“Herkes kendi derdine düşmüş… Dünyayı ve insanlığı yapayalnız bıraktık!” diyen Müge İplikçi’nin yazdıklarında, bilinen ya da varolan düzene karşı gelmek gibi bir duruş söz konusu. Edebiyat dünyasına Perende’yle bir dil cambazı olarak giriş yapan İplikçi son yazdığı Cemre romanıyla da ustalığını bir kez daha kanıtlamış durumda.
Kadın yazını hakkındaki düşünceleriniz nedir?
Kadın yazını makul olmayı sorgulamaktır. Bir kadın ya da öteki konumundaki herhangi biri için makul olmak, hayatın tozunu, isini, pasını kendi hayat ilmiklerinden örülü bir halının altına, kendi hayatı pahasına süpürmesi demektir. Kadın yazını ise bu halıyı havalandıran, bir yüzleşme, bir ölçü sayılabilir.
Siz kendinizi hangi kategoriye sokuyorsunuz? Yazar mı yoksa kadın -yazar- mı?
Kendimi kadın-yazar olarak görmek isterim.
Daha çok kadın yazarları mı okursunuz?
Hayır, böyle bir ayrımım yok. En azından bugün algılayabildiğim edebiyat perspektifim böyle. Kadın-yazarları okumayı daha çok seviyorum ama edebiyatın genel olarak algılarıma denk düşen karşılığı cinssizliği. Üstelik erkeklik durumlarını anlatan yazarlara da açığım. İş gerçek edebiyatsa ve hakkı verilerek yapılıyorsa sorun yok.
En çok beğendikleriniz sorsam?
Son iki yıldır okuduklarım arasında çoğunlukla Amerikalı yazarlar var. Son bir ay içinde okuduklarımın arasında en beğendiklerim Alice McDermott’un “After This” ve Thomas McGuane’nin “Gallatin Canyon” adlı kitapları.
Yazmanın sizin için anlamı nedir?
Her şey ve hiçbir şey! Her şey çünkü hayatla başa çıkabildiğim tek yer yazı alanı. Hiçbir şey; çünkü ne dersem diyeyim asıl olan hayattır!
Klasik bir soru belki ama ben de çok merak ediyorum. Müge İplikçi nasıl yazar? Nelerden beslenir? Bir cümle, bir kelime ya da yoldan geçen biri bir öykünün başlangıcı oluşturur mu? Yoksa en başından sonuna her şeyi kafada kurup kağıda mı döker?
Müge çok klasik bir biçimde kendisine ait kuytu bir köşede, o köşeye raptettiği bir masada yazar. Sunta, cam, mukavva, meşe, ne olursa olsun o masanın kutsallığına inanır. Buna karşın esin perisini beklemeyi sevmez, çalışmaya inanır; esin perisinin de bunu sevdiğini düşünür. Hayattaki sıradan anlardan, bu anlara yüklenebilecek tılsımlı anlamlardan, diğer kitaplardaki kağıt ve mürekkep kokusundan beslendiği söylenebilir. Yazma öncesinde huysuzdur. İbadet etmeye başladığında ise hiçbir şey duymaz ve görmez.
Yazdıklarınızda okuyucuya çok iş düşüyor. Sizin yazınınız öyle koltuğa yaslanıp, ayakları uzatıp bir yandan da kahve yudumlarken okunacak türden değil. Kurgunuz okuru dikkatli bir okumaya sevk ediyor. Okuru zorlamayı seviyorsunuz galiba… Tercihiniz bedava okurdan değil yani. Hadi bakalım siz de anlamaya çalışın, öyle oturduğunuz yerden olmaz gibi…?
Kurguya değer veriyorum. Edebiyattan anladığım bu. Niyetim okuru cendereye sokmak değil. Okurla birlikte yeni cevaplar bulabilmek. Bildiklerime inanmamayı, inandıklarımı da bilmem gerekmediğini öğretmiştir bana edebiyat. Okurumla bunu paylaşmak istiyorum.
Yurtdışında hem kadın olmak hem de üçüncü dünyalı kadın olmak nasıl bir şey?
Zor bir durum. Belli değer yargılarına karşı cebinizde taşıyabileceğiniz kimlik jokerleriniz olabilir. Din, etnik köken, dil, akademik kariyeriniz bunlardan bazıları. Kanaatimce görünür kılınmanıza yetmeyen unsurlar bunlar. Ancak kendinizi iyi hissedebilirsiniz. Kaldı ki günlük yaşam pratiklerinde ABD gibi kendini gezegen gibi gören bir ülkede bu tür farklılıkların çok da bir önemi yok. Buradaki gündelik yaşantımda etrafı serinkanlılıkla halelenmiş görünmez bir zırh giymeyi tercih ettim ve rahat ettim.
İlk öykü kitabınız Perende ile edebiyat dünyasına giriş yaptınız. Şu an bulunduğunuz yerden geçmişe “ayna” tutarsak Perende size ne diyor?
“Devam et”diyor! İlk kitapların işlevi budur bence. Yazmak, zamana ve arayışlarınıza yönelik bir ustalıktır; bu anlamda daha kat edecek çok yolum var.
İlk doğumunuz Perende son doğumunuz ise Cemre ile roman oldu. Siz en çok hangisini sevdiniz? (Tür olarak)
Sanırım Cemre. Şu an üzerinde çalışmakta olduğum kitabım bitinceye kadar, Cemre.
Yazdıklarınızda, kurgunuzda varolan ya da bilinen düzene karşı gelmek gibi bir duruşunuz var. Kopuk anlatımlar, birbiri içine geçen anlar… Bir de sizden dinlesek. Gerçek yaşamdaki duruşunuzda da sanırım düzene karşı olma hali var…
Hayatın gidişatından memnun değilim. Dünyadaki baskılardan, insanların üzerlerine binen aşırı yükten şikayetçiyim! İnsanların kendi iç seslerini bulmalarının mümkün olamayacağı bir kargaşa hali var dünyada. Aslında dünyayı nasıl görüyorsam öyle yazıyorum. Kopuk kopuk ilişkiler, içimizi sarmış olan korkular, bu korkularla büyüyen nefret, öfke, hemen her şeyi anında tüketme hırsı ve arzusu… İşin aslı, herkes çok yalnız; dolayısıyla hayata tutunma eylemleri de yalnız ve cılız. Kaçınılmaz olarak anılar, bellek de. Bu yalnızlığın yarattığı çok ciddi bir bencillik var. Kısacası herkesin derdi kendine; ya da şöyle diyeyim herkes kendi derdine düşmüş durumda. Dünyayı ve insanlığı yapayalnız bıraktık! Karşı olduğum budur.
Kitaplarınızda yaşattığınız kadınlarda siz de var mısınız?
DNA olarak yer yer.
Kısa öykünün özel bir sistematiği var diyorsunuz. Bunu açıklar mısınız? Giriş-gelişme ve sonuçtan oluşan kurallı bir şey mi demek istediğiniz? Gideceğin yönü bilmek önemlidir diyelim ama hangi yolu kullanacağın, yürüyerek mi, koşarak mı ya da ne bileyim yer altından tünel kazarak mı olduğunu seçme şansı yok mu yazarın? Bugüne kadar bilinenleri ters yüz edebilecek kurgu ya da kurgusuzluk örneği ya da yazana özel bir tarzın yaratılması önemli değil mi?
Şunu edebiyat yapıtı olarak çerçeveleyelim: Edebiyatın hayattan farkı giriş, gelişme ve sonucu içermesidir. Bunun ille de ardışık olması gerekmiyor. Ayrıca kurgu özgürlüğünüz elbette var. Ancak edebiyat bir bütünler topluluğudur. Kullandığınız imgelerin kitap içersinde bir karşılığı olması gerekir. Yazarın omzuna binen yük de buradadır zaten! Yarattığınız evrenin temsil ettiği değerler birbiriyle bütünleşmek durumundadır. Kahramanınıza bir gül koklatıyorsanız, bu eylemi, dahası gülü açımlamakla yükümlüsünüz. En azından altmetinde… İyi yazılmış bir edebi metinde gelişigüzel kullanımlara yer yoktur.
Yeni yazarlar için “bunalımlarını, kişisel dertlerini yazıyorlar bunun da adına öykü diyorlar” deniyor. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Genelleme yapmak sakıncalıdır. Ancak yukarda işaret ettiğim analitik noktayı unutmamak gerekiyor. Edebiyat matematiktir; matematikten farkı, yapısını sözcüklerle kuruyor olmasıdır. Bunun dışında olay örgüsünün sağlamlığı, kurgulamadaki derinlik, temanın satırlara sindirilmişliği vb. çok temel özellikler var. İçeriğe gelecek olursak, çağımızın modernizm ve moderniteyle hesaplaştığı çok açık. Elbette bunalımlar ve kişisel dertler öne çıkacak. Bundan daha doğal bir şey göremiyorum.
Bir anın öyküsü olamaz mı?
Elbette olur.
Cemre romanı bana Akıl Defteri filmini hatırlattı. Bazı bölümlerde sondan başa giden tersine kurgu gibi bir şey. Ya da benim aklım karıştı. Bilemedim?
Cemre’nin şimdiki zamanla bir hesabı var. Aslında gerçek anlamda bir türlü şimdiki zamanı yaşayamayan insanların öyküsü Cemre. O kahramanlar biraz bize benziyor! Şimdiki zamanın içinde geçmişi ve geleceği yaşamaktan, hayatın kendisine bir türlü müdahale edemeyen insanların öyküsü Cemre.
Cemre’nin kadınları iç içe geçmiş matruşkalar gibi… Aynı kadınlar, aynı anılar, aynı acılar… Aynadan kırılarak yansıyan, çoğalan görüntülerimiz gibi aynı zamanda… Ne dersiniz?
Çok haklısınız. Bir örnek duygular, bir örnek tepkiler…Kendi sesini bulamayış. Bunu anlatırken suyu temellendirdim Cemre’de. Kitaptaki herkes sığ sularda debelenip duruyor. Arka fondaki politik savrulmaların nedeni de bu sanki. Oysa kahramanlara vaatler sunan temsili bir okyanus var; kahramanların kendileri olabilme şansını elde edebilecekleri bir okyanus. O okyanus bizim içimizde aslında! Cemre’deki kahramanlar bunu pek seçemiyor. Ama Yıldız farklı. O her şeye yeniden başlayabilecek.
Cemre romanında siyasi bir duruş da söz konusu aynı zamanda. Unuttuğumuz, belleklerden silip hatırlamak istemediğimiz geçmişimize götürüyorsunuz bizi romanda. Esen tatlı rüzgar birden yerini daha sert bir savrulmaya bırakıp küllenen acıları çıkarıyor ortaya. Silkinin der gibi adeta. 12 Eylül… Töre cinayetleri… Tarihsel anılar ve acılarla yüzleşme… Hesaplaşma… Okuru sürekli bir dürtme hali seziliyor hep yazdıklarınızda. Uyandırma… Öyle değil mi?
Böyle bir misyonu üstlenmek istemiyorum. Ancak kendimizi çözümleyebilmenin ruh sağlığımıza iyi geleceğini düşünenlerdenim. Cemre’deki okyanusun sunabileceği zenginliklere erişebilmek için kendimizi affetmemiz gerekiyor. Yıldız kendini affediyor, örneğin. Doğrusuyla, yanlışıyla…Bence diğerlerini affetmemizin temelinde bu yatıyor. Bu da dünyayı anlayabilmemiz için zaman kazanmak demek oluyor. Dünyayı anlayabilmek benim için önemli. Sanırım Yıldız için de önemli. Öfke, kırgınlık, hırs, zalimlik, rekabet… Bunları hayatımızdan çıkarabildiğimizde erişebileceğimiz o sakinlik. Ama coşkumuzu, heyecanımızı, vicdanımızın sesini, adalet duygumuzu da yitirmeksizin. Okyanusun vaat ettikleri bunlar.
Kül ve Yel romanındaki Yel-kovan-kuşu yel kovma misyonunu üstlenmiş olabilir mi? Yüzleşme ve hesaplaşmaya olanak sağlayan…
Kül ve Yel’deki yel, bellek kaybına işaret eder. Aslında hayat yaşanmış, anılar çoktan küllere dönüşmüştür. Bunların üzerinden bir de rüzgar geçer. Kısaca geriye hiçbir şey kalmaz. Dünyanın şu anki hali gibi…
Kül ve Yel romanınızdaki unutma ve hatırlama teması da ülke gerçeğini yansıtan bir metafor diye düşünüyorum. Son moda reklam cingılımız “Ver çoşkuyu” durumu söz konusu gibi… Son trend. “Eyvah küresel ısınma”… Bir “Sihirbaz” çıkıyor el marifetiyle izleyenleri illüzyona boğuyor… Siz de bir dil cambazı olarak seyirci koltuklarını sarsıyorsunuz. Bazı gerçeklerin hatırlanması için elinizden geleni ardına koymuyorsunuz. Birileri uyuştururken sizin edebi söyleminiz uyarıcı niteliği taşıyor. Haklı mıyım?
Kül ve Yel karanlık, katmanlı bir kitaptır. Onu yazarken epey yoruldum. Temsili olarak Irak’ın kül olup gitmesine denk düşen bir çalışmaydı. Çok üzülerek yazdığım bir kitaptır. Ruhumda karşı olduğum bütün iktidar biçimlerini sergilemeye çalışmıştım orada.
Reklamlara ve sistemin replikler yaratması konusuna gelecek olursak çok da iyimser olmadığım ortaya çıkar. Edebiyatın dünyadaki trendlere karşı gücünü azımsamıyorum; ancak edebiyat aracılığıyla bu gidişe bir dur diyemezsiniz. Edebiyatın dışındaki araçlar çok güçlü; edebiyatı sarmalayacak kadar güçlü üstelik. Dolayısıyla biz edebiyatçılar ne dersek diyelim moda eğilimlerin günü belirlemesi kaçınılmaz gibi görünüyor.
Bellek yitimi ve sürekli bir unutma hali beni çok düşündürüyor. Geçmişi uyutan-unutan ya da yutmak isteyen biri olarak topluma dayatılanın dışında kişisel olarak da bile isteye hafıza kaybına uğramanın ya da geçmişi silmenin varolmanın dayanağı diye düşünüyorum. Bu da ayrı bir konu aslında… Ne dersiniz?
Beyin yıkama sistematik bir uğraş, hatta bir ekmek kapısı günümüzde. Terörle mücadeleden okul müfredat programlarına, yeni dinsel hareketlerden casus programlarına kadar. Bunların doğru olmadığını söylemek bile sistemin işine yarıyor bir yerden sonra.
19 Ekim 2007 Cuma
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder