllı oylarla ve akıllı oylamayla birilerini ‘Oy anam, oy’ diye bağırtmak lazım diyorum.
Siyasi mizah yapıyorsunuz… Bu anlamda malzeme kıtlığı çekmiyorsunuz herhalde?
Kesinlikle çekmiyorum. Düşünsenize, travertenlere ayakkabıyla gezenleri denetlemeye gelenlerin de ayakkabılı olması ancak benim ülkemde olur. Geçen sene, hibe eder gibi verilen bir araziyi, bu yıl yedi yüz beş milyon dolara aynı gruba satınca “Oh kar ettik” diyene, benim ülkemde kimse “kardeşim geçen sene bedava veriyordunuz, bu kadar mı rant çıldırdı veya siz orada ne elde ediyordunuz” diye sormaz. Benim ülkemin dışında hiç kimse, kendi gelirinden başka geliri olmadığını söyleyerek ve çocuklarından kalma sünnet armağanlarıyla siyasete temiz başlangıç yapanlar, hiçbir zaman bir anda gemi satın alamazlar. Bunlar sadece benim ülkemde olur, komiktir ve ben de bunları kullanmayı seviyorum.
Sizin için sivri dilli diyorlar…
Ben aslında sivri değilim. Çünkü bazılarının dilleri o kadar törpülendi ve yalamaktan aşındı ki benim yaptığım sivri dillilik oluyor. Bazı ağabeylerim ve gazeteci kardeşlerimle beraber soru sorabiliyorum. Bu sivri dilli olduğumu değil, soru sorabildiğimi gösteriyor sadece.
Niye cumhurbaşkanlığına adaylığınızı koyuyorsunuz?
Özellikle meclis aritmetiğindeki dengesizlik ortaya çıktıktan sonra karar verdim. Düşünsenize, yüzde kırk beşi dışarıda kalmış bir oyla, yüzde elli beşi yansıtan bir parlamento ve o parlamentonun içindeki yüzde otuz çoğunlukla elde edilmiş bir yüzde altmış altı çoğunluk. Dünyanın hiçbir ülkesinde böyle bir şey yok. Yüzde yetmişlere varan anket sonuçları, Cumhurbaşkanı’nın parlamento dışından uzlaşmayla seçilmesi gerektiğini gösteriyor. Bu duruma karşı olduğum, kendime güvendiğim ve bu makamı hakikaten istediğim için kendimi yetkin buluyorum. Donanım anlamında ve Türkiye sorunlarına bakış anlamında bilgi birikimimle büyük gaflara imza atan ve belediye dışında hiçbir deneyimi olmayan bir siyasetçiden daha çok layık olduğumun farkındayım. Parlamento dışında ortak akılla belirlenecek bir sürü kişi, şu an ‘Aday Olamayan Cumhurbaşkanı Adayından’ daha saygın ve daha yetkin. Bu nedenle; bu bir cüret ya da kalkışma değil, bir şaka değil ve ben de adayım diyorum. Son derece ciddiyim ve sonuna kadar gideceğim. Bu ülke için sorumluluğum var. Benzer sorumluluğu gösteren ama ben önce yola çıktığım için bu konuda beni destekleyip, kendisi aday olmayan çok sayıda aydın ve sanatçı var. Yani benim adaylığımla ortaya çıkan sonuç; Recep Tayyip Erdoğan’la bu adamı kıyasladığımda ‘ben’ oy kullansaydım oyumu kime verirdim sorusunu sorma hakkı oldu.
Cumhurbaşkanını TBMM değil de halk seçseydi yine de adaylığınızı koyar mıydınız?
Çook daha rahat koyardım, bu anlamda daha fazla güveniyorum. Halk her şeyi yapıyor ama ‘Cumhurunun Başkanını’ seçemiyor. Böyle bir saçmalık olmaz. Son üç gündür “İyi ki böyle bir şeyi yaptınız” diye halktan tebrik alıyorum. Bırakın her şeyi bir yana kendine güvenmesi gereken ve bir alanda yetkin olduğuna inanan herkesin Cumhurbaşkanı adayı olabileceği konusunu gündeme taşıdım.
Seçileceğinize inanıyor musunuz?
Meclis aritmetiğinin gerekliliği meydanda. Yüz on kişinin önermesi gerekiyor ve bu desteği bulurum. Eğer birden çok aday ortaya çıkar, Başbakan ısrarcı olmaz ve ortak akılla aday bulunursa bu adaylardan biri de benim. Kesin. Ama bulunmaz ve sadece el kaldırmayla bu çözülmeye kalkışılırsa o zaman zaten seçilecek olan Cumhurbaşkanı değil ‘AKP grubunun koltuk başkanı’ olacaktır.
Şu ana kadar sizden başka aday çıkmadı…
Dünyanın neresinde kim adaylığını son saniyeye kadar açıklamayarak bunu bir taktik savaşına dönüştürür? Ortaya çıkabilecek diğer isimleri karalama yöntemiyle ve bu amaca yönelik çalışmayla işin içinden sıyrılmaya çalışılır ki, bu sadece ülkeme özgü gariplik. Cumhurbaşkanı adayları önceki seçimde bile ortaya çıkmıştı, üstüne konuşulmuştu. Benim dışımda aday yok Türkiye’de. Böyle bir şey olabilir mi? Türkiye’nin en cesur adamı mıyım? Hayır. Ama Türkiye’de elini taşın altına koyacak ender adamlardan biriyim.
Bülent Arınç’a sizin adaylığınızla ilgili bir soru yöneltildiğinde “Böyle dönemler verimli olur. Herhalde adından söz ettirmek istiyor” diye açıklama yapmış…
Benim tanınırlık konusunda bir sorunum yok ama kendisinin belli toplumsal kesimlere karşı inandırıcılık konusunda çok ciddi sorunu var. Ben keşkek yiyerek yola çıkmadım. Keşkek yiyerek tahmin oyunları oynatmaya da uğraşmadım. Kendisini ziyaret edecek komutanlar gelmeden önce “bana en büyük saygıyı askerler gösterdi” deyip yumuşatma girişimlerinde de bulunmaya kalkışmadım. Benim ne yaptığım meydanda, onun mecliste ‘ne yapamadığı’ meydanda. Eğer hesabımızı vereceğimiz şeyler olursa, öncelikle içerisinde Atatürk resmi bulunmayan ajandaların hesabını versin sayın meclis başkanı. Çünkü kendisi meclis başkanı gibi değil ‘AKP Grup Meclis Başkanı’ gibi davranıyor.
Recep Tayyip Erdoğan aday olursa…
Recep Bey’in aday olması durumunda tüyleri diken diken konulardan biri YÖK’ün atamaları yani yüksek yargıya yönelik atamalar. Cumhuriyetin temel ilkeleriyle ve anayasanın girişindeki hükümlerle çelişen bir dünya görüşünü ‘takiyecilikle’ örtemeyen biri için bu unvanların ve güçlerin kullanımı konusunda toplumun tüm kesimlerinde endişe var. O yüzden ‘uzlaşmayla aday’ diyorum. Derdim, bu gücün kimin eline geçtiği ve nasıl değerlendirildiği. Cumhurbaşkanlığı, çok önemli sonuç, denetim ve değerlendirme mekanı. Son beş yıla baktığımızda, AKP iktidarının tuhaflık dışı uygulamalarına karşı Sayın Cumhurbaşkanı’nın elindeki yetkileri kullanması bu makamın gücünün olumlu kullanılması adına bir örnektir. Aynı biçimde bu gücün denetimsiz ele geçirilmesi durumunda Cumhuriyetin temel ilkeleriyle çelişme noktası toplumun geniş kesimlerini endişelendiriyor. Eğer ısrar edip dayatılırsa AKP milletvekillerine şunu söylemek istiyorum: Liderlerini gerçekten seviyorlarsa, onu, Türkiye’yi kırılma noktasına götürecek bir gerilimde belirsizliğe itmek yerine, akılcı davranmasını, bu sevdadan vazgeçmesini ve ortak isim üzerinde uzlaşmaya varmasını sağlamalılar. Çünkü, Türkiye’nin geleceğini sadece bir makama sığınma çabasında olan bir siyasetçinin hırsına indirgemeye ne Recep Tayyip Erdoğan’ın ne de bir başkasının hakkı vardır.
“Her tuzluğum var diyene hıyar diye yetişemedim” isimli kitabınızı Necdet Sezer’e ithaf etmişsiniz…
O yoğun dönemde gerçekten yüz akımız olduğu ve Türkiye’nin zor döneminde insanların “iyi ki varsınız, sayın Cumhurbaşkanım” dedirtecek bir sürü uygulamaya imza attığı için böyle bir şey yaptım.
Bu sözler sizin için ne ifade ediyor desek…
“Kötüler kendilerine tahammül edildikçe daha çok azarlarmış”: Bakınız etkili yetkililerimiz diyorum.
“En büyük insan, kendini en çok sayıda insanın yerine koyandır”: Bu bakış açısını ve bu onuru taşıyabilen o kadar az insan var ki, söz biraz havada kalıyor.
“Sis yelpaze ile dağıtılmaz”: Peki, sis nasıl dağıtılıyor? O zaman ona bakmak gerekiyor. Bu aralar Hitler’in bir sözünü çok önemsiyorum: “Yalan ne kadar büyük olursa kandırmak o kadar kolay olur.” Türk halkının artık bu yalanlarla kandırılamayacak bir noktaya geldiğini ve her şeyin görüldüğünü düşünüyorum.
“Doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar”: Ben on ikinci köydeyim ve çok mutluyum.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)