80’li yılların ilk ve tek Türk bilimkurgu dizisinin kahramanı ‘Uzaylı Zekiye’yi canlandıran Seden Kızıltunç, ‘Duyarlarsa Oyarlar’ isimli politik komedi oyunuyla yeniden tiyatro sahnesinde. Televizyonun siyah beyaz olduğu dönemlerde oynadığı dizilerle özellikle de ‘Uzaylı Zekiye’ karakteriyle yakından tanıdığımız ve hiç unutmadığımız Seden Kızıltunç ‘Duyarlarsa Oyarlar’ adlı tiyatro oyununda politik komedi türüyle gündemi mizahi bir dille eleştiriyor. Oyun 30-31 Ocak ve 8-28 Şubat tarihlerinde Caddebostan Kültür Merkezi’nde sahnelenecek. “Hayata seyirci kalmayın, kendinizi sevin ve yaşamak güzeldir” diyen Seden Kızıltunç ile sanatçı kimliği ve yaşama dair konular üzerine konuştuk.
Uzun süredir yoktunuz ve bir tiyatro oyunuyla döndünüz. Yeni oyununuzu anlatır mısınız?
‘Duyarlarsa Oyarlar’ politik bir ortaoyunu. Çok sivri olmayan mizah diliyle günlük olayları dilimizin döndüğü kadar güldürerek anlatmaya çabalıyoruz. Seyirci de memnun, hem eğleniyor hem de olayların ağırlığını bir kere daha hissediyor.
Seden Kızıltunç denince ilk akla gelen Uzaylı Zekiye karakteri. Bugünden bakınca Uzaylı Zekiye karakteri ve diziyi nasıl yorumluyorsunuz?
Teknik açıdan çok yokluklar içinde çalıştık. O zamanlar bir düğmeye basarak bir adamı yok etmek ya da uçurmak mümkün değildi. Oldukça eziyetli bir işti. Yoktan var etme ya da uçtum, kaçtım trüklerini yapmakta zorlanırdık. Konu o gün için çok ilginçti tabii. Hareket noktam beynin çalışması üzerineydi. Süper çalışan bir beyinle, hiç çalışmayan bir beyin arasında kalmış bir kızdı Zekiye. Güneşteki patlamalardan etkilendiği için kendi iradesi dışında beyin aniden çalışıyor aniden duruyordu bu da tabii güldürü getiriyordu. Toplumumuzun teknolojiye bakışı çok ilginç, teknolojiyi mizahi bir dille tanımlıyor. Zaman Mekân Makinesini yazdığım dönemlerde de hep bunları işlemiştim.
Senaryo yazarlığınız da var yani…
Ben mecburiyet yazarıydım. O yıllarda televizyonlara yazan olmuyordu. Denetim vardı, para sonradan ödeniyordu. Tiyatrocu olarak birkaç kişi mecburiyet yazarı olduk, kendi oynadığımız oyunları yazdık. Sonra “bunları yaz da, yazar parası verelim” dediler. Böylece işin yazanı da olduk. Şahsen bir Fransız ya da İngiliz’in yazdığı vodvili oynamaktansa kendi vodvillerimizi oynamayı tercih ediyorum.
Tiyatro sanatı hep eleştirel mi olmalı?
Tiyatronun kendisi eleştiri zaten. Tiyatro ayna gibidir. Nasıl ki ayna bize, ‘saçın dağılmış, gömleğinin yakası kalkmış, kendine çeki düzen’ ver diyorsa tiyatro da topluma ayna tutar.
Yıllardır tiyatro sanatıyla iç içesiniz. Bu sanat size neler kattı yaşamla aranızı açtı mı, yoksa tam tersi yaşama bağlı mı kıldı?Bütün insanlar aslında bir oyunun içinde. Bizim farkımız, bu oyunu çıkıp bir de sahnede oynamak. Tiyatro mutlak bir şeyler katıyor. Tiyatrodan ne kazandınız diye sorarsanız, kesinlikle manevi şeyler diyebilirim. Biz tiyatrocular, ‘acıktığımız kadar kazanır, doyduğumuz kadar yeriz’.
Televizyon sizin bıraktığınız günlerden bu yana çok değişti, televizyon için yeni bir projeniz var mı?
Farklı projelerim var aslında… Ancak şimdi sistem çok değişik. Dosyayı koltuğunuzun altına alıp “buyurun, siz bunu okuyun” deyip eve döndüğünüzde aynı gece sizin projenizden üç tanesini seyredersiniz çünkü telif hakkı yok. Bu yüzden kimseye bir projenizi anlatamazsınız. İstek ve ciddiyet olursa, neden olmasın?
Değerinizin bilindiğini düşünüyor musunuz?
Benden faydalanmıyorlar diyebilirim. Kıymeti mi bilip bilmediklerini bilmiyorum. Hiç ummadığınız biri, meselâ benzin istasyonundaki bir pompacının kıymetimi ne kadar iyi bildiğini görebiliyorum. Beklemediğiniz insanlardan değerinizin anlaşıldığını görüyorsunuz. Fırsatçıların, yeteneksiz hırslıların olduğu bir toplumda yaşıyoruz ne yazık ki. Aslında bilgi ve birikimlerimi paylaşmak isterim.
Geçmişe baktığınızda içinizde ukde kalan bir şeyler var mı?
Eksik kalan bir şeyler yok. Çevremdekiler “daha çok oynamalıydın, daha çok şey yapsaydın” dese de birilerinin önünü kesmek ya da herkes beni tanısın gibi bir huyum yok. Benim bilgi birikimime sahip olan herhangi biri kendini dünya çapında yapardı ama ben o türden değilim. Yeteneklerimi paraya dönüştürmeyi de bilemem. Benim bütün cambazlığım sahne üzerinde.
Peki, sahne üzerinde başarılı olduğunuz kadar gerçek hayatta da başarılı mısınız yani hayat bilgisi dersinden geçtiniz mi?Geçtim çünkü hayatımı yedi yaşından beri planladığım gibi sürdürüyorum. Benim için yaşam çok para sahibi olmak değil. Ailemden kalanlar ve kendi maddi kazanımlarımla mutlu bir şekilde yaşıyorum ama birkaç trilyonunuz var mı derseniz; yok! Başarı birkaç trilyon sahibi olmaksa ben başarısızım.
HİÇ PİŞMAN OLMADIM
Zeki-Metin, Ateş Böcekleri ve Levent Kırca’nın olduğu dönemlerde siz de komedi dünyasının adı sayılır kadın oyuncularındandınız. Bunun için ne söylemek istersiniz?
O zamanlar fırsat verilmemiş çok yetenekli kadın oyuncularımız vardı. Erkek ağırlıklı bir toplumuz ve kadınlara fırsat tanınmıyor ama ben kendi isteklerini yapabilen özgür biri olarak görüyorum kendimi. Gidip de birilerine ağlamayı sevmiyorum. Aile, çoluk çocuk gibi bir yapılanma içinde olsaydım belki ben de ağlardım.
Evlilik ve çocuk hayalleriniz yoktu yani…
Aile kurma amaçlı olmayan çok evlilik yaptım. Çünkü evlendikten sonra çocuk sahibi olunursa, kesinlikle boşanmayı kabul etmem! Çocuk sahibi olmak büyük sorumluluk. Hamile kalmayı düşündüğümde ilişkinin gidişatına bakıp, bu adamla bir ömür boyu yaşayabilir miyim sorusuna verdiğim cevap ‘hayır’ olunca, istemedim. Çocuk olmadan da ilişki güzel bir şekilde yaşanır, toplum nikâh da istiyorsa hayhay o da yapılır. Sevgi biterse de ‘hadi bana eyvallah’ denir. Çocuk sahibi olmadığım için de hiç pişman olmadım.
Kadınları bilinçlendirmeye yönelik televizyon programlar yapmayı düşündünüz mü?
O da ayrı acıklı bir konu. Bugünlerde herkes ekranlarda yemek yapıyor. Nedir bu? Evet, bu ülkede çok aç insan var; onun için mi acaba? Ben televizyona çıkıp da yemek yapmayacağım meselâ.
Özlediğiniz değerler var mı?
Hayatımda geçmişe bakmak diye bir şey yoktur. Meselâ anı, fotoğraf, resim öyle şeyleri bilmem ben. Benim için önemli olan yaşadığım bu andır. İleride daha çok merak ettiğimiz şeyler var. Geçmiş bitti.
Hayatın anlamına dair ne söylemek isterseniz ya da sizin bakış açınız nedir?
Ben evrensel biriyim, düşünce biçimim farklı. Allah’ın kulu dediğimiz tüm varlıklar yani hepimiz; canız, kardeşiz, biriz. Dünya görüşüm, insan ve sevgiden ibaret. Negatif duygulardan arınmak ve can olmak, ölümden de korkmam.
Reenkarnasyona inanıyor musunuz?
Bir kerelik yaşam olmaz, öbür türlüsü zaten adaletli olmaz ki.
29 Aralık 2008 Pazartesi
14 Aralık 2008 Pazar
UĞUR YÜCEL
Uğur Yücel’in oyunculuğunu ve yönetmenliğini yaptığı son filmi ‘Hayatımın Kadınısın’ çoğumuzun olduğu gibi benim de dilimden düşmeyen ‘ah nerede o eski günler, nerede eski aşklar, adam gibi adamlar nereye kayboldu’ sorularının cevabını buldurmuştu. Bu hikayede eskiye duyulan özlem, artık çoktan unutulmuş duyguların yoğunluğu, filmi karnınızın tam orta yerinde bir sızıyla izlemenize neden oluyordu. Usta oyuncu bu filmdeki Tophaneli Tayfur karakteriyle de yine yeniden büyük bir hayranlıkla izlettirmişti kendini. Tayfur’un delikanlı, bağrı yanık hali ve “Ağır yaralı gezdim bu memlekette” sözüyle eminim benim gibi bir çok kadını bu film karakterine aşık etmiştir…
Uğur Yücel’in başarısı sadece sinema oyunculuğunda değil elbette, ‘Alacakaranlık’ dizisinde Urfalı Komiser Tahir, ‘Hırsız-Polis’te ‘mevsimsiz adam’ diye tanımladığı Karadenizli Aksak Nadir’le de gönülleri fethetmişti. Uğur Yücel bu kez ‘Canım Ailem’ adlı dizide Samim karakteriyle de eminim birçoğumuzun gönlünü çelecek. Uğur Yücel’in deyimiyle Samim karakteri, yufka yürekli, uçarı, gezgin, sorumsuz ve komik biri… Sahici rollerin adamı Uğur Yücel, bu gezgin ruhlu Samim karakteriyle bakalım iç dünyamızın hangi saklı yönünü ortaya çıkarıp puslu ruhlarımızı aydınlatacak...
Canım Ailem’ adlı dizide Uğur Yücel bu kez nasıl bir karakterle gönüllere taht kuracak?
Taht kuracak mı bilemem? Ama uçarı, gezgin, sorumsuz, yufka yürekli, komik biri olacak Samim karakteri. İlk gençliği Adana’da geçmiş sonra da basıp uzaklara gitmiş. Yıllarca gemilerde garsonluk yapmış. Samim, yılın 8 ayını çalışıp 4 ayını Marmaris’ de tatil yaparak geçiriyor, nerede akşam orada sabah bir hayatı yaşıyor anlayacağınız. İyi ya! Eğlenceli bir adam, değil mi?
Biz bu karakterin neyini seveceğiz ya da neyini sevmeyeceğiz?
Bilemiyorum! Sempatik bir adam. Bir yandan bir sürü fırıldak çeviriyor, ama şeytan tüyü var. İnsanlar seviverecek Samim’i.
Dizinin fragmanında gördüğümüz kadarıyla Samim karakteri şimdilerde balıkçılık yapıyor, öncesinde Samim’in ‘uzak denizlerin adamı’ olma halinin denizle, uzaklıkla ya da farklı ülkelerinin limanlarıyla ilişkisi nedir? Bir tür kendinden kaçış söz konusu mu?
TV’ de izlediğiniz teaserlar diziyle organik ama hayal ürünü. Yani ileride balıkçılık da yapabilir. Ekranda gördüğünüz o teaserlar (tanıtım bölümü) sadece karakter özellikleri üzerineydi. Ama öyle bir felsefe adamı değil bu Samim. Büyük gezi gemilerinde çalışıp çeşitli insanlarla gününü gün ediyor. Daha çok hayatla eğleniyor.
Dizinin fragmanında en küçük yeğen çekip gidecek dayıya ‘gitme’ dediğinde dayı ne hissediyor? Geleceğim mi diyecek yoksa gitmeyeceğim mi?
Samim aslında hep gitme isteğinde ama yufka yürekli biri. Tabi ki gidemeyeceğini düşünüyor. Samim bu süreçte ilk kez kendiyle karşılaşıyor aslında. Bir yandan kendinden de kaçmış. Yani hayatın gerçeğinden kaçmış. Bu da onu çaresiz kılıyor gerçek karşısında.
Canım Ailem’ adlı dizi bir yanıyla ‘kaybedenlerin’ öyküsünü de içinde barındırıyor diyebilir miyiz?
Kaybedenler olarak adlandırılmalı mı bu karakterler bilmiyorum. Sanırım büyük bir aile olacaklar ve öyle içinden çıkılmaz sorunları da olmayacaktır. Sonuçta bu duygusal komedi türünün özelliklerini taşıyacak bir dizi olacak.
Benim tanıdığım birçok dayıda bir ‘arıza olma’ durumu söz konusu. Kimi çok içer kimi hovardadır kimi de meteliksizdir ama hep büyük adam olma hayalindedir… Bir yanıyla kaba-dayılık söz konusudur, biz sizi nasıl bir dayı olarak göreceğiz?
Bizim ki aile dayısı olacak. Öyle ‘Kabadayılığı’ yok. Damarına bastılar mı delikanlı oluyor ama tüymeyi de gayet iyi biliyor.
Bu gezgin, serseri ruhlu dayının gizli kalmış yüzünde hüzne hiç yer yok mu? Sanki Alacakaranlık misali, bir yanı gün bir yanı karanlıkta kalmış gibi…
İnsan çok boyutlu katmanlı bir yaratık. Derinleştirdikçe kararıyor ve sonuç olarak trajik boyut ortaya çıkıyor. Ancak bu gibi dizilerde kahraman yüksek bir binadan düşünce parçalanıp yok olmaz. Daha doğrusu kahramanın parçalanıp dağılacak içsel sorunları olmayacaktır. Sorunlar hafif ve gündelik boyuttadır ve tebessüm azalmaz hikayelerde.
Sizin hayatla başa çıkamadığınız zamanlar olur mu? Çıkışı nasıl bulursunuz?
Olmaz olur mu? Bu güne kadar çok oldu ve bundan sonrası için hiç karşılaşmak istemediğim zamanlardır. Yaş aldıkça zorlaşır hayatla uğraşmak. Benim için çıkışı bulmanın tek yolu içimdeki her zamanki yaratma gücü oldu. Yarattım ve karşılık gördüm. Sahneye çıktım. Seyirci buldum. Seyircinin tutkusu insanı yüceltiyor ve dinamik tutuyor. Bunun yaşamımın son anına kadar süreceğini biliyorum. Çıkışı bulmama sebep olan bir başka bir faktör de oğlum oldu. Onun için bir şeyler yapmak ve onu mutlu etmek yegane amacım oldu.
Hangi yöne gideceğinizi bilemediğiniz ve yolunuzu kaybetmiş gibi hissettiğiniz olur mu?
Elbette oldu, ama bu daha gideceğim yolun çok seçenekli olmasıyla ilişkilidir. Çaresiz kaldığım zamanlar oldu, ama hep bir el uzandı. Ya kendi elim ya da bir dost eli.
‘Hiçbir şey eskisi gibi -değil-olmayacak’ sözü sizin için ne ifade eder?
Her şey değişiyor ve değişim iyidir.
Sezen Aksu’nun Eskidendi şarkı sözünde olduğu gibi; Hani herkes arkadaş-Hani oyunlar sürerken-Kimse bize ihanet etmemiş-Biz kimseyi aldatmamışken-Eskidendi, çok eskiden… durumunun burnumuzda tütme haline ne demeli?
Burnumuzda tütenler artık bugünlerde çok romantik kaldı. Sahiden eski dünyaları yitirmek üzüntü veriyor insana. Komodinin üzerinde kalmış eski bir parfüm şişesi annemi, babamın çakısı ise rakılı yarı efkarlı zamanları hatırlatır bana. Eskiye iç çeken son kuşak biz olmayacağız. Bugün de eskiyecek nasıl olsa.
Niye eskiyi, eski duyguları bu kadar unuttuk?
Eskinin hayata vakti varmış galiba. Eskiler hiç ölmeyecekmiş gibi hep güzelin peşine düşmüşler. Şimdilerde ise para peşinde koşarken hızla toprağa karışıyor insanlar. Yaşanan zaman değersiz kaydediliyor. ‘Artık bu solan bahçede bülbüllere yer yok, duygulara yer yok’.
Mesela Hayatımın Kadınısın filminde oynadığınız ‘Tayfur’ karakteri gibi sevdiği kadını yanında, yamacında, göğsünün sol yanında taşıyan, belki incitirim duygusuyla sevdiği kadına sıkıca sarılamayan adamlar da yok. Sahi nereye gittiler dersiniz?
Bu adamlar filmlere, romanlara, şiirlere gittiler. Babalarımızın gençliğinde aşk acısı ince hastalığa sebep olurmuş. Anneme aşık olan uzak akraba bir çocuk, annem aşkına karşılık vermediği için veremden ölmüş. Bu annemin vicdan azabıydı ama babamı sevmiş, ne yapsın kadın?
“Ağır yaralı gezdim bu memlekette” diyen Tophaneli Tayfur gibi siz de Kara Sevdaya düştünüz mü hiç?
Çocukken karasevdaya düştüm. İlk gençliğimde de. Sonrası beni yormadı.
Hayatla ne kadar maytap geçersiniz?
Gençken matrak bir adamdım. Ama şimdilerde de yeniden buldum kafamdaki yırtığı. Geç geldi ama iyi oldu...
Son yıllarda dizi-film sektöründe çalışmak isteyen gençlerin sayısı her geçen gün artıyor. Ancak Sinema-TV bölümlerinden mezun olsalar bile bir anda yardımcı yönetmen, sanat yönetmeni ya da reji asistanı olarak iş bulamıyorlar. Okullarda verilen eğitim maalesef pratikten çok kuramsal. Kalabalık sınıflarda eğitim gören öğrencilere bir ya da iki kamera düşüyor ve imkanlar oldukça sınırlı. Siz gençlere 4 yıllık eğitim almalarını mı yoksa bir an önce işin mutfağından başlamalarını mı önerirsiniz?
Geçtiğimiz günlerde öğrencilerden biri arkadaşının uzun metraj DVD’ sini verdi bana. Muazzam bir film başladı. Sonra dağıldı gitti. Ama burada çok önemli bir detay vardı. Neredeyse sıfır bütçeyle bir film yapılmıştı ve anlatım vardı. Gençler için günümüzde senaryo oluşturup bir film çekmek artık kolay. Bir el kamerasıyla da sinema yapma şansları var. O zaman dert ne? Gerçekten ne yapmak istediğini bilen genç sayısı az. Herkes arıyor. Bütün gençlere kendilerini acımasızca masaya yatırıp derin kazı yapmaları üzerine bir yolculuk öneriyorum. Kim olduklarını ve ne yapmak istediklerini aramanın yolculuğu.
Bu işe gönül vermiş gençler piyasaya girebilmek için nasıl bir yol izlemeli?
Tüm dünyada eğlence ve sanat dünyasında bir şans beklerler. Beklerken yeterli donanımda ve diğerlerinden farklıysan gelip seni bulurlar. Ben, kıyıda köşede kalmış büyük değerlere pek rastlamadım açıkçası. Ya kendileri çıkıyorlar ya da birileri onları bulup çıkarıyor. Mail yoluyla ya da bir şekilde yoluma çıkarak benimle çalışmak isteyenler çok oldu örneğin. Ama mesela ben karşıma çıkanlarla değil de benim bulduklarımla daha çok ilgileniyorum.
Film ekibinizi kurarken öncelikleriniz ne olur?
Birlikte bir otobüse binip uzun yol yapacağım, birlikte yiyip içeceğim, hem mesleki açıdan hem de insan olarak kişilikli, işine sevdalı insanları tercih edip bulurum. Aynı nefeste olmak çok önemli. Çünkü sinema heyecan ve arzuyla yapılır.
Alınan dört yıllık eğitim biraz da vakit kaybı gibi geliyor bana, tabi ki eğitimin kötü olmaz ama daha kısa süreli eğitimler mi tercih etmeli acaba?
Ya aslında bu eğitim meselesi benim üzerinde çok da söz söyleyebileceğim bir alan değil galiba. Yalnız şöyle bir görünüm var ki kısa zamanlı eğitim alanlar daha çok hevesleriyle beraber gidiyorlar. Ama üniversitelerde bölümü bitirmenin okul bitirmekten ibaret olduğu gerçeği daha somut. Birçok öğrenci sinema yapıp yapmayacağını dahi bilmiyor.
İşi mutfağında öğrenmek ve usta-çırak ilişkisi üzerine ne söylersiniz?
Kuramsal eğitim sanatı kavrama ve yeni sanatlar üretme bilincini veriyor insana ama esas yoksunluk ya da zenginlik yetenekle açıklanır. “Vermeyince mabut neylesin Mahmut.” İstediği kadar okusun etsin adamın ama önce işine bakıyorsun. Yetenek usta çırak ilişkisiyle pişer ama her daim kitabı koltuk altında taşımalı. Kitap yeteneğin ufkunu açar ve derinlik kazandır.
Uğur Yücel’in başarısı sadece sinema oyunculuğunda değil elbette, ‘Alacakaranlık’ dizisinde Urfalı Komiser Tahir, ‘Hırsız-Polis’te ‘mevsimsiz adam’ diye tanımladığı Karadenizli Aksak Nadir’le de gönülleri fethetmişti. Uğur Yücel bu kez ‘Canım Ailem’ adlı dizide Samim karakteriyle de eminim birçoğumuzun gönlünü çelecek. Uğur Yücel’in deyimiyle Samim karakteri, yufka yürekli, uçarı, gezgin, sorumsuz ve komik biri… Sahici rollerin adamı Uğur Yücel, bu gezgin ruhlu Samim karakteriyle bakalım iç dünyamızın hangi saklı yönünü ortaya çıkarıp puslu ruhlarımızı aydınlatacak...
Canım Ailem’ adlı dizide Uğur Yücel bu kez nasıl bir karakterle gönüllere taht kuracak?
Taht kuracak mı bilemem? Ama uçarı, gezgin, sorumsuz, yufka yürekli, komik biri olacak Samim karakteri. İlk gençliği Adana’da geçmiş sonra da basıp uzaklara gitmiş. Yıllarca gemilerde garsonluk yapmış. Samim, yılın 8 ayını çalışıp 4 ayını Marmaris’ de tatil yaparak geçiriyor, nerede akşam orada sabah bir hayatı yaşıyor anlayacağınız. İyi ya! Eğlenceli bir adam, değil mi?
Biz bu karakterin neyini seveceğiz ya da neyini sevmeyeceğiz?
Bilemiyorum! Sempatik bir adam. Bir yandan bir sürü fırıldak çeviriyor, ama şeytan tüyü var. İnsanlar seviverecek Samim’i.
Dizinin fragmanında gördüğümüz kadarıyla Samim karakteri şimdilerde balıkçılık yapıyor, öncesinde Samim’in ‘uzak denizlerin adamı’ olma halinin denizle, uzaklıkla ya da farklı ülkelerinin limanlarıyla ilişkisi nedir? Bir tür kendinden kaçış söz konusu mu?
TV’ de izlediğiniz teaserlar diziyle organik ama hayal ürünü. Yani ileride balıkçılık da yapabilir. Ekranda gördüğünüz o teaserlar (tanıtım bölümü) sadece karakter özellikleri üzerineydi. Ama öyle bir felsefe adamı değil bu Samim. Büyük gezi gemilerinde çalışıp çeşitli insanlarla gününü gün ediyor. Daha çok hayatla eğleniyor.
Dizinin fragmanında en küçük yeğen çekip gidecek dayıya ‘gitme’ dediğinde dayı ne hissediyor? Geleceğim mi diyecek yoksa gitmeyeceğim mi?
Samim aslında hep gitme isteğinde ama yufka yürekli biri. Tabi ki gidemeyeceğini düşünüyor. Samim bu süreçte ilk kez kendiyle karşılaşıyor aslında. Bir yandan kendinden de kaçmış. Yani hayatın gerçeğinden kaçmış. Bu da onu çaresiz kılıyor gerçek karşısında.
Canım Ailem’ adlı dizi bir yanıyla ‘kaybedenlerin’ öyküsünü de içinde barındırıyor diyebilir miyiz?
Kaybedenler olarak adlandırılmalı mı bu karakterler bilmiyorum. Sanırım büyük bir aile olacaklar ve öyle içinden çıkılmaz sorunları da olmayacaktır. Sonuçta bu duygusal komedi türünün özelliklerini taşıyacak bir dizi olacak.
Benim tanıdığım birçok dayıda bir ‘arıza olma’ durumu söz konusu. Kimi çok içer kimi hovardadır kimi de meteliksizdir ama hep büyük adam olma hayalindedir… Bir yanıyla kaba-dayılık söz konusudur, biz sizi nasıl bir dayı olarak göreceğiz?
Bizim ki aile dayısı olacak. Öyle ‘Kabadayılığı’ yok. Damarına bastılar mı delikanlı oluyor ama tüymeyi de gayet iyi biliyor.
Bu gezgin, serseri ruhlu dayının gizli kalmış yüzünde hüzne hiç yer yok mu? Sanki Alacakaranlık misali, bir yanı gün bir yanı karanlıkta kalmış gibi…
İnsan çok boyutlu katmanlı bir yaratık. Derinleştirdikçe kararıyor ve sonuç olarak trajik boyut ortaya çıkıyor. Ancak bu gibi dizilerde kahraman yüksek bir binadan düşünce parçalanıp yok olmaz. Daha doğrusu kahramanın parçalanıp dağılacak içsel sorunları olmayacaktır. Sorunlar hafif ve gündelik boyuttadır ve tebessüm azalmaz hikayelerde.
Sizin hayatla başa çıkamadığınız zamanlar olur mu? Çıkışı nasıl bulursunuz?
Olmaz olur mu? Bu güne kadar çok oldu ve bundan sonrası için hiç karşılaşmak istemediğim zamanlardır. Yaş aldıkça zorlaşır hayatla uğraşmak. Benim için çıkışı bulmanın tek yolu içimdeki her zamanki yaratma gücü oldu. Yarattım ve karşılık gördüm. Sahneye çıktım. Seyirci buldum. Seyircinin tutkusu insanı yüceltiyor ve dinamik tutuyor. Bunun yaşamımın son anına kadar süreceğini biliyorum. Çıkışı bulmama sebep olan bir başka bir faktör de oğlum oldu. Onun için bir şeyler yapmak ve onu mutlu etmek yegane amacım oldu.
Hangi yöne gideceğinizi bilemediğiniz ve yolunuzu kaybetmiş gibi hissettiğiniz olur mu?
Elbette oldu, ama bu daha gideceğim yolun çok seçenekli olmasıyla ilişkilidir. Çaresiz kaldığım zamanlar oldu, ama hep bir el uzandı. Ya kendi elim ya da bir dost eli.
‘Hiçbir şey eskisi gibi -değil-olmayacak’ sözü sizin için ne ifade eder?
Her şey değişiyor ve değişim iyidir.
Sezen Aksu’nun Eskidendi şarkı sözünde olduğu gibi; Hani herkes arkadaş-Hani oyunlar sürerken-Kimse bize ihanet etmemiş-Biz kimseyi aldatmamışken-Eskidendi, çok eskiden… durumunun burnumuzda tütme haline ne demeli?
Burnumuzda tütenler artık bugünlerde çok romantik kaldı. Sahiden eski dünyaları yitirmek üzüntü veriyor insana. Komodinin üzerinde kalmış eski bir parfüm şişesi annemi, babamın çakısı ise rakılı yarı efkarlı zamanları hatırlatır bana. Eskiye iç çeken son kuşak biz olmayacağız. Bugün de eskiyecek nasıl olsa.
Niye eskiyi, eski duyguları bu kadar unuttuk?
Eskinin hayata vakti varmış galiba. Eskiler hiç ölmeyecekmiş gibi hep güzelin peşine düşmüşler. Şimdilerde ise para peşinde koşarken hızla toprağa karışıyor insanlar. Yaşanan zaman değersiz kaydediliyor. ‘Artık bu solan bahçede bülbüllere yer yok, duygulara yer yok’.
Mesela Hayatımın Kadınısın filminde oynadığınız ‘Tayfur’ karakteri gibi sevdiği kadını yanında, yamacında, göğsünün sol yanında taşıyan, belki incitirim duygusuyla sevdiği kadına sıkıca sarılamayan adamlar da yok. Sahi nereye gittiler dersiniz?
Bu adamlar filmlere, romanlara, şiirlere gittiler. Babalarımızın gençliğinde aşk acısı ince hastalığa sebep olurmuş. Anneme aşık olan uzak akraba bir çocuk, annem aşkına karşılık vermediği için veremden ölmüş. Bu annemin vicdan azabıydı ama babamı sevmiş, ne yapsın kadın?
“Ağır yaralı gezdim bu memlekette” diyen Tophaneli Tayfur gibi siz de Kara Sevdaya düştünüz mü hiç?
Çocukken karasevdaya düştüm. İlk gençliğimde de. Sonrası beni yormadı.
Hayatla ne kadar maytap geçersiniz?
Gençken matrak bir adamdım. Ama şimdilerde de yeniden buldum kafamdaki yırtığı. Geç geldi ama iyi oldu...
Son yıllarda dizi-film sektöründe çalışmak isteyen gençlerin sayısı her geçen gün artıyor. Ancak Sinema-TV bölümlerinden mezun olsalar bile bir anda yardımcı yönetmen, sanat yönetmeni ya da reji asistanı olarak iş bulamıyorlar. Okullarda verilen eğitim maalesef pratikten çok kuramsal. Kalabalık sınıflarda eğitim gören öğrencilere bir ya da iki kamera düşüyor ve imkanlar oldukça sınırlı. Siz gençlere 4 yıllık eğitim almalarını mı yoksa bir an önce işin mutfağından başlamalarını mı önerirsiniz?
Geçtiğimiz günlerde öğrencilerden biri arkadaşının uzun metraj DVD’ sini verdi bana. Muazzam bir film başladı. Sonra dağıldı gitti. Ama burada çok önemli bir detay vardı. Neredeyse sıfır bütçeyle bir film yapılmıştı ve anlatım vardı. Gençler için günümüzde senaryo oluşturup bir film çekmek artık kolay. Bir el kamerasıyla da sinema yapma şansları var. O zaman dert ne? Gerçekten ne yapmak istediğini bilen genç sayısı az. Herkes arıyor. Bütün gençlere kendilerini acımasızca masaya yatırıp derin kazı yapmaları üzerine bir yolculuk öneriyorum. Kim olduklarını ve ne yapmak istediklerini aramanın yolculuğu.
Bu işe gönül vermiş gençler piyasaya girebilmek için nasıl bir yol izlemeli?
Tüm dünyada eğlence ve sanat dünyasında bir şans beklerler. Beklerken yeterli donanımda ve diğerlerinden farklıysan gelip seni bulurlar. Ben, kıyıda köşede kalmış büyük değerlere pek rastlamadım açıkçası. Ya kendileri çıkıyorlar ya da birileri onları bulup çıkarıyor. Mail yoluyla ya da bir şekilde yoluma çıkarak benimle çalışmak isteyenler çok oldu örneğin. Ama mesela ben karşıma çıkanlarla değil de benim bulduklarımla daha çok ilgileniyorum.
Film ekibinizi kurarken öncelikleriniz ne olur?
Birlikte bir otobüse binip uzun yol yapacağım, birlikte yiyip içeceğim, hem mesleki açıdan hem de insan olarak kişilikli, işine sevdalı insanları tercih edip bulurum. Aynı nefeste olmak çok önemli. Çünkü sinema heyecan ve arzuyla yapılır.
Alınan dört yıllık eğitim biraz da vakit kaybı gibi geliyor bana, tabi ki eğitimin kötü olmaz ama daha kısa süreli eğitimler mi tercih etmeli acaba?
Ya aslında bu eğitim meselesi benim üzerinde çok da söz söyleyebileceğim bir alan değil galiba. Yalnız şöyle bir görünüm var ki kısa zamanlı eğitim alanlar daha çok hevesleriyle beraber gidiyorlar. Ama üniversitelerde bölümü bitirmenin okul bitirmekten ibaret olduğu gerçeği daha somut. Birçok öğrenci sinema yapıp yapmayacağını dahi bilmiyor.
İşi mutfağında öğrenmek ve usta-çırak ilişkisi üzerine ne söylersiniz?
Kuramsal eğitim sanatı kavrama ve yeni sanatlar üretme bilincini veriyor insana ama esas yoksunluk ya da zenginlik yetenekle açıklanır. “Vermeyince mabut neylesin Mahmut.” İstediği kadar okusun etsin adamın ama önce işine bakıyorsun. Yetenek usta çırak ilişkisiyle pişer ama her daim kitabı koltuk altında taşımalı. Kitap yeteneğin ufkunu açar ve derinlik kazandır.
Etiketler:
canım ailem,
genç,
hayatımın kadınısın,
kaybedenler,
sezen aksu,
sinema,
uğur yücel
MAZHAR ALANSON
Her ne kadar ‘insan söylediklerinde değil, söylemediklerinde gizlidir’ dense de Mazhar Alanson, yeni filminden müziğe, şarkı sözlerinden kadınlara ve Umre ziyaretinden Tasavvuf anlayışına kadar merak ettiğimiz her soruyu ‘samimiyetin rolü olmaz’ diyerek tüm içtenliğiyle cevapladı.
Son oynadığınız Kirpi filminden söz edelim, hangi karakteri canlandırdınız?
Filmde ezilen birinin iş hayatında, kurduğu dostluklarda gururunu ve onurunu korumak için kendine karşı yapılanlara verdiği mücadele anlatılıyor. Kendi hakkını korurken insan egosunun da ne kadar kuvvetli olduğunu gösteren bir film. Ben de hayatında çok da başarılı olamamış orta sınıf birini canlandırıyorum. ‘Kirpi’ adlı karakter söylenen her şeyi kafasına takıp bunları bir kenara yazıyor ve günü gelince intikamını alıyor. Olayları biraz psikopatça abartıyor, komşusuna da kızsa çocuksu bir şekilde ona zarar veriyor. Sonra tesadüf sonucu kendi gibi her fırsatta intikam alan birine rastlıyor ve aralarındaki mesele bir macera haline dönüşüyor. Filmimiz aksiyon-komedi türünde ve eğlenceli olacağını düşünüyorum. Görevimizi yaptık.
Bu filmde kızınız da görev almış…
Küçük bir roldü ama birlikte sahnemiz olacağı için istedik. Hatıra niyetine... Aslında küçüklüğünden beri aktris olmak istiyordu da onun bu işlere girmesini ben istemedim ve uzak tuttum. O daha çok edebiyatla ilgili, yazılar yazar.
Filmdeki gibi gerçek hayatta da düşmanlarınız var mıdır?
Filmde düşman yok aslında birbirlerine küçük küçük şakalar yaparlarken iş bir anda kakaya dönüşüyor aslında.
Peki, filmdeki karakter gibi intikam alma duygunuz var mıdır?
Tabi ki vardır, soğuk intikamcıyımdır. Soğuturum yani…
Ne yaparsınız?
Eskiden kendim savaşıp kızar bağırırdım ya da kavga ederdim. Şimdi kolayını buldum ve yukarıdakine havale ediyorum.
Peki, böyle yapmakla karşılığını buluyor mu dersiniz?
Daha fecisini buluyor, ben olsam o kadar yapmam.
Bu film için “ilk kez oyunculuk yeteneğimi sergileme fırsatı buldum” demişsiniz size bunu söyleten neydi?
Bu filmin hikayesi bana daha çok açıktı. Kirpi adlı karakter oyun şeklimi daha çok açtı, birçok halimi, deneyimimi ve farklı yüzümü gösterebileceğim bir imkan yarattı. Diğerlerinde genelde kızgın ve asık suratlı bir adamı oynuyordum. Bu filmde kendimi daha iyi ifade edebildim.
Kirpi filmiyle oyunculukta da kendinizi ispatladığınızı düşünüyor musunuz?
Sanıyorum oyunculukta ‘Her Şey Güzel Olacak’ filminde ispatladım. Müjde Ar’ların programında da Müjde, bana geçer notu verdi, iyi oynadığımı söylediler yani oradan da diplomam var. Bu kadarı tamamdır. Aktörlük yapıyorum gibi gözükse de aslınsa aktörüm ama müzik de yapıyorum.
Film setlerinde çalışmanın zorlukları var mı?
Film setlerinde star konumu pek yok, herkes işçi oluyor. Müzik konumundan geldiğim için setlerde pek yapamıyorum. Saatler çok belli olmasa da insan özel bir karavanı olsun istiyor. Tuvaletimin özel olması önemli, dağın başında da tuvalete gidecek yer aramak istemiyorum. Setlerde beklemek konusu var ve beni çok sıkıyor ama çocuklar sağ olsunlar bu şartları kuruyorlar. Sonuçta atla deve bir şey değil. Robert De Niro “biz parayı oynamak için değil, beklemek için alıyoruz” dermiş, bakın bu çok doğru bir düşünce.
Konser sahnesinde mi yoksa film sahnesinde mi kendinizi kral gibi hissediyorsunuz?
En kralı reklam çekimlerinde oluyor. Adamı uçuruyorlar. Filmde de her oturduğun yere içeceğin filan geliyor ama reklamda o gün sen prens oluyorsun.
Prens olma halini seviyorsunuz galiba…
Hayır, hep dalga geçerim. Çünkü ben işin askerliğinden geldim ve er kısmını yıllarca yaşadım. Lüks istekler gibi gelebilir ama bu medeni insan gibi olma durumu ellisinden sonra oldu. Gittiğimiz festivallerde kulisin yerleri yağdan kayardı çünkü sizden önce orada pehlivanlar yağlanmış olurdu. Egemen Bostancı’yla çalışırken en alt katta tuvaletin yanındaki küçücük odalardan her yıl aşama kaydederek daha yukarılara çıktık. ‘Ele Güne Karşı’ albümünü çıkardığımız yıl solist altının odası ve son yıl ‘Diday’la birlikte solist odasına terfi ettik. Yıllarca küçücük kötü odalarda hazırlanıp sonra büyük yere geçince “niye en baştan böyle adam gibi bir odaya koymadınız, illa meşhur olduktan sonra mı koydunuz, bu mu lan’ deyip her şeyi kırmıştık. O zaman yaşlar da genç, odanın camını, penceresini, aynasını aşağı indirmiştik. Rahmetli Egemen de “canları sağ olsun” demiş. O zamanlar da biraz modaydı, rock’n rollcular böyle yapıyordu, gençlik işte.
Şimdi kendinizi yaşlı mı hissediyorsunuz?
Yaşlı değil ama olgunlaşmış hissediyorum. Bedende bir eskime olsa da insanın ruhu aynı kalıyor. O yüzden çocuklara da saygı göstermek lazım. Çocuk küçükken neyse otuzunda da kırkında da aynıdır. Yıllardır görmediğim bir arkadaşımla karşılaşıyorum fizik olarak tanınmayacak halde ama sohbet edince anlıyorum ki hiç değişmemiş. O da bana benzer şeyleri söylüyor ve hoş oluyor. Allahtan hep o ruh genç kalıyor.
Filmdeki kostümler Biricik Hanım tarafından mı hazırlandı?
Tasarım gerektiren kostümler olmadığı için dışarıdan alındı. Ama Biricik benim kostümlerimle ilgilendi ve o olmasaydı bu filmi çeviremezdim. Belli detaylar var ve onlar kalitesiz olmamalı. Zaten kendi de profesyonel anlamda bu filmde konsept danışmanı olarak çalıştı. Dışarıdan gelip de bana maydanozlar saçmadı yani.
Özel hayatınızda kıyafetlerinize karıştırıp kendinizi eşinizin eline teslim eder misiniz?
Tamamen. Mesela konser vereceğimiz yeri bile bilmem. Konsere gitmeden bir saat önce Biriciğe ne giyeceğimi sorarım, o sırada terziler gelip gider ölçülerim alınır ama ben ne yapıldığın bilmem. Biricik, giydirir ben de sahneye çıkarım. O kadar itimat ederim ve bugüne kadar giydiğim kostümlerle de daima iyi eleştiriler aldım.
Ama bir ara giydiğiniz kostümler fazla tepki almıştı hatta bu yüzden grup arkadaşlarınızla aranızın bozulduğu bile söylendi…
Biricik o sivri kostümleri hazırlarken muhakkak birilerine kızmıştır. Mesela Fuat’a kızıp ondan yüklenmiştir belki.
Bu arada Biricik Hanım söze girer…
B.S: Bu dönemsel bir şey, insan her zaman aynı çılgınlık ve stilde kostüm giymez ki. Bu neticede Show Business. Üstelik Mazhar gibi 50 yılını bu işe vermiş birinin o kadar şımarıklık hakkıdır diye düşünüyorum. Mazhar yeni albüm çıkaran bir delikanlı olur da kafasına teller takıp çıkar o zaman bu benim için kıroluk olur.
M.A: Biraz da bu kıyafetlerin sayesinde konser verdiğimizin haberi oldu. Ama benim resmim biraz büyük çıkınca arkadaşlar biraz şey yaptılar...
Problem mi?
Problem de sayılmaz, arkadaşlar arasında böyle şeyler olur ve haklıdırlar. Bu kostümlerle bizi medya da ön plana çıkarıyor.
Biricik Hanımdan önce de sahne kıyafetlerinize özen gösterir miydiniz?
Aşırı giyinirdim, hazırlanırdım ama Biricik bunları düzene soktu. Renk uyumuna ve kıyafetimin tam üzerime uymasına, ölçülerine dikkat eder. Mesela omuzlarım sopa gibi dik durmaz biraz düşük durur şimdi kostümler tam bedenime göre yapılıyor. Bizim Hanımın bir tarzı vardır.
Bir kadın eşinin özel hayatındaki kostümlerine kadar girmişse ve adam da ona teslim olmuşsa bu bana kalenin bayağı bir içten fethedildiğini gösteriyor…
Ama bunu her kadın yapmamalı. Ben eğer Biriciğin seçtiği bir şeyi beğenmezsem giymem. Mesela müzik konusunda hazırladığım bir şarkıyı önceden dinletmem. Biriciğe, bu olmuş mu diye dinlettirdiğimde o beğenmezse ‘tamam işte, bu parça tutar’ derim. Ona anladığı ve bildiği konuda danışıyorum. Bilmediği bir konuyu teslim etmem. Yani şu şarkının miksini yap da getir demem.
Söz şarkılardan açılmışken müziğin sizin için anlamı nedir?
Nasıl söyleyeyim, bazı şeyleri ifade edemezsin mesela tasavvufi şeylerde de buna rastladım. Öyle haller var ki kelimelerle anlatamıyorsun. Konserlerden sonra vücutta en az iki üç gün adrenalin oluyor ve bu da bize lazım. Sahne üzerinde olmak büyük bir heyecan. Artık sahnede daha az yorulup daha çok zevk alıyoruz. Berlin’de verdiğimiz konserde güllerin içinden şarkısını çaldığımızda insanlar hala ağlıyordu ve Türkçeyi doğru düzgün bile konuşamayan küçücük çocuğundan gencine, gencinden yaşlısına herkes şarkıya eşlik ediyordu. Bu benim için çok gurur vericiydi üç nesil hep bir ağızdan bizim şarkılarımızı söylüyordu.
Müzik sizin için hayatı keşfetme aracıdır diyebilir miyiz?
Bu işten para kazanıyorum ama para ödenmese de yine bu işi yaparım. Şarkı yazmak ve müzik yapmak benim için artık refleks gibi bir şey olmuş. Eğer bu olmazsa büyük bir şey eksilir.
Hayatınızda müzik olmazsa ben de olmam mı diyorsunuz?
Olmazsa diye bir şeyin olacağını sanmıyorum.
Peki, bunca yıldır bu müziği yapmasaydım hayatın şu yönlerini de keşfedemezdim dediğiniz şeyler var mı?
Mesela bu kadar çok gezemezdim. Bunca yıldır şarkı söylersiniz ama geride bıraktığınız üç beş şarkıdır ve bunları da herkesin söylemesi hoş bir şeydir. Bu da çok büyük bir emeğin karşısında oluyor. Yıllarca eşek gibi çalışıyorsunuz sonra bir gün bir bakıyorsunuz on bin kişiyle aynı şarkıları söylüyorsunuz. Ben iki saatliğine sahnede devleşirim onun dışında da vasat bir adam görüntüsündeyim.
Şarkı sözü yazarken size neler esin kaynağı olur, bunun anı, zamanı ve mekanı var mıdır?
Her şey esin kaynağı olabilir, karım da buna dahil. Televizyondaki bir sohbetten, sizin söylediğiniz bir sözden, yolda giderken gördüğüm bir şeyden etkilenebilirim. O makine devamlı çalışır, bir şeyleri kaydeder. Bir şarkıyı uzun zamanda yazarım mesela Sezen Aksu on beş dakikada şarkı sözü yazabilir. Kiminin de çalışma tarzı budur. O konuda Sezen’e hayranım, ‘hor hor çeşmesi’ gibi maşallah.
Kadınlarla aranız nasıldır?
Zaten kız babası olduğum için kadınlara bakışım farklıdır, daha hassasımdır ve çok kaba davranamam. İki ablayla ve bir anneyle büyüdüm, ablamlar benimle evcilik oynarlarmış. Kadınlarla çalışmak iyidir, tercih ederim ve çok da rahat hissederim. Kadınlar daha az kavgacıdır ben de yeterince kavgacı olduğum için işleri yürütenlerin kavgacı olmaması tercihimdir.
Sizin için çocukken babasının oğlu değil de annesinin oğlu demek daha doğru olur değil mi?
Evet, kesinlikle. Türkiye’de ‘birçok erkek annesinin oğludur’. Bizde ‘Ana’ önemlidir. Mesela bir Danimarka’lının annesine küfür etseniz “aa, niye annemle yatmak istiyor” diye düşünür ama bir Türk için bu bir cinayet sebebi olabilir.
Bir zamanlar yazdığınız şarkı sözlerinde‘Leyla’dan geçme faslındayım Mevla’yı bulma yollarında’ demiştiniz, sizi Mevla yolundan Leyla yoluna sokan şeyin sırrı nedir?
Sır olarak bir şey bilmiyorum ama insan Leyla’dan Mevla’ya sembolik olarak geçiş yapıyor sonra Mevla’dan tekrar Leyla’ya. Mevla’dan sonra artık o ilk baktığın gibi bakmıyor, daha centilmence daha insani duygularla dönüyorsun Leyla’ya. Kadına karşı daha şefkatli olup başka bir gözle görüyorsun. İlk başta daha fazla eşeklik vardır.
Mevla aşkına giden yolda biraz da Leyla’nın aşk yolundan geçmek gerekir değil mi?
O olmadan olmaz. O mecazi aşkı tatmadan öbür tarafta ne olup ne bittiğini anlayamazsın zaten. Aşık olmayan insan pek hoş değildir, eşektir yani.
Bir tercih yapmanız istense İlahi aşkı mı yoksa dünyevi aşkı mı tercih ederdiniz?
İlahi aşk mı? Dünyevi aşk mı? İkisinden de gerekli oluyor. Bu yüzden dört beş gün de olsa Umre’ye gidiyoruz.
‘Yandım Yandım’ şarkısını Bircik Suden’e mi yoksa Umre ziyaretinizde mi yazdığınız da bir muamma değil mi?
Aslında bir muamma değil. Ama tabii medya bunu evirip çeviriyor ve kimi Mekke için kimi Biricik için yazdı diyor. Yandım yandım cümlesini Medine’de şarkının diğer kısımlarını da Ankara’da yazmıştım. Yandım Yandım Biricik’ten önceydi. İlk dört satır yazılıyor mesela alttaki diğer dört satır da beş sene önceden kalma olabiliyor. İlk defa Biricik Hanımdan sonra aşk şarkıları yazıyor değilim, başından beri öyleyim. “Güzelliğin on para etmez, bendeki bu aşk olmasa” diye Aşık Veysel’in sözü var ve bu sizde olması gereken bir şey. Sarı Laleler’i Biricik için yazmıştım.
Umre ziyaretleriniz çok merak edildi, sorular soruldu siz de bunlara biraz tepkili yaklaştınız neden?
Samimi söylüyorum, merak eden gidip görsün. Bu konuda konuşmak istemiyorum çünkü önemli bir şey değil. Benim bakış açım bambaşka bir bakış açısı diğer Müslüman kardeşlerimizinkine de uymayabilir, anlatabiliyor muyum? Her insan başka başka düşünür. Zaten oraların en büyük önemi çok çeşitli Müslüman’ı bir arada görmek. Biz burada tek çeşit Müslüman görüyoruz; o da Cuma namazından çıkan dantel takkeli normal giyimli bir insan türü. Orada Hintlisi, Afrikalısı, başını kapayan ya da tamamen kapamayan çok renkli bir mozaik görüyorsunuz ve bu insana acı geliyor. Humeyni ya da Usame Bin Ladin’in çizdiği Müslümanlık görüntüsünden başka bir şeyle karşılaşıyorsunuz. Dininizi sevip tekrar saygı duyuyorsunuz. Bütün dünyada Humeyni gibiler yüzünden İslamiyet zarar gördü. Orada her türlü Müslüman’ı bir arada görüyorsunuz ve bu bir hoşluk yaratıyor. Oraya gitmeden önce Türkiye’de türbanmış bilmem neymiş diye kendini sıkışmış bir insan gibi zannediyorsun, halbuki oraya gidince bir bakıyorsun ki; ‘ooo, ne türbanı ne bilmem nesi, millet bambaşka bir halde’. Bir de ‘Şeriat geliyor’ filan diyorlar ya gidip önce Şeriat’ı yerinde görsünler de sonra buraya yüzyılda mı gelir, beş yüz yılda mı gelir onu bir tartsınlar. Bu düşünceler bana ülkenin şu durumunda bile çok komik geliyor. Refah Partisi zamanında da şeriattan söz ediliyordu, olacak iş değil canım! Bu iş bitti diyenler var, oysa ne bitti, ne gitti. Yıllardır bu mesele bitmedi ‘din elden gidiyor’, ‘bayrak elden gidiyor’ diyorlar hiçbir yere gitmez kardeşim. Gitmedi, gitmeyecektir. Boyuna bir elden gidiyor lafıyla milleti ürkütüyorlar. Atatürk elden gidiyor, Cumhuriyet elden gidiyor, gitmedi, gitmeyecek…
Oraya gittikten sonra peygambere duyulan bir başka türlü sevgi başka bir muhabbet diyorsun. Din korkular üzerine değil, sevgi üzerine kurulu. Korkan da başına bir şeyin geleceğini bildiği için korkar, yapmaz. Bir de bizim gibiler vardır; yapar, başına da gelir, ondan sonra başkadır… Dini olarak bütün şeyleri yerine getirebilen biri değilim ki orayla kendimi özdeşleştireyim veya arkama İslamiyet’i alıp onun savunmasını yapayım. Kendi dünyamda sanatçı olarak oradan da büyük feyzler alıyorum. Nasıl New York’a gidip ‘New york Sokakları’ diye bir şarkı besteliyorum. Bir yerden etkileniyorsam o da kendiliğinden oluyor.
Biraz size uyan kısmıyla tasavvuf anlayışınızdan söz etsek…
Maya koyarsın, yoğurt tuttuğu kadardır. Herkesin bir alma kapasitesi, bir bardağı vardır. Bu iş atına göre arpadır. Kimi vardır ibadetini yapar yapar doyamaz kimi vardır hiç ibadeti sevmez de kalbi çok merhametlidir. Bu işte mükafatlar en iyi namazını kılana gitmez yani. Şimdi bir hayat kadını bir de namazını kılan ve diğer kadına gelen her müşteriyi fasulyeyle hesap eden bir kocakarı var diyelim, onun ki makbul değil işte. Burada o kötü yola düşmüş kadının yaptığı bir iyilik daha önemli. Bu biraz gönül meselesi, aşk yolu dedikleri durum. Aşk yolu derken de kendini kaybetmiş, hipnotize olmuş, drug almış, hadi birbirimizi sevelim arkadaşlar boyutunda değil. Her yerde insanın kötüsü vardır. Bu tasavvuf yolu insan olmaya çalışmaktır. Egoyla mücadeledir. Bizim meslek de ego mesleğidir. Nasıl olacak bu işler? İşte olduğu kadar. Birini kıskanacaksın sonra “dur ulan, bize kıskanmak yasak, olmaz” deyip vazgeçeceksin, işte böyle kendinle mücadele edeceksin. İnsanların farkında bile olmadıkları haset duygusu var ve Allah muhafaza insanı yer bitirir. Hasetlik çağın hastalığı. Haset duyduğunuz kişiye zarar gelmez olan size olur. Buradan haset duyanlara bildiriyorum.
Siz peki, egonuzu nasıl terbiye ediyorsunuz?
Terbiye etmeye çalışıyorum ve bu çalışma da hiç bitmeyecek, ummadığın yerde yine çeneni tutamayıp yine bir laf edeceksin, insanlara karşı yine kırıcı olacaksın sonra farkına varıp ‘Hay Allah’ diyeceksin. Hiç olmazsa bu bile kar. Hayvanlarda da bulunan bazı özelliklerden biraz farklı olmak lazım. İnsan olmak ne demek? Bir başkasına yardım etmek demek. Herkes elinden geldiği kadar birbirine yardım etsin. İşte böyle küçük küçük şeyler. Komşumuz açken uyuyabiliyor muyuz? Maalesef komşu açken horul horul uyuyoruz. Bu çağ başka bir çağ. Herkes devletten beklemeyip önce kendinden başlasa…
Önemli olan insanın kendini tanıması, öğrenmesi ve içe dönmesi değil mi?
Zaten bu işler eğitimle ilgili. Hani Cem’in (Yılmaz) reklam filminde dediği gibi ‘Eğitim Şart’. Kahkahalar… Hakikaten eğitimsiz olmuyor, cahilden hiçbir şey olmaz.
Tasavvuf yaşamınızda neleri değiştirdi, neleri dönüştürdü?
Biraz daha hırtlıktan kurtulup insan olma yolunda adımlar attım. İnsanlara karşı daha az kırıcı olup meselelere daha çok ‘eyvallah, hayırlısıdır’ diye yaklaşmayı öğrendim. Türkiye gibi bir yerde iki şekil vardır; ya hayırlısı diye olayı kendi haline bırakırsın ya da aklını yitirir, delirirsin. Çünkü bu tip olaylar kuralsızdır, çoğunun kendi kuralları vardır ve bildiğimiz dünya standardı gibi bir sistem değildir. Aslında tasavvuf hakkında konuşulacak o kadar çok şey var fakat benim de o kadar az bilgim var ki... Zaten bir iki bilgi yeterlidir. Tasavvufla ilgili okuduğunuz bir kitaptaki tek bir cümle bütün hayatınız boyu çözmeniz gereken bir şeydir. Kitap okumakla pek olmuyor.
Siz kendinize karşı ne kadar gerçeksiniz?
Bayağı gerçeğimdir. Zaten karı koca olarak bizi sevenler samimiyetimizden severler. Televizyonda beni izlediyseniz görmüşünüzdür. Samimiliğin sahte olarak rolü yapılamaz. Benim cevaplarım samimidir.
Biraz yaşayıp hissetmek gerekiyor…
E tabii, çoğu insanda da zaten bu var. Halkımızın dini anlayışı tasavvufa çok yakın. Zaten gelenek ve göreneklerimizde bu var. Aile terbiyesi dediğimiz şey Allah’tan burada var. Mesela İsveç’e bakıyorsunuz Cumhurbaşkanı sinemaya gitmek için bilet kuyruğuna giriyor. Yani Peygamber döneminde de böyleymiş. Ama aynı İsveç’te de aile içi kötü ilişkiler de var. Bizde de bu ahlaki değerler var ama biraz paramız olsaymış çok iyi olurmuş. Samimi söylüyorum millet olarak tek problemimiz para.
Biricik hanım hayatınızın biriciği midir?
Biriciğidir…
Peki, Biricik Suden sizin hayatınızda neleri değiştirdi, onunla birlikte hangi yönleriniz gelişti?
Bana haddimi bildirdi.
Bundan sonra ‘bana haddimi bildiren kadın’ sözleriyle de belki bir şarkı yazarsınız?
Artık o kadın diye belli etmem. (Gülüşmeler)… Belki de ederim, bir kadın derim ama…
Bir gün hayatınızdan çekip gitmek isterse ne yaparsınız?
Çok zor olur, hatta zordan da öte. Benim için epey bir şey olur yani… Emekli olurum.
Peki, gitme der misiniz?
Gitme demez olur muyum? Ama kafasına taktıysa gider. Zaten onu kaçıracak bir durumum olmadı, bundan sonra da olmaz.
Biricik Hanım’a sürprizler yapar mısınız?
Çok sürprizler yaparım. “Hadi kalk seyahate gidiyoruz” derim ama sadece derim, gerisi yoktur. (Kahkahalar)… Kadınlara şunu alacağım, buraya gideceğiz gibi hep ileriye dönük şeyler söylemek lazım. Sevgililer gününde bir şarkı sözü yazdım albümün kapağını da kendim tasarladım anlayacağın bedavaya getiriyorum. Kahkahalar…
Son oynadığınız Kirpi filminden söz edelim, hangi karakteri canlandırdınız?
Filmde ezilen birinin iş hayatında, kurduğu dostluklarda gururunu ve onurunu korumak için kendine karşı yapılanlara verdiği mücadele anlatılıyor. Kendi hakkını korurken insan egosunun da ne kadar kuvvetli olduğunu gösteren bir film. Ben de hayatında çok da başarılı olamamış orta sınıf birini canlandırıyorum. ‘Kirpi’ adlı karakter söylenen her şeyi kafasına takıp bunları bir kenara yazıyor ve günü gelince intikamını alıyor. Olayları biraz psikopatça abartıyor, komşusuna da kızsa çocuksu bir şekilde ona zarar veriyor. Sonra tesadüf sonucu kendi gibi her fırsatta intikam alan birine rastlıyor ve aralarındaki mesele bir macera haline dönüşüyor. Filmimiz aksiyon-komedi türünde ve eğlenceli olacağını düşünüyorum. Görevimizi yaptık.
Bu filmde kızınız da görev almış…
Küçük bir roldü ama birlikte sahnemiz olacağı için istedik. Hatıra niyetine... Aslında küçüklüğünden beri aktris olmak istiyordu da onun bu işlere girmesini ben istemedim ve uzak tuttum. O daha çok edebiyatla ilgili, yazılar yazar.
Filmdeki gibi gerçek hayatta da düşmanlarınız var mıdır?
Filmde düşman yok aslında birbirlerine küçük küçük şakalar yaparlarken iş bir anda kakaya dönüşüyor aslında.
Peki, filmdeki karakter gibi intikam alma duygunuz var mıdır?
Tabi ki vardır, soğuk intikamcıyımdır. Soğuturum yani…
Ne yaparsınız?
Eskiden kendim savaşıp kızar bağırırdım ya da kavga ederdim. Şimdi kolayını buldum ve yukarıdakine havale ediyorum.
Peki, böyle yapmakla karşılığını buluyor mu dersiniz?
Daha fecisini buluyor, ben olsam o kadar yapmam.
Bu film için “ilk kez oyunculuk yeteneğimi sergileme fırsatı buldum” demişsiniz size bunu söyleten neydi?
Bu filmin hikayesi bana daha çok açıktı. Kirpi adlı karakter oyun şeklimi daha çok açtı, birçok halimi, deneyimimi ve farklı yüzümü gösterebileceğim bir imkan yarattı. Diğerlerinde genelde kızgın ve asık suratlı bir adamı oynuyordum. Bu filmde kendimi daha iyi ifade edebildim.
Kirpi filmiyle oyunculukta da kendinizi ispatladığınızı düşünüyor musunuz?
Sanıyorum oyunculukta ‘Her Şey Güzel Olacak’ filminde ispatladım. Müjde Ar’ların programında da Müjde, bana geçer notu verdi, iyi oynadığımı söylediler yani oradan da diplomam var. Bu kadarı tamamdır. Aktörlük yapıyorum gibi gözükse de aslınsa aktörüm ama müzik de yapıyorum.
Film setlerinde çalışmanın zorlukları var mı?
Film setlerinde star konumu pek yok, herkes işçi oluyor. Müzik konumundan geldiğim için setlerde pek yapamıyorum. Saatler çok belli olmasa da insan özel bir karavanı olsun istiyor. Tuvaletimin özel olması önemli, dağın başında da tuvalete gidecek yer aramak istemiyorum. Setlerde beklemek konusu var ve beni çok sıkıyor ama çocuklar sağ olsunlar bu şartları kuruyorlar. Sonuçta atla deve bir şey değil. Robert De Niro “biz parayı oynamak için değil, beklemek için alıyoruz” dermiş, bakın bu çok doğru bir düşünce.
Konser sahnesinde mi yoksa film sahnesinde mi kendinizi kral gibi hissediyorsunuz?
En kralı reklam çekimlerinde oluyor. Adamı uçuruyorlar. Filmde de her oturduğun yere içeceğin filan geliyor ama reklamda o gün sen prens oluyorsun.
Prens olma halini seviyorsunuz galiba…
Hayır, hep dalga geçerim. Çünkü ben işin askerliğinden geldim ve er kısmını yıllarca yaşadım. Lüks istekler gibi gelebilir ama bu medeni insan gibi olma durumu ellisinden sonra oldu. Gittiğimiz festivallerde kulisin yerleri yağdan kayardı çünkü sizden önce orada pehlivanlar yağlanmış olurdu. Egemen Bostancı’yla çalışırken en alt katta tuvaletin yanındaki küçücük odalardan her yıl aşama kaydederek daha yukarılara çıktık. ‘Ele Güne Karşı’ albümünü çıkardığımız yıl solist altının odası ve son yıl ‘Diday’la birlikte solist odasına terfi ettik. Yıllarca küçücük kötü odalarda hazırlanıp sonra büyük yere geçince “niye en baştan böyle adam gibi bir odaya koymadınız, illa meşhur olduktan sonra mı koydunuz, bu mu lan’ deyip her şeyi kırmıştık. O zaman yaşlar da genç, odanın camını, penceresini, aynasını aşağı indirmiştik. Rahmetli Egemen de “canları sağ olsun” demiş. O zamanlar da biraz modaydı, rock’n rollcular böyle yapıyordu, gençlik işte.
Şimdi kendinizi yaşlı mı hissediyorsunuz?
Yaşlı değil ama olgunlaşmış hissediyorum. Bedende bir eskime olsa da insanın ruhu aynı kalıyor. O yüzden çocuklara da saygı göstermek lazım. Çocuk küçükken neyse otuzunda da kırkında da aynıdır. Yıllardır görmediğim bir arkadaşımla karşılaşıyorum fizik olarak tanınmayacak halde ama sohbet edince anlıyorum ki hiç değişmemiş. O da bana benzer şeyleri söylüyor ve hoş oluyor. Allahtan hep o ruh genç kalıyor.
Filmdeki kostümler Biricik Hanım tarafından mı hazırlandı?
Tasarım gerektiren kostümler olmadığı için dışarıdan alındı. Ama Biricik benim kostümlerimle ilgilendi ve o olmasaydı bu filmi çeviremezdim. Belli detaylar var ve onlar kalitesiz olmamalı. Zaten kendi de profesyonel anlamda bu filmde konsept danışmanı olarak çalıştı. Dışarıdan gelip de bana maydanozlar saçmadı yani.
Özel hayatınızda kıyafetlerinize karıştırıp kendinizi eşinizin eline teslim eder misiniz?
Tamamen. Mesela konser vereceğimiz yeri bile bilmem. Konsere gitmeden bir saat önce Biriciğe ne giyeceğimi sorarım, o sırada terziler gelip gider ölçülerim alınır ama ben ne yapıldığın bilmem. Biricik, giydirir ben de sahneye çıkarım. O kadar itimat ederim ve bugüne kadar giydiğim kostümlerle de daima iyi eleştiriler aldım.
Ama bir ara giydiğiniz kostümler fazla tepki almıştı hatta bu yüzden grup arkadaşlarınızla aranızın bozulduğu bile söylendi…
Biricik o sivri kostümleri hazırlarken muhakkak birilerine kızmıştır. Mesela Fuat’a kızıp ondan yüklenmiştir belki.
Bu arada Biricik Hanım söze girer…
B.S: Bu dönemsel bir şey, insan her zaman aynı çılgınlık ve stilde kostüm giymez ki. Bu neticede Show Business. Üstelik Mazhar gibi 50 yılını bu işe vermiş birinin o kadar şımarıklık hakkıdır diye düşünüyorum. Mazhar yeni albüm çıkaran bir delikanlı olur da kafasına teller takıp çıkar o zaman bu benim için kıroluk olur.
M.A: Biraz da bu kıyafetlerin sayesinde konser verdiğimizin haberi oldu. Ama benim resmim biraz büyük çıkınca arkadaşlar biraz şey yaptılar...
Problem mi?
Problem de sayılmaz, arkadaşlar arasında böyle şeyler olur ve haklıdırlar. Bu kostümlerle bizi medya da ön plana çıkarıyor.
Biricik Hanımdan önce de sahne kıyafetlerinize özen gösterir miydiniz?
Aşırı giyinirdim, hazırlanırdım ama Biricik bunları düzene soktu. Renk uyumuna ve kıyafetimin tam üzerime uymasına, ölçülerine dikkat eder. Mesela omuzlarım sopa gibi dik durmaz biraz düşük durur şimdi kostümler tam bedenime göre yapılıyor. Bizim Hanımın bir tarzı vardır.
Bir kadın eşinin özel hayatındaki kostümlerine kadar girmişse ve adam da ona teslim olmuşsa bu bana kalenin bayağı bir içten fethedildiğini gösteriyor…
Ama bunu her kadın yapmamalı. Ben eğer Biriciğin seçtiği bir şeyi beğenmezsem giymem. Mesela müzik konusunda hazırladığım bir şarkıyı önceden dinletmem. Biriciğe, bu olmuş mu diye dinlettirdiğimde o beğenmezse ‘tamam işte, bu parça tutar’ derim. Ona anladığı ve bildiği konuda danışıyorum. Bilmediği bir konuyu teslim etmem. Yani şu şarkının miksini yap da getir demem.
Söz şarkılardan açılmışken müziğin sizin için anlamı nedir?
Nasıl söyleyeyim, bazı şeyleri ifade edemezsin mesela tasavvufi şeylerde de buna rastladım. Öyle haller var ki kelimelerle anlatamıyorsun. Konserlerden sonra vücutta en az iki üç gün adrenalin oluyor ve bu da bize lazım. Sahne üzerinde olmak büyük bir heyecan. Artık sahnede daha az yorulup daha çok zevk alıyoruz. Berlin’de verdiğimiz konserde güllerin içinden şarkısını çaldığımızda insanlar hala ağlıyordu ve Türkçeyi doğru düzgün bile konuşamayan küçücük çocuğundan gencine, gencinden yaşlısına herkes şarkıya eşlik ediyordu. Bu benim için çok gurur vericiydi üç nesil hep bir ağızdan bizim şarkılarımızı söylüyordu.
Müzik sizin için hayatı keşfetme aracıdır diyebilir miyiz?
Bu işten para kazanıyorum ama para ödenmese de yine bu işi yaparım. Şarkı yazmak ve müzik yapmak benim için artık refleks gibi bir şey olmuş. Eğer bu olmazsa büyük bir şey eksilir.
Hayatınızda müzik olmazsa ben de olmam mı diyorsunuz?
Olmazsa diye bir şeyin olacağını sanmıyorum.
Peki, bunca yıldır bu müziği yapmasaydım hayatın şu yönlerini de keşfedemezdim dediğiniz şeyler var mı?
Mesela bu kadar çok gezemezdim. Bunca yıldır şarkı söylersiniz ama geride bıraktığınız üç beş şarkıdır ve bunları da herkesin söylemesi hoş bir şeydir. Bu da çok büyük bir emeğin karşısında oluyor. Yıllarca eşek gibi çalışıyorsunuz sonra bir gün bir bakıyorsunuz on bin kişiyle aynı şarkıları söylüyorsunuz. Ben iki saatliğine sahnede devleşirim onun dışında da vasat bir adam görüntüsündeyim.
Şarkı sözü yazarken size neler esin kaynağı olur, bunun anı, zamanı ve mekanı var mıdır?
Her şey esin kaynağı olabilir, karım da buna dahil. Televizyondaki bir sohbetten, sizin söylediğiniz bir sözden, yolda giderken gördüğüm bir şeyden etkilenebilirim. O makine devamlı çalışır, bir şeyleri kaydeder. Bir şarkıyı uzun zamanda yazarım mesela Sezen Aksu on beş dakikada şarkı sözü yazabilir. Kiminin de çalışma tarzı budur. O konuda Sezen’e hayranım, ‘hor hor çeşmesi’ gibi maşallah.
Kadınlarla aranız nasıldır?
Zaten kız babası olduğum için kadınlara bakışım farklıdır, daha hassasımdır ve çok kaba davranamam. İki ablayla ve bir anneyle büyüdüm, ablamlar benimle evcilik oynarlarmış. Kadınlarla çalışmak iyidir, tercih ederim ve çok da rahat hissederim. Kadınlar daha az kavgacıdır ben de yeterince kavgacı olduğum için işleri yürütenlerin kavgacı olmaması tercihimdir.
Sizin için çocukken babasının oğlu değil de annesinin oğlu demek daha doğru olur değil mi?
Evet, kesinlikle. Türkiye’de ‘birçok erkek annesinin oğludur’. Bizde ‘Ana’ önemlidir. Mesela bir Danimarka’lının annesine küfür etseniz “aa, niye annemle yatmak istiyor” diye düşünür ama bir Türk için bu bir cinayet sebebi olabilir.
Bir zamanlar yazdığınız şarkı sözlerinde‘Leyla’dan geçme faslındayım Mevla’yı bulma yollarında’ demiştiniz, sizi Mevla yolundan Leyla yoluna sokan şeyin sırrı nedir?
Sır olarak bir şey bilmiyorum ama insan Leyla’dan Mevla’ya sembolik olarak geçiş yapıyor sonra Mevla’dan tekrar Leyla’ya. Mevla’dan sonra artık o ilk baktığın gibi bakmıyor, daha centilmence daha insani duygularla dönüyorsun Leyla’ya. Kadına karşı daha şefkatli olup başka bir gözle görüyorsun. İlk başta daha fazla eşeklik vardır.
Mevla aşkına giden yolda biraz da Leyla’nın aşk yolundan geçmek gerekir değil mi?
O olmadan olmaz. O mecazi aşkı tatmadan öbür tarafta ne olup ne bittiğini anlayamazsın zaten. Aşık olmayan insan pek hoş değildir, eşektir yani.
Bir tercih yapmanız istense İlahi aşkı mı yoksa dünyevi aşkı mı tercih ederdiniz?
İlahi aşk mı? Dünyevi aşk mı? İkisinden de gerekli oluyor. Bu yüzden dört beş gün de olsa Umre’ye gidiyoruz.
‘Yandım Yandım’ şarkısını Bircik Suden’e mi yoksa Umre ziyaretinizde mi yazdığınız da bir muamma değil mi?
Aslında bir muamma değil. Ama tabii medya bunu evirip çeviriyor ve kimi Mekke için kimi Biricik için yazdı diyor. Yandım yandım cümlesini Medine’de şarkının diğer kısımlarını da Ankara’da yazmıştım. Yandım Yandım Biricik’ten önceydi. İlk dört satır yazılıyor mesela alttaki diğer dört satır da beş sene önceden kalma olabiliyor. İlk defa Biricik Hanımdan sonra aşk şarkıları yazıyor değilim, başından beri öyleyim. “Güzelliğin on para etmez, bendeki bu aşk olmasa” diye Aşık Veysel’in sözü var ve bu sizde olması gereken bir şey. Sarı Laleler’i Biricik için yazmıştım.
Umre ziyaretleriniz çok merak edildi, sorular soruldu siz de bunlara biraz tepkili yaklaştınız neden?
Samimi söylüyorum, merak eden gidip görsün. Bu konuda konuşmak istemiyorum çünkü önemli bir şey değil. Benim bakış açım bambaşka bir bakış açısı diğer Müslüman kardeşlerimizinkine de uymayabilir, anlatabiliyor muyum? Her insan başka başka düşünür. Zaten oraların en büyük önemi çok çeşitli Müslüman’ı bir arada görmek. Biz burada tek çeşit Müslüman görüyoruz; o da Cuma namazından çıkan dantel takkeli normal giyimli bir insan türü. Orada Hintlisi, Afrikalısı, başını kapayan ya da tamamen kapamayan çok renkli bir mozaik görüyorsunuz ve bu insana acı geliyor. Humeyni ya da Usame Bin Ladin’in çizdiği Müslümanlık görüntüsünden başka bir şeyle karşılaşıyorsunuz. Dininizi sevip tekrar saygı duyuyorsunuz. Bütün dünyada Humeyni gibiler yüzünden İslamiyet zarar gördü. Orada her türlü Müslüman’ı bir arada görüyorsunuz ve bu bir hoşluk yaratıyor. Oraya gitmeden önce Türkiye’de türbanmış bilmem neymiş diye kendini sıkışmış bir insan gibi zannediyorsun, halbuki oraya gidince bir bakıyorsun ki; ‘ooo, ne türbanı ne bilmem nesi, millet bambaşka bir halde’. Bir de ‘Şeriat geliyor’ filan diyorlar ya gidip önce Şeriat’ı yerinde görsünler de sonra buraya yüzyılda mı gelir, beş yüz yılda mı gelir onu bir tartsınlar. Bu düşünceler bana ülkenin şu durumunda bile çok komik geliyor. Refah Partisi zamanında da şeriattan söz ediliyordu, olacak iş değil canım! Bu iş bitti diyenler var, oysa ne bitti, ne gitti. Yıllardır bu mesele bitmedi ‘din elden gidiyor’, ‘bayrak elden gidiyor’ diyorlar hiçbir yere gitmez kardeşim. Gitmedi, gitmeyecektir. Boyuna bir elden gidiyor lafıyla milleti ürkütüyorlar. Atatürk elden gidiyor, Cumhuriyet elden gidiyor, gitmedi, gitmeyecek…
Oraya gittikten sonra peygambere duyulan bir başka türlü sevgi başka bir muhabbet diyorsun. Din korkular üzerine değil, sevgi üzerine kurulu. Korkan da başına bir şeyin geleceğini bildiği için korkar, yapmaz. Bir de bizim gibiler vardır; yapar, başına da gelir, ondan sonra başkadır… Dini olarak bütün şeyleri yerine getirebilen biri değilim ki orayla kendimi özdeşleştireyim veya arkama İslamiyet’i alıp onun savunmasını yapayım. Kendi dünyamda sanatçı olarak oradan da büyük feyzler alıyorum. Nasıl New York’a gidip ‘New york Sokakları’ diye bir şarkı besteliyorum. Bir yerden etkileniyorsam o da kendiliğinden oluyor.
Biraz size uyan kısmıyla tasavvuf anlayışınızdan söz etsek…
Maya koyarsın, yoğurt tuttuğu kadardır. Herkesin bir alma kapasitesi, bir bardağı vardır. Bu iş atına göre arpadır. Kimi vardır ibadetini yapar yapar doyamaz kimi vardır hiç ibadeti sevmez de kalbi çok merhametlidir. Bu işte mükafatlar en iyi namazını kılana gitmez yani. Şimdi bir hayat kadını bir de namazını kılan ve diğer kadına gelen her müşteriyi fasulyeyle hesap eden bir kocakarı var diyelim, onun ki makbul değil işte. Burada o kötü yola düşmüş kadının yaptığı bir iyilik daha önemli. Bu biraz gönül meselesi, aşk yolu dedikleri durum. Aşk yolu derken de kendini kaybetmiş, hipnotize olmuş, drug almış, hadi birbirimizi sevelim arkadaşlar boyutunda değil. Her yerde insanın kötüsü vardır. Bu tasavvuf yolu insan olmaya çalışmaktır. Egoyla mücadeledir. Bizim meslek de ego mesleğidir. Nasıl olacak bu işler? İşte olduğu kadar. Birini kıskanacaksın sonra “dur ulan, bize kıskanmak yasak, olmaz” deyip vazgeçeceksin, işte böyle kendinle mücadele edeceksin. İnsanların farkında bile olmadıkları haset duygusu var ve Allah muhafaza insanı yer bitirir. Hasetlik çağın hastalığı. Haset duyduğunuz kişiye zarar gelmez olan size olur. Buradan haset duyanlara bildiriyorum.
Siz peki, egonuzu nasıl terbiye ediyorsunuz?
Terbiye etmeye çalışıyorum ve bu çalışma da hiç bitmeyecek, ummadığın yerde yine çeneni tutamayıp yine bir laf edeceksin, insanlara karşı yine kırıcı olacaksın sonra farkına varıp ‘Hay Allah’ diyeceksin. Hiç olmazsa bu bile kar. Hayvanlarda da bulunan bazı özelliklerden biraz farklı olmak lazım. İnsan olmak ne demek? Bir başkasına yardım etmek demek. Herkes elinden geldiği kadar birbirine yardım etsin. İşte böyle küçük küçük şeyler. Komşumuz açken uyuyabiliyor muyuz? Maalesef komşu açken horul horul uyuyoruz. Bu çağ başka bir çağ. Herkes devletten beklemeyip önce kendinden başlasa…
Önemli olan insanın kendini tanıması, öğrenmesi ve içe dönmesi değil mi?
Zaten bu işler eğitimle ilgili. Hani Cem’in (Yılmaz) reklam filminde dediği gibi ‘Eğitim Şart’. Kahkahalar… Hakikaten eğitimsiz olmuyor, cahilden hiçbir şey olmaz.
Tasavvuf yaşamınızda neleri değiştirdi, neleri dönüştürdü?
Biraz daha hırtlıktan kurtulup insan olma yolunda adımlar attım. İnsanlara karşı daha az kırıcı olup meselelere daha çok ‘eyvallah, hayırlısıdır’ diye yaklaşmayı öğrendim. Türkiye gibi bir yerde iki şekil vardır; ya hayırlısı diye olayı kendi haline bırakırsın ya da aklını yitirir, delirirsin. Çünkü bu tip olaylar kuralsızdır, çoğunun kendi kuralları vardır ve bildiğimiz dünya standardı gibi bir sistem değildir. Aslında tasavvuf hakkında konuşulacak o kadar çok şey var fakat benim de o kadar az bilgim var ki... Zaten bir iki bilgi yeterlidir. Tasavvufla ilgili okuduğunuz bir kitaptaki tek bir cümle bütün hayatınız boyu çözmeniz gereken bir şeydir. Kitap okumakla pek olmuyor.
Siz kendinize karşı ne kadar gerçeksiniz?
Bayağı gerçeğimdir. Zaten karı koca olarak bizi sevenler samimiyetimizden severler. Televizyonda beni izlediyseniz görmüşünüzdür. Samimiliğin sahte olarak rolü yapılamaz. Benim cevaplarım samimidir.
Biraz yaşayıp hissetmek gerekiyor…
E tabii, çoğu insanda da zaten bu var. Halkımızın dini anlayışı tasavvufa çok yakın. Zaten gelenek ve göreneklerimizde bu var. Aile terbiyesi dediğimiz şey Allah’tan burada var. Mesela İsveç’e bakıyorsunuz Cumhurbaşkanı sinemaya gitmek için bilet kuyruğuna giriyor. Yani Peygamber döneminde de böyleymiş. Ama aynı İsveç’te de aile içi kötü ilişkiler de var. Bizde de bu ahlaki değerler var ama biraz paramız olsaymış çok iyi olurmuş. Samimi söylüyorum millet olarak tek problemimiz para.
Biricik hanım hayatınızın biriciği midir?
Biriciğidir…
Peki, Biricik Suden sizin hayatınızda neleri değiştirdi, onunla birlikte hangi yönleriniz gelişti?
Bana haddimi bildirdi.
Bundan sonra ‘bana haddimi bildiren kadın’ sözleriyle de belki bir şarkı yazarsınız?
Artık o kadın diye belli etmem. (Gülüşmeler)… Belki de ederim, bir kadın derim ama…
Bir gün hayatınızdan çekip gitmek isterse ne yaparsınız?
Çok zor olur, hatta zordan da öte. Benim için epey bir şey olur yani… Emekli olurum.
Peki, gitme der misiniz?
Gitme demez olur muyum? Ama kafasına taktıysa gider. Zaten onu kaçıracak bir durumum olmadı, bundan sonra da olmaz.
Biricik Hanım’a sürprizler yapar mısınız?
Çok sürprizler yaparım. “Hadi kalk seyahate gidiyoruz” derim ama sadece derim, gerisi yoktur. (Kahkahalar)… Kadınlara şunu alacağım, buraya gideceğiz gibi hep ileriye dönük şeyler söylemek lazım. Sevgililer gününde bir şarkı sözü yazdım albümün kapağını da kendim tasarladım anlayacağın bedavaya getiriyorum. Kahkahalar…
Etiketler:
biricik sudan,
buselik makamı,
ilahi aşk,
intikam,
konser,
mekketasavvuf,
mevlana,
MFÖ,
müzik,
sezen aksu,
umre
AHU TÜRKPENÇE
Bir İstanbul Masalı’nın Esma’sı, Şöhret dizisinin Gülşen’i ve şimdi de Karamel dizisinin Zehra’sı olarak karşımızda Ahu Türkpençe. Yaptığı işlerle hep bir basamak yukarıya çıkan Ahu Türkpençe, ‘Karamel’ adlı filmden esinlenerek aynı adla çekilen dizide bu kez kuaför Zehra’yı canlandırıyor. En son ‘Dinle Neyden’ adlı sinema filminde de oynayan genç oyuncu, ‘Derdi’ olan hikayelerde görev almak istediğini belirtiyor ve ‘bu tür hikayeler için elimden ne gelirse onu yaparım’ diyor. Mevlana felsefesinden etkilendiğini belirten oyuncu ‘İçimizdeki kötülüğü kabul edecek de biziz, yok edecek de’ diyor ve bir oyuncunun yolunun Mevlana’yla kesişmemesinin mümkün olmadığını da sözlerine ekliyor.
Şu anda oynadığınız ‘Karamel’ adlı diziniz sizin önerinizle aynı adlı filmden esinlenerek yazılmış, Lübnanlı beş kadının hikayesinin anlatıldığı bu filmde sizi en çok etkileyen neydi?
Filmde, zaaflarına yenilen, hata yapıp acı çeken ama doğruyu yapmak için çırpınan çok insani, çok gerçek karakterler vardı. Beni en çok bu gerçeklik ve samimiyet etkilemişti.
Filmdeki Rose karakteri gibi hasta ablasına bakarken hayatı kaçıran, es geçen, yaşamı kaçıran kadınlar için ne söylemek istersiniz?
Cesaret gerçekten bir gereklilik, ama geçmişten getirdiklerimiz, bize dayatılanlar ve zaaflarımız birleşince cesur olmak o kadar da kolay olmuyor. Bir de her adımın yeni bir getirisi var ki bunu da göğüslemek gerekiyor. Çokça korkak olduğumuzdan ki bu erkekler için de geçerli, hayatı ıskalamak genelde yaptığımız bir şey oluyor. Sanırım ancak bir destek bulduğunda yani bir arkadaş, bir sevgiliden güç aldığında kişi daha rahat harekete geçiyor. Galiba her fırsatını bulduğumuzda yanımızdakine güç vermeli ve yanımızda da bize güç veren insanlarla yaşamalıyız. Acaba özgüvenimizi daha çok geliştirip daha mı cesur olmalıyız? Bilmiyorum ki… Belki de gözümüzü kapatıp denize atlamalıyız, bakalım ne olacak? (Gülüşmeler…)
Kadın dayanışması hakkında ne söylemek istersiniz?
Yaşadığımız bu erkek egemen dünyada zaten kadınlar erkekler tarafından yeterince eziliyor, bu yüzden bir kadın olarak tabi ki hemcinsimin yanında olmayı tercih ederim. Ve özellikle de bizim ülkemizde kadın dayanışmasına şiddetle ihtiyaç varken her koşulda bu dayanışma hareketlerinde bulunmayı görev bilirim.
Gerçekten kadınlar birbirleriyle dayanışırlar mı?
Ben gerçeğini, yalanını bilmem, görünen köy kılavuz istemez. Kadınlara yine kadınlar destek olmalı ve güç vermeli. Aksi takdirde kadınlar doğalında sahip olunması gereken ama elinden alınmış haklarını çok daha uzun sürede geri alacaklar.
Karamel adlı dizide kuaför salonunda çalışan bir karakteri oynuyorsunuz kuaför salonları için kadınların dertlerini paylaştığı, eşlerini çekiştirdiği, sırların paylaşıldığı bir tür iç boşaltma odasıdır diye bakarsak siz bunun ne kadarını yaşarsınız?
Aynı muhabbeti kuaförde değil, ama evimde yakın arkadaşlarımla yapıyorum.
Kuaför salonları senaryo yaratmak için belki de en gerçek kadın hikayelerinin döndüğü yerler diyebilir miyiz?
Evet, gerçekten bunlardan biri de kuaför salonları. Çünkü hem kuaförde çalışan kadınların, hem de oradaki müşterilerin ayrı ayrı hikayeleri olacak ki; bu hikaye zenginliği de senaryoyu eğlenceli kılsın. Umarım biz de bu tadı Karamel dizisindeki senaryomuzla yakalarız.
Özellikle oynamak istediğiniz bir rol ya da film türü var mı?
Derdi olan hikayelerde görev almak istiyorum. Filmiyle bize bir şey anlatmak isteyen, belki gözden kaçırdığımız bir şeyi işaret eden ya da kanıksadığımız ve yabancılaştığımız bir duyguyu fark etmemizi sağlayan hikayelerin yönetmenleriyle çalışmak istiyorum. Böyle bir hikaye için elimden gelen her şeyi yaparım. ‘Sınırlarınız var mı’ diye klişe bir soru sorulur ya; işte bu tür işler söz konusu olduğunda oyuncuda sınır mınır kalmaz. Çünkü o öyle bir hikayedir ki; oyuncu da onu dert edinmiştir ve sınırlarla kaybedecek vakti yoktur.
En son oynadığınız Dinle Neyden filmiyle ilgili ne söylemek istersiniz?
Filmin başrolünde Mevlana’nın öğretileri ve felsefesi var, bu yüzden de çok naif bir film. Hem hikayesi hem çekimleri hem de oyunculuklarla bu felsefeyi destekleyip ortaya çıkarmaya çalıştık. Sanırım kendi üslubunda doğru kotarılmış bir film oldu. Tabii kendi oyunculuğumla ilgili yorum yapamıyorum, onu seyirciye ve eleştirmenlerimize bırakmak en doğrusu. Her şeyden önce ‘Dinle
Neyden’ filminde çalışmak benim için büyük bir keyifti. Bu filmin bir parçası olduğum ve yönetmenimiz Jacques Deschamps’la çalıştığım için çok mutluyum. Ondan çok şey öğrendim.
Filmin ana fikri neydi ve seyirciye ne söylüyordu?
Filmin tek bir ana fikri yok, Mevlana’nın öğretileri de zaten bu noktada devreye giriyor. Çünkü seyreden kişiye göre değişiyor, o an için kişide ne eksikse ya da ne onu rahatsız ediyorsa o duygu öne çıkıyor. Film seyircinin fark etmesini ya da kendine sorular sorup düşünmesini sağlıyor. Ya da sağlamaya çalışıyor diyelim.
Böyle bir filmin izleyeni olsaydınız en çok neyi içinize işlerdi, nerenize dokunurdu?
Sanırım dervişin sesinden duyduğumuz hemen hemen tüm öğretiler beni etkilerdi. Çünkü aşka, beklemeye, umuda dair ve tabii daha birçok şeye ve bütüne dair düşündürücü sözler var. Hedefi ise direk kalbinize dokunmak ki gerçekten söylenileni duyarsanız o da olur.
Yarattığınız karakterle ilgili sizde farklı kapıların açılması söz konusu oldu mu?
Oynarken hayır, ama belki de birden fazla seyredildiğinde söylediğiniz durumlar olabilir. Fakat bunun için de istekli ve hazır olmak gerekir diye düşünüyorum. Her şeyi hatta kendimizi bile reddettiğimiz bir anda bu filmi seyretmek ne kadar kapı açar bilemem. Kendi adıma zaten filmden önce mesnevi okuyup kafa yorduğumdan yabancısı değilim bu duruma. Zaten çoğunlukla durmaya ve bakmaya çalışıyorum etrafa.
Bu meselelere kafa yormuş biri olarak Mevlana felsefesinin sizi etkileyen tarafı nedir?
Biz zaten insanı araştıran bir meslek icra ediyoruz. Bu yüzden bir oyuncunun yolunun Mevlana ile kesişmemesi mümkün değil bence. En çok etkilendiğim, içimizde sandığımızdan fazla kötülük bulunması ve bundan korkmamak gerektiği oldu. Çünkü onu kabul edip yok edecek ışığın ta kendisinin biz olduğumuzu fark etmek oldukça etkileyici. Düşündükçe ve fark ettikçe kişi kendini daha çok seviyor ve gülümsemeye başlıyor bence.
Okuduğum bir Sufi hikayesi hayatımda çok farklı bir pencerenin açılmasına, kendimi ve geçirdiğim süreci anlamama bir anda vesile oluvermişti bu anlamda örnek vereceğiniz durumlar olabilir mi? Yaşadığınız bir deneyim sonucu ya da Mevlana felsefesiyle ilgili…
Bir ağacın sadece ağaç olduğu için ne kadar güzel olduğunu fark ettiğimde saçma sapan gülmeye başlamamı anlatmak isterdim. Dünyanın birçok yerinde savaşlar sürerken, insanlar sebepli sebepsiz yere ölürken ve bunca nefret havada uçuşurken ‘ağaçlar, mutluluk ve farkına varmak’ demek pek gerçekçi gelmeye bilir. Bahsettiğim durum ile var olan savaşlar aynı algı düzeyinde değiller, farklı dünyalar aslında bunlar. Tabii böyle acemice anlatmaya çalışmak hele bir röportajda 2-3 cümleyle çok zor.
Bazen aynı dili konuştuğumuzu sanırken her iki tarafında bambaşka yerlerde olduğunu görürüz bu anlamda zorluk yaşar mısınız? Sizin de böyle hissettiğiniz zamanlar olur mu?
Hem de çok. Ama artık bu durumlar eğlenceli bile gelmeye başladı bana. Sanki bulmaca çözer gibi. Nerede olduğumu ve karşımdakinin ise başka bir yerde olduğunu görmek de güzel. Bazen onun olduğu tarafa geçip onunla devam etmek de güzel.
Sözlere mi yoksa davranışlara mı anlam yüklersiniz?
Kesinlikle davranışlara ve bakışlara!
Benim çok benimsediğim bir düşünce olarak ‘Hayatıma isteyen girer, istemeyen gider, gelene hoş geldin, gidene de güle güle derim, kimsenin arkasından sızlanmam’ deme rahatlığını gösterir misiniz? Ya da sizin için doğrusu nedir?
Tek bir doğru olmuyor ne yazık ki. Bu doğrular da en azından benim içimde sürekli değişiyor. Kendimce koyduğum, ama aslında saçmalığını bildiğim kurallar ne kadar inat etsem de yeri gelince değişiyor. O kuralı değiştiren kişiyi ya da olayı bulunca kaçırmamak gerek sanırım. Ama tabi ki kuralı bozmak da cesaret ister.
Kendinizi hangi zamanlarda ve durumlarda ifade edemediğiniz olur?
Çok samimi ve içtensem fakat karşımdaki değilse anlaşmamız mümkün olmaz. Zaten beni yanlış anlamaya meyilli olduğu için, ben açıkladıkça konu daha da batağa saplanabilir. Bu tür durumlarda karşımdakinin nerede olduğunu anladığım anda hemen konuyu kapatırım. Nefes harcamaya değmez çünkü. Bunu en çok da içeriğine değil de kelimelere takılarak konuşanlar yapar ki bu da beni deli eder.
En çok acılarınızı mı yoksa sevinçlerinizi mi paylaşırsınız?
Derdimi anlattıkça rahatlarım, sevincimi paylaştıkça daha çok mutlu olurum. Ama sevincimi herkesle, acımı ise en yakınımla paylaşırım.
Kendinizi huzursuz hissettiğinizde bunu ne giderir?
Eskiden bir şekilde kendimi hemen meşgul edip kafamı dağıtmaya çalışırdım. Şimdiyse acaba ne olacak deyip merakla beklemeye ve görmeye çalışıyorum. Yolunda gitmeyen bir şeyler olduğunda ne kadar çabalarsam çabalayayım olmuyor işte o zaman, ne oluyor diye uzaktan bakmaya çalışıyorum. Bu olay bana neyi gözden kaçırdığımı öğretmeye çalışıyor. Tabii bunu her zaman yapamıyorum, eski alışkanlıklarla arkadaşlarımın arasına sığınıp huzursuzluktan kaçtığım da oluyor. Öyle işte, biraz içinde biraz dışındayım hayatın... (Gülüşmeler)…
Büyük kentte yaşamanın ya da sisteme dahil olabilmek için birtakım genel geçer kurallara göre yaşamamanın sizi yabancılaştırdığı olur mu?
Olmaz mı? Hem de sürekli. Bence sistemi kırmanın yolu, yine sistemi kullanarak yabancılaşmayı ortaya koymaktır. Yine hem ‘içindesin hem de dışında’ mantığı. Sisteme karşı çıkan, yabancılaşmanın altını çizen yapıtlarla insanların dikkatini çekmek, farkındalığı arttırmak bir yol olabilir. Seni kurtarmaz ama az da olsa nefes aldırır.
Çıkışsız hissettiğiniz zamanlarda size ne yardımcı olur ve yolunuzu bulmanın formülü nedir?
Ne yazık ki her zaman güçlü olamıyor insan... Ben de tabi ki kendimi kaptırıp kapatıyorum çoğu zaman ama galiba çıkış yolu yine kendine inanmakta yatıyor. Bir de sevgide…
Şu anda oynadığınız ‘Karamel’ adlı diziniz sizin önerinizle aynı adlı filmden esinlenerek yazılmış, Lübnanlı beş kadının hikayesinin anlatıldığı bu filmde sizi en çok etkileyen neydi?
Filmde, zaaflarına yenilen, hata yapıp acı çeken ama doğruyu yapmak için çırpınan çok insani, çok gerçek karakterler vardı. Beni en çok bu gerçeklik ve samimiyet etkilemişti.
Filmdeki Rose karakteri gibi hasta ablasına bakarken hayatı kaçıran, es geçen, yaşamı kaçıran kadınlar için ne söylemek istersiniz?
Cesaret gerçekten bir gereklilik, ama geçmişten getirdiklerimiz, bize dayatılanlar ve zaaflarımız birleşince cesur olmak o kadar da kolay olmuyor. Bir de her adımın yeni bir getirisi var ki bunu da göğüslemek gerekiyor. Çokça korkak olduğumuzdan ki bu erkekler için de geçerli, hayatı ıskalamak genelde yaptığımız bir şey oluyor. Sanırım ancak bir destek bulduğunda yani bir arkadaş, bir sevgiliden güç aldığında kişi daha rahat harekete geçiyor. Galiba her fırsatını bulduğumuzda yanımızdakine güç vermeli ve yanımızda da bize güç veren insanlarla yaşamalıyız. Acaba özgüvenimizi daha çok geliştirip daha mı cesur olmalıyız? Bilmiyorum ki… Belki de gözümüzü kapatıp denize atlamalıyız, bakalım ne olacak? (Gülüşmeler…)
Kadın dayanışması hakkında ne söylemek istersiniz?
Yaşadığımız bu erkek egemen dünyada zaten kadınlar erkekler tarafından yeterince eziliyor, bu yüzden bir kadın olarak tabi ki hemcinsimin yanında olmayı tercih ederim. Ve özellikle de bizim ülkemizde kadın dayanışmasına şiddetle ihtiyaç varken her koşulda bu dayanışma hareketlerinde bulunmayı görev bilirim.
Gerçekten kadınlar birbirleriyle dayanışırlar mı?
Ben gerçeğini, yalanını bilmem, görünen köy kılavuz istemez. Kadınlara yine kadınlar destek olmalı ve güç vermeli. Aksi takdirde kadınlar doğalında sahip olunması gereken ama elinden alınmış haklarını çok daha uzun sürede geri alacaklar.
Karamel adlı dizide kuaför salonunda çalışan bir karakteri oynuyorsunuz kuaför salonları için kadınların dertlerini paylaştığı, eşlerini çekiştirdiği, sırların paylaşıldığı bir tür iç boşaltma odasıdır diye bakarsak siz bunun ne kadarını yaşarsınız?
Aynı muhabbeti kuaförde değil, ama evimde yakın arkadaşlarımla yapıyorum.
Kuaför salonları senaryo yaratmak için belki de en gerçek kadın hikayelerinin döndüğü yerler diyebilir miyiz?
Evet, gerçekten bunlardan biri de kuaför salonları. Çünkü hem kuaförde çalışan kadınların, hem de oradaki müşterilerin ayrı ayrı hikayeleri olacak ki; bu hikaye zenginliği de senaryoyu eğlenceli kılsın. Umarım biz de bu tadı Karamel dizisindeki senaryomuzla yakalarız.
Özellikle oynamak istediğiniz bir rol ya da film türü var mı?
Derdi olan hikayelerde görev almak istiyorum. Filmiyle bize bir şey anlatmak isteyen, belki gözden kaçırdığımız bir şeyi işaret eden ya da kanıksadığımız ve yabancılaştığımız bir duyguyu fark etmemizi sağlayan hikayelerin yönetmenleriyle çalışmak istiyorum. Böyle bir hikaye için elimden gelen her şeyi yaparım. ‘Sınırlarınız var mı’ diye klişe bir soru sorulur ya; işte bu tür işler söz konusu olduğunda oyuncuda sınır mınır kalmaz. Çünkü o öyle bir hikayedir ki; oyuncu da onu dert edinmiştir ve sınırlarla kaybedecek vakti yoktur.
En son oynadığınız Dinle Neyden filmiyle ilgili ne söylemek istersiniz?
Filmin başrolünde Mevlana’nın öğretileri ve felsefesi var, bu yüzden de çok naif bir film. Hem hikayesi hem çekimleri hem de oyunculuklarla bu felsefeyi destekleyip ortaya çıkarmaya çalıştık. Sanırım kendi üslubunda doğru kotarılmış bir film oldu. Tabii kendi oyunculuğumla ilgili yorum yapamıyorum, onu seyirciye ve eleştirmenlerimize bırakmak en doğrusu. Her şeyden önce ‘Dinle
Neyden’ filminde çalışmak benim için büyük bir keyifti. Bu filmin bir parçası olduğum ve yönetmenimiz Jacques Deschamps’la çalıştığım için çok mutluyum. Ondan çok şey öğrendim.
Filmin ana fikri neydi ve seyirciye ne söylüyordu?
Filmin tek bir ana fikri yok, Mevlana’nın öğretileri de zaten bu noktada devreye giriyor. Çünkü seyreden kişiye göre değişiyor, o an için kişide ne eksikse ya da ne onu rahatsız ediyorsa o duygu öne çıkıyor. Film seyircinin fark etmesini ya da kendine sorular sorup düşünmesini sağlıyor. Ya da sağlamaya çalışıyor diyelim.
Böyle bir filmin izleyeni olsaydınız en çok neyi içinize işlerdi, nerenize dokunurdu?
Sanırım dervişin sesinden duyduğumuz hemen hemen tüm öğretiler beni etkilerdi. Çünkü aşka, beklemeye, umuda dair ve tabii daha birçok şeye ve bütüne dair düşündürücü sözler var. Hedefi ise direk kalbinize dokunmak ki gerçekten söylenileni duyarsanız o da olur.
Yarattığınız karakterle ilgili sizde farklı kapıların açılması söz konusu oldu mu?
Oynarken hayır, ama belki de birden fazla seyredildiğinde söylediğiniz durumlar olabilir. Fakat bunun için de istekli ve hazır olmak gerekir diye düşünüyorum. Her şeyi hatta kendimizi bile reddettiğimiz bir anda bu filmi seyretmek ne kadar kapı açar bilemem. Kendi adıma zaten filmden önce mesnevi okuyup kafa yorduğumdan yabancısı değilim bu duruma. Zaten çoğunlukla durmaya ve bakmaya çalışıyorum etrafa.
Bu meselelere kafa yormuş biri olarak Mevlana felsefesinin sizi etkileyen tarafı nedir?
Biz zaten insanı araştıran bir meslek icra ediyoruz. Bu yüzden bir oyuncunun yolunun Mevlana ile kesişmemesi mümkün değil bence. En çok etkilendiğim, içimizde sandığımızdan fazla kötülük bulunması ve bundan korkmamak gerektiği oldu. Çünkü onu kabul edip yok edecek ışığın ta kendisinin biz olduğumuzu fark etmek oldukça etkileyici. Düşündükçe ve fark ettikçe kişi kendini daha çok seviyor ve gülümsemeye başlıyor bence.
Okuduğum bir Sufi hikayesi hayatımda çok farklı bir pencerenin açılmasına, kendimi ve geçirdiğim süreci anlamama bir anda vesile oluvermişti bu anlamda örnek vereceğiniz durumlar olabilir mi? Yaşadığınız bir deneyim sonucu ya da Mevlana felsefesiyle ilgili…
Bir ağacın sadece ağaç olduğu için ne kadar güzel olduğunu fark ettiğimde saçma sapan gülmeye başlamamı anlatmak isterdim. Dünyanın birçok yerinde savaşlar sürerken, insanlar sebepli sebepsiz yere ölürken ve bunca nefret havada uçuşurken ‘ağaçlar, mutluluk ve farkına varmak’ demek pek gerçekçi gelmeye bilir. Bahsettiğim durum ile var olan savaşlar aynı algı düzeyinde değiller, farklı dünyalar aslında bunlar. Tabii böyle acemice anlatmaya çalışmak hele bir röportajda 2-3 cümleyle çok zor.
Bazen aynı dili konuştuğumuzu sanırken her iki tarafında bambaşka yerlerde olduğunu görürüz bu anlamda zorluk yaşar mısınız? Sizin de böyle hissettiğiniz zamanlar olur mu?
Hem de çok. Ama artık bu durumlar eğlenceli bile gelmeye başladı bana. Sanki bulmaca çözer gibi. Nerede olduğumu ve karşımdakinin ise başka bir yerde olduğunu görmek de güzel. Bazen onun olduğu tarafa geçip onunla devam etmek de güzel.
Sözlere mi yoksa davranışlara mı anlam yüklersiniz?
Kesinlikle davranışlara ve bakışlara!
Benim çok benimsediğim bir düşünce olarak ‘Hayatıma isteyen girer, istemeyen gider, gelene hoş geldin, gidene de güle güle derim, kimsenin arkasından sızlanmam’ deme rahatlığını gösterir misiniz? Ya da sizin için doğrusu nedir?
Tek bir doğru olmuyor ne yazık ki. Bu doğrular da en azından benim içimde sürekli değişiyor. Kendimce koyduğum, ama aslında saçmalığını bildiğim kurallar ne kadar inat etsem de yeri gelince değişiyor. O kuralı değiştiren kişiyi ya da olayı bulunca kaçırmamak gerek sanırım. Ama tabi ki kuralı bozmak da cesaret ister.
Kendinizi hangi zamanlarda ve durumlarda ifade edemediğiniz olur?
Çok samimi ve içtensem fakat karşımdaki değilse anlaşmamız mümkün olmaz. Zaten beni yanlış anlamaya meyilli olduğu için, ben açıkladıkça konu daha da batağa saplanabilir. Bu tür durumlarda karşımdakinin nerede olduğunu anladığım anda hemen konuyu kapatırım. Nefes harcamaya değmez çünkü. Bunu en çok da içeriğine değil de kelimelere takılarak konuşanlar yapar ki bu da beni deli eder.
En çok acılarınızı mı yoksa sevinçlerinizi mi paylaşırsınız?
Derdimi anlattıkça rahatlarım, sevincimi paylaştıkça daha çok mutlu olurum. Ama sevincimi herkesle, acımı ise en yakınımla paylaşırım.
Kendinizi huzursuz hissettiğinizde bunu ne giderir?
Eskiden bir şekilde kendimi hemen meşgul edip kafamı dağıtmaya çalışırdım. Şimdiyse acaba ne olacak deyip merakla beklemeye ve görmeye çalışıyorum. Yolunda gitmeyen bir şeyler olduğunda ne kadar çabalarsam çabalayayım olmuyor işte o zaman, ne oluyor diye uzaktan bakmaya çalışıyorum. Bu olay bana neyi gözden kaçırdığımı öğretmeye çalışıyor. Tabii bunu her zaman yapamıyorum, eski alışkanlıklarla arkadaşlarımın arasına sığınıp huzursuzluktan kaçtığım da oluyor. Öyle işte, biraz içinde biraz dışındayım hayatın... (Gülüşmeler)…
Büyük kentte yaşamanın ya da sisteme dahil olabilmek için birtakım genel geçer kurallara göre yaşamamanın sizi yabancılaştırdığı olur mu?
Olmaz mı? Hem de sürekli. Bence sistemi kırmanın yolu, yine sistemi kullanarak yabancılaşmayı ortaya koymaktır. Yine hem ‘içindesin hem de dışında’ mantığı. Sisteme karşı çıkan, yabancılaşmanın altını çizen yapıtlarla insanların dikkatini çekmek, farkındalığı arttırmak bir yol olabilir. Seni kurtarmaz ama az da olsa nefes aldırır.
Çıkışsız hissettiğiniz zamanlarda size ne yardımcı olur ve yolunuzu bulmanın formülü nedir?
Ne yazık ki her zaman güçlü olamıyor insan... Ben de tabi ki kendimi kaptırıp kapatıyorum çoğu zaman ama galiba çıkış yolu yine kendine inanmakta yatıyor. Bir de sevgide…
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)