Savaş Dinçel, Müjdat Gezen ve Mustafa Alabora hepimizin yakından tanıdığı üç önemli isim. Kırk beş yıldır dostlukları süren bu üçlü, yönetmenliğini Uğur Uludağ’ın yaptığı ‘Bir İhtimal Daha Var’ adlı filmde ilk kez bir araya geldi. Biz de bu üçlüyü bir araya getirip oyunculuk serüveni, dostluk, kıskançlık ve çapkınlık üzerine bir söyleşi yaptık.
Uğur Uludağ’ın ilk filmiydi, bu anlamda tereddüt yaşadınız mı?
M.G: Bizden mezun olan sevdiğimiz bir öğrencimiz Uğur Uludağ. Teklif getirdi, senaryoyu okuduk ve ona destek verme gereğini hissettik. Sonuçta güzel bir film çıktı ortaya. İnşallah iyi gider.
M.A: Savaş, “Biz bir film çekiyoruz, Müjdat’la ben de varım, sen de oynar mısın?” dedi. Ben daha senaryoyu okumadan oynarım dedim. Hem ikisiyle birlikte oynayacağım bir film hem de bizim yetiştirdiğimiz çocuğun filmi. Ayrıca senaryoyu okuduktan sonra da çok beğendim. Yapılan işi de beğendim.
Savaş Bey, “Hülya Avşar’dan çok etkilendim” demişsiniz. Sizi güzelliği mi yoksa oyunculuğu mu daha çok etkiledi?
Hülya Avşar’ı herkes gibi ben de biliyorum. Filmlerini gördüm, hakkında yazılanları okudum. Kendisini ilk defa sette gördüm. Baktım, gerçekten söylendiği kadar güzel bir kadın. Beni etkileyen tabi ki oyunculuğu.
Sizin kırk yılı aşan bir dostluğunuz var ve ilk kez bir filmde bir araya geliyorsunuz. Bunun sizin için anlamı nedir? Neredeyse belge niteliğinde…
M.A: Galada filmi izledikten sonra, Mehmet Ali “Ya baba, bu bize hediye gibi” dedi. Çok güzel bir laf.
M.G: Güzel söylemiş Mehmet Ali. O gece o da en çok duygulananlar arasındaydı. Üç tane yakını aynı filmde buluştu. Tabii, bizim için de hoş bir şey oldu.
S.D: Mehmet Ali aynı zamanda şanslı. Çünkü kendi de oynadı bu filmde.
M.G: Ayrıca, ileriye dönük güzel bir anı da oldu.
Gerçek hayatta böyle bir şeyi yapar mıydınız? Ya da üçünüz bir araya gelip çılgınlık yaptınız mı hiç?
S.D: Hepimiz değil ama tek başımıza yaptığımız manyaklıklar var. Mesela Mustafa konser bastı, ben de Mustafa’nın oynadığı oyunu basmış bir adamım.
Mustafa’nın alması gereken bir para vardı ve onun yerine imza atıp parayı alıyordum. Parası bitmişti “git al” dedi ben de gidip parayı aldım. Üstümde James Bond beyaz pardesüyle kostümlü piyesin ortasında sahneye girip Mustafa’ya parayı verip çıkmıştım.
Mustafa bey siz ne yaptınız peki? Seyirciler fark etmedi mi?
M.A: Seyirciler hiçbir şey anlamadı. Ben de hiç şaşırmadan parayı alıp teşekkür ederim Savaş’çım dedim. Ben de bir kere ‘Dormen Tiyatro’sunu basıp orada verilen ödülleri yuhalamıştım. Ama galiba aramızda en delisi Müjdat. Dört sene bedava okutulan bir okul açtı ve on altı senedir devam ediyor. Altmış yaşından sonra da iki buçuk trilyon borca girip bu tiyatroyu açtı.
M.G: Bunu anlatan akıllı da on altı senedir o okulda bedava hocalık yapıyor. (Kahkalar…)
S.D: “Deli deliyi sever” diye boşuna söylemiyorum.
M.G: Savaş bana, “Tiyatroya imam kıyafetiyle gelsene” diyor mesela. (Kahkalar..)
Eskiye göre bir kıyaslama yaparsak bugünün genç oyuncularını nasıl buluyorsunuz?
S.D: Her zaman gençler ileride. Bizim yaşımıza geldiklerinde bizim gibi olacaklar. Belki bizim şimdi ki halimizden daha iyi olacaklar. Belki de biz onların yaşındayken bugünkülerden daha kötüydük.
M.G: Ben hepsini çok beğeniyorum. Çünkü çoğu bizden mezun. (Gülüşmeler.) Yok yok gerçekten şimdi ki kuşakta çok iyi, inanılmaz güzellikte oyuncular var.
M.A: Ben de yüzde yüz katılıyorum söylediklerine. Ben bir de gönderme yapıp Nazım Hikmet’in bir mısrasıyla cevap vermek istiyorum buna. Şöyle diyor Nazım: “Babamdan ileri, doğacak çocuğumdan geri” kısaca dünya daima ileri gider.
Oyunculuk serüveni nasıl başladı?
M.A: Annem ve teyzem oyuncuydu. Dayım zaten Selahattin Pınar yani bu hayatın içine doğdum zaten. Herhalde benim başka bir şansım yoktu.
M.G: Benim seçme şansım olmadı. Ben sahneye çıkmadım, sahneye itildim. İlkokul öğretmenim “Oynayacaksın” dedi ve kafama cetveli vurdu. Çıktık oynadık. Ondan sonra bir daha kopmadım.
S.D: Çok iyi bir tiyatro seyircisiydim. Annemle babam ‘İstanbul Şehir Tiyatroları’nın müdavimiydi. Aynı mahalleden bir arkadaşım Oğuz Demircioğlu, konservatuara gidiyordu. Ben de hani izlemeye meraklıyım ya sınavlara nasıl girileceğini sordum. Beni o soktu sınavlara. Sınavdan önce bir oyun hazırladı ve beni de oyuna koydu. Müjdat’la da o sayede tanıştık. Başroldeydi. Ben hep provalarda dalgamı geçiyordum. Hiç ilgim yoktu ve ilk piyeste de laflarımı unuttum zaten. Müjdat, “Bu gitsin, yerine başkası gelsin” dedi ve beni sahneden kovdu. Benim ilk sahne maceram böyle başladı işte. Sonra o yaz sonunda Müjdat’la konservatuar sınavlarına girdik ve kazandık.
Savaş Bey’in resimlerini karikatürlerini, Müjdat Bey’in şiir kitaplarını biliyoruz. Mustafa Bey sizin oyunculuk dışında uğraştığınız bir şey var mı?
Yok, ben de hiçbir şey. Müjdat’ın sayesinde resim yapmaya başladım. Bir sabah Müjdat beni arayıp resim yapsana dedi. Ben de gidip boyalar filan aldım bir buçuk senedir resim yapıyorum.
S.D: Ben şöyle söyleyeyim. Sayesinde ve yüzden kelimesinin yanlış kullanımı üzerine. Aslında Mustafa’nın resme başlaması ‘Müjdat’ın yüzünden’. Kahkahalar… Mustafa Müjdat’ın sayesinde başladım diyor ama…
M.G: Beni beğenmiyor ya. Şu gördüğünüz resimler benim ve Ankara’ya sergiye gidiyor.
Sizde ressamlık da var demek…
M.G: Ooooo, süper. Kahkahalar…
S.D: İşte bunun yüzünden Mustafa’da resme başladı.
M.G: Bak hala bunun yüzünden diyor.
S.D: Sayesinde filan değil yani. Mustafa yanlışlıkla böyle dedi.
S.D: Mustafa mesela resim yapmaya başladıktan sonra aktörlüğü bıraktı. Ressam oldu. Biz de artık bu yüzden her gün görüşemiyoruz. Vincent, Leonardo, Rafoello onlarla filan geziyor. Kahkahalar…
M.A: Bizim Rafo mu?
S.D: Şaka bir yana gerçekten güzel bir şey. Para kazanmak zorunda kalmadan zevk için yapıldığında gerçekten insanın ruhunu çok rahatlatan bir şey.
M.A: İlk yaptığım resimler için kötü oluyor derken, Müjdat “Oğlum o senin resmin” dedi. Doğru. Çıkan sonuç değil o süreç beni ilgilendiriyor.
M.G: Boyalarla baş başa olmak muhteşem. Karışan yok görüşen yok. Sahnede hep başka kılıflara giriyorsun. Resim öyle değil. Seninle kağıt, boyalar ve fırçalar arasındaki ilişki.
M.G: ‘Savaş Dinçel Sahnesin’de’ yaptığı çok güzel bir resim var. Sheakspear ile İsmail Dümbüllü rakı içiyorlar resimde.
Belki üçünüz bir sergi açarsınız. Böyle bir düşünceniz var mı?
M.G: Var tabii. Karpuz sergisi açmayı düşünüyoruz. Kahkahalar.
M.G: Ama bu enteresan bir şey. İçimizde ilk resim yapan Savaş. 1961 yılında ben de akademiye giderdim. Benim ilk eşim oradaydı. Ben de otururdum orada. Elime kağıt kalem verirlerdi.
S.D: İlk eşim diyorsun ikinci eşin de o okulda ve bitirmek üzere.
M.G: Aa evet, Kızım da Mimar Sinan’ı bitirmişti.
S.D: Bu zaten kendisi de Mimar Sinan’dır.
M.G: Benim okul.
S.D: Aslında bunun adı ‘Müjdat Sinan’dır.
M.G: Fakat karma sergi yapalım gerçekten. Bu çok güzel bir şey. Önce Savaş’ın, sonra benim en son Mustafa’nın resimlerini koyarız.
Hiç aranızda kavga ettiğiniz olur mu?
Hep bir ağızdan… Çoook.
S.D: Bunlar zaten yeni barıştı.
M.G: Kavga etmediğimiz de olur yani. Kahkahalar…
Peki birbirinizi çekemediğiniz olur mu?
Yine hep bir ağızdan… Hayır, hayır hiç olmaz.
S.D: Benim çok kıskandığım bir şey var mesela. Ben Müjdat gibi darbuka çalamam.
M.G: Ve tabii, son zamanlarda yaptığım resimleri de kıskanıyor. O da haklı benim gibi böyle güzel resimler yapmak istiyor. Kahkahalar…
S.D: Gel o zaman resimlerimizin önünde fotoğraf çektirelim.
M.G: Ben o kadar enayi değilim. Ayrı zamanlarda olursa olur.
M.A: Bunun altını çizerek söylemek istiyorum. Gerçekten bizim aramızdaki kavgaların kıskançlıkla, çekemezlikle bir ilgisi yok.
M.G: Asla olamaz.
M.G: Biz o evreyi çoktan aştık.
Mustafa Bey doğum gününüz de oğlunuz size dürbün hediye etmiş. Soranlara da “babam daha kolay çapkınlık yapsın” diye cevaplamış…
M.A: Yok canım öyle bir şey. Deniz manzarası olan bir evde oturuyorum ve önümüzden hep gemiler geçer. Mehmet Ali’de her zaman “Ya baba bir dürbün alalım, şunlara bak kim var kim yok” derdi. Çapkınlıkla ilgisi yok.
M.G: Dürbünle çapkınlık değil ancak röntgencilik yapılır yahu.
S.D: Mustafa’nın evinin önüne apartman boyunda gemiler geliyor ve manzarayı kapıyor. Mustafa’da manzarası kapandığı için göremiyor tabii. Dürbünün tersinden bakıyor gemiler uzaklaşsın diye. Onun için alındı aslında. Kahkahalar…
Peki hanginiz daha çapkınsınız?
S.D: Üçümüzün de öyle bir şeyi yoktur.
M.G: Geçen seneye kadar vardı ama artık yok. Kahkahalar…
S.D: Geçen sene emekli oldular.
M.G: Evet yaş haddinden…
M.A: Ben daha yeni emekli oldum. 16 Mart’ta 60 yaşıma girdim.
S.D: Ama bir de biliyorsunuz ‘emeklilik ikramiyesi’ diye bir şey var. Kahkahalar…
24 Nisan 2007 Salı
19 Nisan 2007 Perşembe
Zilli Kızlar
Engin Gürkey’in perküsyon okulundan mezun yirmi kadın 2006 yılı sonunda bir ilki gerçekleştirdi ve ilk kadın perküsyon grubunu kurdu.Yaptıkları kanlı, canlı müzikleriyle kısa sürede şöhreti yakalayacakları şimdiden aşikar olan grubun adı ‘Zilli’. Türkiye’de bir ilki gerçekleştiren grubun yaş ortalaması yirmi beş ve Zilli’nin üyeleri fotoğrafçıdan öğrenciye öğretmenden müzisyene birçok farklı meslek gruplarından oluşuyor. İsimleri ilkçağlara ait çağrışımlar yapan grubun enstrümanları Bongo, konga, çift konga, timbal, davul, marakas, darbuka ve ziller. Ama önümüzdeki günlerde artık tencereler, tavalar hatta blenderlar mutfaklardan sahnelere taşınıp bu yirmi kadının elinde birer müzik aletine dönüşecek. Bizden söylemesi… Aslında grup yirmi kişiden oluşuyor. Biz sadece grup kaptanlarından Pınar Demir ve Hande Ateş’le görüşebildik.
“Hayat bu kadar kötü biz de biraz neşe katalım. Sloganımız ‘Eğleniyoruz eğlendiriyoruz’ diyen Zilli’ye öncelikle bu ilginç projenin nasıl ortaya çıktığını soruyoruz. Bu sorumuzu takım kaptanlarından Pınar Demir cevaplıyor. “Bu aslında daha önce düşünülmüş bir şeydi. Bir gün Engin Gürkey’e, büyük bir inançla bu projeyi yapalım, neden olmasın dedim. Çoğumuz kadındık ve bu okuldan mezunduk. Böyle ritme ihtiyaç olduğunu düşündüm. Hayat zaten sıkıcı, savaşlar, yoksulluk ve sıkıntılar varken bir canlılığa ihtiyaç vardı.Yaptığımız müzik insanları harekete geçirecek ve canlılık verecek bir şey olacaktı. İsmi bile daha önceden bulunmuştu ama bir türlü başlatamamıştık. Kalpten düşünmekle ilgili bir şey. Uygun zaman şimdiymiş.” Pınar Demir, yedi yıllık bankacılık kariyerini bırakarak Engin Gürkey perküsyon okulundan mezun olmuş bir müzik tutkunu. Hayatın içindeki telaş ve koşuşturmaca çoğumuzun algılarını kapıyor ve içimizdeki yaratıcılığı ortaya koymamızı engelliyor diyen Pınar sözlerini şöyle sürdürüyor, “Bu tür işlere girmeyi herkese öneriyorum ve kalpten istenirse herkes başarabilir.”
Grup üyelerinden Hande Ateş ise Müjdat Gezen Sanat Merkezi Hafif Batı Müziği bölümünden mezun ve aynı zamanda profesyonel solist. Yolları Engin Gürkey’le kesiştikten sonra profesyonel olarak perküsyona başlamış. Grupta ağırlıklı olarak müzik anlamında kaptanlık yapan Ateş, şu sıralar yeni bir parçaya müzik yazdığını ve önümüzdeki günlerde bu sürpriz çalışmayla seyircilerin karşısına çıkacaklarını anlatıyor. Latin ritimlerinden, Afrika ritimlerine kadar tüm etnik ritimleri çalan grubun, repertuarında hocaları Engin Gürkey’e ait besteler de yer alıyor. Hande Ateş, “Sololarımız içimizden geldiği gibi doğaçlama ayrıca o günkü atmosfere göre değişiyor. Önümüzdeki projelerde müziğimize eşlik eden şarkılar ve danslar da olacak” diyor. Pınar Demir heyecanla söze katılıyor. “İlk bakıldığında kadın perküsyon grubu diye çıktık ama uzun vadeli bir şey olsun istiyoruz. Amacımız yüz metrelik koşu değil uzun bir maraton. Bunun içine şov ve dans eklemek de hedefimiz. Çok geniş yelpazeden bakıyoruz anlayacağınız. Olmaz diye bir şey yok. Biz olabilecek tüm projelere açığız. Bir tiyatro oyununda bile müziğimizle yer alabiliriz. Ay’da bile müzik festivali olsa gider, orada da çalarız. Sağlığımız huzurumuz olduğu sürece her şeyi yaparız. Bu arada Hande Ateş, sözü alıyor ve “Kimilerine göre iddialı gelebilir belki ama yurtdışında da sesimizi duyurmak istiyoruz. Bu ülkemizin tanıtımı için de olumlu bir şey. Önümüz çok açık bu konuda pozitif olmaya çalışıyoruz” diyor. O zaman, ‘hadi kızlar isteyin olsun’ diyorum. “Aynen öyle” diye cevaplıyorlar beni.
Bu konudaki bilgisizliğimi bağışlayın ama niye bu kadar kalabalıksınız diye soruyorum. Pınar Demir bu konuda beni aydınlatıyor ve “Bu müziğin yapılabilmesi için grupta en az yedi sekiz kişi olması gerekiyor. Herkesin bir yedeği var dolayısıyla on altı kişi ediyor. Organizasyonlara göre grup sayımız değişiyor ve minimum sekiz kişiden yirmi kişiye kadar çıkabiliyor” diyor.
Türkiye’de bir ilki gerçekleştirmenin heyecanıyla sözü Hande Ateş devralıyor. “Türkiye’de kadınlar tarafından kurulmuş bir perküsyon grubu yok. Küba, Arabistan ve Kore’de bizim gruba benzer gruplar var. Ama bizim gibi müzik yapan yok. Biz bir anlamda ‘Dünya müziği’ yapıyoruz. Hem müzik yapıyoruz hem de bunun için de şov da yer alıyor. Elinize geçen her şeyle bu müziği yapabilirsiniz. Her şeyden bir ritim çıkarma şansınız var. Halktan aldığımız tepkiler çok güzel. Biz müzik yaparken insanlar da bize katılıyor, ritim tutuyor ve dans ediyorlar. İnter-aktif katılıma dönüşüyor konserimiz. Biz sekiz kişi çalışıyoruz diyelim ama konsere gelen kaç kişi varsa bize aynı şekilde eşlik edebiliyorlar. Sekiz kişi o kadar insanı yönetebiliyor. Vücut dilini kullanarak ellerimizle seyirciyi yönlendiriyoruz. Mesela, sol el bir vuruş, sağ el iki vuruş gibi. Sizi izleyen on bin kişi varsa o ritmi o kadar kişi çalıyor. Zaten Türk halkı olarak neşeli insanlarız ve neredeyse kapı gıcırtısına bile oynarız.”
Pınar Demir sözü alıp verdikleri konserlerden edindiği izlenimleri aktarıyor büyük bir çoşkuyla. “İnsanlar bizi dinleyip eşlik ederken aynı zamanda da streslerini atıyorlar. Bir konserde bir hanımın bizi ağzı açık bir şekilde izlediğine tanık oldum. İnanıyorum ki o hanım bizim konserden sonra tüm sıkıntılarından arınmış bir şekilde çıktı.” Yaptığınız müzik belki bir anlamda akıl hastalıklarının tedavisinde de kullanılır ne dersiniz diyorum. Engin Gürkey’in daha önceden böyle bir girişimi olduğunu anlatıyorlar. Pınar Demir, “Proje her şeye çok açık, biz de deneyebiliriz. Mesela bizim kursumuza gelenlerin çoğu illa ki müzisyen olacağım duygusuyla değil iş sonrası sıkıntılardan uzaklaşmak ve eğlenmek için geliyordu. Bu kursa katılabilmek için müzik bilgisine sahip olmak gerekmiyor sadece kalbinizden gelsin yeter. Kursta ritim yakalamayı öğreniyorsunuz ve bu öğrenilebilir bir şey” diyor.
Peki grubun adı niye Zilli? Hande Ateş, “Grubumuzun isim babası eğitmen, besteci, multiperküsyonist ve ekibimizin sanat yönetmeni Engin Gürkey” diyor ve sözlerine şöyle devam ediyor. “Yaramaz küçük kız çocukları olur ve onlara zilli denir ya esprisi olsun diye düşünüldü aynı zamanda kullandığımız ‘zil’ müziğimizin içinde çok önemli bir yer tutuyor. Üstelik akılda da kalıyor.”
Kendi menajerliğimizi kendi içimizde çözüyoruz ve takım ruhunu kaybetmemek adına aramızda iş bölümü yapıyoruz diyen Pınar Demir grubun organizasyonu ve kostümleriyle ilgileniyor. “Latin kökenli müzik yaptığımız için renkli giymeyi tercih ediyoruz. Giydiğimiz eteklerin altında ziller var. Eteklerimizdeki zillerle vücudumuzu kullanarak müzik yaratıyoruz. Ayrıca bileklerimize de zil bağlıyoruz.” Ben de hemen etnik kostümler, takılar ve halhal takmaları konusunda öneriler sunuyorum. Ama her şey dönüp dolaşıp sponsor ihtiyacına geliyor. Hande Ateş, “Grupta ağırlıklı olarak öğrenciler var. Maddi yardıma ihtiyacımız söz konusu ama bunu da çözeceğiz. Yirmi kişiyiz ve yirmi kafa aynı anda çözüm önerileri sunuyor” diyor. Bu arada “Bir tane fikir defteri yaptık” diye Pınar Demir söze atılıyor ve ekliyor. “Aramızda doğal bir şekilde iş bölümü var. Karınca gibi hummalı bir şekilde çalışıyoruz. Sonuçta yaptığımız iş kadın süzgecinden geçiyor. Grubumuzun üçüncü kaptanı Şirin Gürkey’ de bu anlamda çalışmalarını sürdürüyor.” Umudumuz Zilli kızların en kısa zamanda gerekli yardımı alması. Bu projeyi ayakta tutabilmek için büyük bir disiplin ve özveriyle çalıştıklarını belirten Pınar, “Birtakım kurallarımız var eğer devam süresi geçerse ve dört defa provalara gelinmezse bunun bir yaptırımı var. Sistemimizi baştan koyduk. Disiplinle hareket etmek zorundayız. Çünkü gelişim ve değişim hızlı onu yakalamak zorundayız” diyor. Hande Ateş ise bu konudaki fikirlerini şöyle açıklıyor: “Hepimiz elimizden geleni yapıyoruz. İşimizi seviyoruz ve müzik hepimiz için ilk planda yer alıyor. Takım çalışması aslında zor bir şey. Hepimiz çok uyumluyuz. Çalmadığımız zamanlarda da görüşüyoruz. Çok iyi müzisyenler vardır ama uyumsuzdurlar. Biz o anlamda şanslıyız.”
Zilli grubu doğdu, sevgiyle emekleyecek, yürüyecek ve koşacak diyen
Pınar Demir, son olarak grupları adına ilginç bir saptamada bulunuyor, “Zilli bizim dışımızda bir karakter. Düşünün ki bir zilli kadın var ve o bizim adımıza ajandasına yapılacakları not ediyor, bize haber veriyor ve bizi yönlendiriyor… Gözümüze, gönlümüze, ruhumuza hitap eden Zilli kızlara yolunuz açık olsun diyoruz. Çatal bıçaklarla doğaçlama gelişen müziğe sol el bir vuruş sağ el iki vuruş direktifine uyarak biz de katılıyoruz ve söyleşimizi böylece bitiriyoruz.
“Hayat bu kadar kötü biz de biraz neşe katalım. Sloganımız ‘Eğleniyoruz eğlendiriyoruz’ diyen Zilli’ye öncelikle bu ilginç projenin nasıl ortaya çıktığını soruyoruz. Bu sorumuzu takım kaptanlarından Pınar Demir cevaplıyor. “Bu aslında daha önce düşünülmüş bir şeydi. Bir gün Engin Gürkey’e, büyük bir inançla bu projeyi yapalım, neden olmasın dedim. Çoğumuz kadındık ve bu okuldan mezunduk. Böyle ritme ihtiyaç olduğunu düşündüm. Hayat zaten sıkıcı, savaşlar, yoksulluk ve sıkıntılar varken bir canlılığa ihtiyaç vardı.Yaptığımız müzik insanları harekete geçirecek ve canlılık verecek bir şey olacaktı. İsmi bile daha önceden bulunmuştu ama bir türlü başlatamamıştık. Kalpten düşünmekle ilgili bir şey. Uygun zaman şimdiymiş.” Pınar Demir, yedi yıllık bankacılık kariyerini bırakarak Engin Gürkey perküsyon okulundan mezun olmuş bir müzik tutkunu. Hayatın içindeki telaş ve koşuşturmaca çoğumuzun algılarını kapıyor ve içimizdeki yaratıcılığı ortaya koymamızı engelliyor diyen Pınar sözlerini şöyle sürdürüyor, “Bu tür işlere girmeyi herkese öneriyorum ve kalpten istenirse herkes başarabilir.”
Grup üyelerinden Hande Ateş ise Müjdat Gezen Sanat Merkezi Hafif Batı Müziği bölümünden mezun ve aynı zamanda profesyonel solist. Yolları Engin Gürkey’le kesiştikten sonra profesyonel olarak perküsyona başlamış. Grupta ağırlıklı olarak müzik anlamında kaptanlık yapan Ateş, şu sıralar yeni bir parçaya müzik yazdığını ve önümüzdeki günlerde bu sürpriz çalışmayla seyircilerin karşısına çıkacaklarını anlatıyor. Latin ritimlerinden, Afrika ritimlerine kadar tüm etnik ritimleri çalan grubun, repertuarında hocaları Engin Gürkey’e ait besteler de yer alıyor. Hande Ateş, “Sololarımız içimizden geldiği gibi doğaçlama ayrıca o günkü atmosfere göre değişiyor. Önümüzdeki projelerde müziğimize eşlik eden şarkılar ve danslar da olacak” diyor. Pınar Demir heyecanla söze katılıyor. “İlk bakıldığında kadın perküsyon grubu diye çıktık ama uzun vadeli bir şey olsun istiyoruz. Amacımız yüz metrelik koşu değil uzun bir maraton. Bunun içine şov ve dans eklemek de hedefimiz. Çok geniş yelpazeden bakıyoruz anlayacağınız. Olmaz diye bir şey yok. Biz olabilecek tüm projelere açığız. Bir tiyatro oyununda bile müziğimizle yer alabiliriz. Ay’da bile müzik festivali olsa gider, orada da çalarız. Sağlığımız huzurumuz olduğu sürece her şeyi yaparız. Bu arada Hande Ateş, sözü alıyor ve “Kimilerine göre iddialı gelebilir belki ama yurtdışında da sesimizi duyurmak istiyoruz. Bu ülkemizin tanıtımı için de olumlu bir şey. Önümüz çok açık bu konuda pozitif olmaya çalışıyoruz” diyor. O zaman, ‘hadi kızlar isteyin olsun’ diyorum. “Aynen öyle” diye cevaplıyorlar beni.
Bu konudaki bilgisizliğimi bağışlayın ama niye bu kadar kalabalıksınız diye soruyorum. Pınar Demir bu konuda beni aydınlatıyor ve “Bu müziğin yapılabilmesi için grupta en az yedi sekiz kişi olması gerekiyor. Herkesin bir yedeği var dolayısıyla on altı kişi ediyor. Organizasyonlara göre grup sayımız değişiyor ve minimum sekiz kişiden yirmi kişiye kadar çıkabiliyor” diyor.
Türkiye’de bir ilki gerçekleştirmenin heyecanıyla sözü Hande Ateş devralıyor. “Türkiye’de kadınlar tarafından kurulmuş bir perküsyon grubu yok. Küba, Arabistan ve Kore’de bizim gruba benzer gruplar var. Ama bizim gibi müzik yapan yok. Biz bir anlamda ‘Dünya müziği’ yapıyoruz. Hem müzik yapıyoruz hem de bunun için de şov da yer alıyor. Elinize geçen her şeyle bu müziği yapabilirsiniz. Her şeyden bir ritim çıkarma şansınız var. Halktan aldığımız tepkiler çok güzel. Biz müzik yaparken insanlar da bize katılıyor, ritim tutuyor ve dans ediyorlar. İnter-aktif katılıma dönüşüyor konserimiz. Biz sekiz kişi çalışıyoruz diyelim ama konsere gelen kaç kişi varsa bize aynı şekilde eşlik edebiliyorlar. Sekiz kişi o kadar insanı yönetebiliyor. Vücut dilini kullanarak ellerimizle seyirciyi yönlendiriyoruz. Mesela, sol el bir vuruş, sağ el iki vuruş gibi. Sizi izleyen on bin kişi varsa o ritmi o kadar kişi çalıyor. Zaten Türk halkı olarak neşeli insanlarız ve neredeyse kapı gıcırtısına bile oynarız.”
Pınar Demir sözü alıp verdikleri konserlerden edindiği izlenimleri aktarıyor büyük bir çoşkuyla. “İnsanlar bizi dinleyip eşlik ederken aynı zamanda da streslerini atıyorlar. Bir konserde bir hanımın bizi ağzı açık bir şekilde izlediğine tanık oldum. İnanıyorum ki o hanım bizim konserden sonra tüm sıkıntılarından arınmış bir şekilde çıktı.” Yaptığınız müzik belki bir anlamda akıl hastalıklarının tedavisinde de kullanılır ne dersiniz diyorum. Engin Gürkey’in daha önceden böyle bir girişimi olduğunu anlatıyorlar. Pınar Demir, “Proje her şeye çok açık, biz de deneyebiliriz. Mesela bizim kursumuza gelenlerin çoğu illa ki müzisyen olacağım duygusuyla değil iş sonrası sıkıntılardan uzaklaşmak ve eğlenmek için geliyordu. Bu kursa katılabilmek için müzik bilgisine sahip olmak gerekmiyor sadece kalbinizden gelsin yeter. Kursta ritim yakalamayı öğreniyorsunuz ve bu öğrenilebilir bir şey” diyor.
Peki grubun adı niye Zilli? Hande Ateş, “Grubumuzun isim babası eğitmen, besteci, multiperküsyonist ve ekibimizin sanat yönetmeni Engin Gürkey” diyor ve sözlerine şöyle devam ediyor. “Yaramaz küçük kız çocukları olur ve onlara zilli denir ya esprisi olsun diye düşünüldü aynı zamanda kullandığımız ‘zil’ müziğimizin içinde çok önemli bir yer tutuyor. Üstelik akılda da kalıyor.”
Kendi menajerliğimizi kendi içimizde çözüyoruz ve takım ruhunu kaybetmemek adına aramızda iş bölümü yapıyoruz diyen Pınar Demir grubun organizasyonu ve kostümleriyle ilgileniyor. “Latin kökenli müzik yaptığımız için renkli giymeyi tercih ediyoruz. Giydiğimiz eteklerin altında ziller var. Eteklerimizdeki zillerle vücudumuzu kullanarak müzik yaratıyoruz. Ayrıca bileklerimize de zil bağlıyoruz.” Ben de hemen etnik kostümler, takılar ve halhal takmaları konusunda öneriler sunuyorum. Ama her şey dönüp dolaşıp sponsor ihtiyacına geliyor. Hande Ateş, “Grupta ağırlıklı olarak öğrenciler var. Maddi yardıma ihtiyacımız söz konusu ama bunu da çözeceğiz. Yirmi kişiyiz ve yirmi kafa aynı anda çözüm önerileri sunuyor” diyor. Bu arada “Bir tane fikir defteri yaptık” diye Pınar Demir söze atılıyor ve ekliyor. “Aramızda doğal bir şekilde iş bölümü var. Karınca gibi hummalı bir şekilde çalışıyoruz. Sonuçta yaptığımız iş kadın süzgecinden geçiyor. Grubumuzun üçüncü kaptanı Şirin Gürkey’ de bu anlamda çalışmalarını sürdürüyor.” Umudumuz Zilli kızların en kısa zamanda gerekli yardımı alması. Bu projeyi ayakta tutabilmek için büyük bir disiplin ve özveriyle çalıştıklarını belirten Pınar, “Birtakım kurallarımız var eğer devam süresi geçerse ve dört defa provalara gelinmezse bunun bir yaptırımı var. Sistemimizi baştan koyduk. Disiplinle hareket etmek zorundayız. Çünkü gelişim ve değişim hızlı onu yakalamak zorundayız” diyor. Hande Ateş ise bu konudaki fikirlerini şöyle açıklıyor: “Hepimiz elimizden geleni yapıyoruz. İşimizi seviyoruz ve müzik hepimiz için ilk planda yer alıyor. Takım çalışması aslında zor bir şey. Hepimiz çok uyumluyuz. Çalmadığımız zamanlarda da görüşüyoruz. Çok iyi müzisyenler vardır ama uyumsuzdurlar. Biz o anlamda şanslıyız.”
Zilli grubu doğdu, sevgiyle emekleyecek, yürüyecek ve koşacak diyen
Pınar Demir, son olarak grupları adına ilginç bir saptamada bulunuyor, “Zilli bizim dışımızda bir karakter. Düşünün ki bir zilli kadın var ve o bizim adımıza ajandasına yapılacakları not ediyor, bize haber veriyor ve bizi yönlendiriyor… Gözümüze, gönlümüze, ruhumuza hitap eden Zilli kızlara yolunuz açık olsun diyoruz. Çatal bıçaklarla doğaçlama gelişen müziğe sol el bir vuruş sağ el iki vuruş direktifine uyarak biz de katılıyoruz ve söyleşimizi böylece bitiriyoruz.
Metin Uca "Şaka Değil Adayım" diyor...
“Her zaman ağrısız aşım, kaygısız başım denilen bir ortamda bir sürü şeyi kafasına takmış ve bunların üzerine gidip başını derde sokmuş ama bundan da hiç pişmanlık duymamış bir adamım. İnsanların gündemine Cumhurbaşkanlığı tartışmasını sokmak, kimlerin Cumhurbaşkanı olabileceğini düşünmelerini sağlamak, Cumhurbaşkanı olacağı iddia edilen yetersiz, yeteneksiz bazı isimlerin gerçek yüzlerinin görülmesi ve kıyaslanması anlamında katkıda bulunmak benim için Cumhurbaşkanı olmak kadar önemlidir” diyen ve kendini Çanakkale Savaşı’nın kaderini değiştiren ‘Nusret Mayın Gemisi’ne’ benzeten Metin Ucay’la bu ‘yürekli girişimi’ hakkında konuştuk.
Şu an içinde bulunduğumuz Türkiye için ne söylersiniz?
Bazıları ‘Allah Kurtarsın’ diyor, ben de kurtuluş sizin elinizde akıllı oylarla ve akıllı oylamayla birilerini ‘Oy anam, oy’ diye bağırtmak lazım diyorum.
Siyasi mizah yapıyorsunuz… Bu anlamda malzeme kıtlığı çekmiyorsunuz herhalde?
Kesinlikle çekmiyorum. Düşünsenize, travertenlere ayakkabıyla gezenleri denetlemeye gelenlerin de ayakkabılı olması ancak benim ülkemde olur. Geçen sene, hibe eder gibi verilen bir araziyi, bu yıl yedi yüz beş milyon dolara aynı gruba satınca “Oh kar ettik” diyene, benim ülkemde kimse “kardeşim geçen sene bedava veriyordunuz, bu kadar mı rant çıldırdı veya siz orada ne elde ediyordunuz” diye sormaz. Benim ülkemin dışında hiç kimse, kendi gelirinden başka geliri olmadığını söyleyerek ve çocuklarından kalma sünnet armağanlarıyla siyasete temiz başlangıç yapanlar, hiçbir zaman bir anda gemi satın alamazlar. Bunlar sadece benim ülkemde olur, komiktir ve ben de bunları kullanmayı seviyorum.
Sizin için sivri dilli diyorlar…
Ben aslında sivri değilim. Çünkü bazılarının dilleri o kadar törpülendi ve yalamaktan aşındı ki benim yaptığım sivri dillilik oluyor. Bazı ağabeylerim ve gazeteci kardeşlerimle beraber soru sorabiliyorum. Bu sivri dilli olduğumu değil, soru sorabildiğimi gösteriyor sadece.
Niye cumhurbaşkanlığına adaylığınızı koyuyorsunuz?
Özellikle meclis aritmetiğindeki dengesizlik ortaya çıktıktan sonra karar verdim. Düşünsenize, yüzde kırk beşi dışarıda kalmış bir oyla, yüzde elli beşi yansıtan bir parlamento ve o parlamentonun içindeki yüzde otuz çoğunlukla elde edilmiş bir yüzde altmış altı çoğunluk. Dünyanın hiçbir ülkesinde böyle bir şey yok. Yüzde yetmişlere varan anket sonuçları, Cumhurbaşkanı’nın parlamento dışından uzlaşmayla seçilmesi gerektiğini gösteriyor. Bu duruma karşı olduğum, kendime güvendiğim ve bu makamı hakikaten istediğim için kendimi yetkin buluyorum. Donanım anlamında ve Türkiye sorunlarına bakış anlamında bilgi birikimimle büyük gaflara imza atan ve belediye dışında hiçbir deneyimi olmayan bir siyasetçiden daha çok layık olduğumun farkındayım. Parlamento dışında ortak akılla belirlenecek bir sürü kişi, şu an ‘Aday Olamayan Cumhurbaşkanı Adayından’ daha saygın ve daha yetkin. Bu nedenle; bu bir cüret ya da kalkışma değil, bir şaka değil ve ben de adayım diyorum. Son derece ciddiyim ve sonuna kadar gideceğim. Bu ülke için sorumluluğum var. Benzer sorumluluğu gösteren ama ben önce yola çıktığım için bu konuda beni destekleyip, kendisi aday olmayan çok sayıda aydın ve sanatçı var. Yani benim adaylığımla ortaya çıkan sonuç; Recep Tayyip Erdoğan’la bu adamı kıyasladığımda ‘ben’ oy kullansaydım oyumu kime verirdim sorusunu sorma hakkı oldu.
Cumhurbaşkanını TBMM değil de halk seçseydi yine de adaylığınızı koyar mıydınız?
Çook daha rahat koyardım, bu anlamda daha fazla güveniyorum. Halk her şeyi yapıyor ama ‘Cumhurunun Başkanını’ seçemiyor. Böyle bir saçmalık olmaz. Son üç gündür “İyi ki böyle bir şeyi yaptınız” diye halktan tebrik alıyorum. Bırakın her şeyi bir yana kendine güvenmesi gereken ve bir alanda yetkin olduğuna inanan herkesin Cumhurbaşkanı adayı olabileceği konusunu gündeme taşıdım.
Seçileceğinize inanıyor musunuz?
Meclis aritmetiğinin gerekliliği meydanda. Yüz on kişinin önermesi gerekiyor ve bu desteği bulurum. Eğer birden çok aday ortaya çıkar, Başbakan ısrarcı olmaz ve ortak akılla aday bulunursa bu adaylardan biri de benim. Kesin. Ama bulunmaz ve sadece el kaldırmayla bu çözülmeye kalkışılırsa o zaman zaten seçilecek olan Cumhurbaşkanı değil ‘AKP grubunun koltuk başkanı’ olacaktır.
Şu ana kadar sizden başka aday çıkmadı…
Dünyanın neresinde kim adaylığını son saniyeye kadar açıklamayarak bunu bir taktik savaşına dönüştürür? Ortaya çıkabilecek diğer isimleri karalama yöntemiyle ve bu amaca yönelik çalışmayla işin içinden sıyrılmaya çalışılır ki, bu sadece ülkeme özgü gariplik. Cumhurbaşkanı adayları önceki seçimde bile ortaya çıkmıştı, üstüne konuşulmuştu. Benim dışımda aday yok Türkiye’de. Böyle bir şey olabilir mi? Türkiye’nin en cesur adamı mıyım? Hayır. Ama Türkiye’de elini taşın altına koyacak ender adamlardan biriyim.
Bülent Arınç’a sizin adaylığınızla ilgili bir soru yöneltildiğinde “Böyle dönemler verimli olur. Herhalde adından söz ettirmek istiyor” diye açıklama yapmış…
Benim tanınırlık konusunda bir sorunum yok ama kendisinin belli toplumsal kesimlere karşı inandırıcılık konusunda çok ciddi sorunu var. Ben keşkek yiyerek yola çıkmadım. Keşkek yiyerek tahmin oyunları oynatmaya da uğraşmadım. Kendisini ziyaret edecek komutanlar gelmeden önce “bana en büyük saygıyı askerler gösterdi” deyip yumuşatma girişimlerinde de bulunmaya kalkışmadım. Benim ne yaptığım meydanda, onun mecliste ‘ne yapamadığı’ meydanda. Eğer hesabımızı vereceğimiz şeyler olursa, öncelikle içerisinde Atatürk resmi bulunmayan ajandaların hesabını versin sayın meclis başkanı. Çünkü kendisi meclis başkanı gibi değil ‘AKP Grup Meclis Başkanı’ gibi davranıyor.
Recep Tayyip Erdoğan aday olursa…
Recep Bey’in aday olması durumunda tüyleri diken diken konulardan biri YÖK’ün atamaları yani yüksek yargıya yönelik atamalar. Cumhuriyetin temel ilkeleriyle ve anayasanın girişindeki hükümlerle çelişen bir dünya görüşünü ‘takiyecilikle’ örtemeyen biri için bu unvanların ve güçlerin kullanımı konusunda toplumun tüm kesimlerinde endişe var. O yüzden ‘uzlaşmayla aday’ diyorum. Derdim, bu gücün kimin eline geçtiği ve nasıl değerlendirildiği. Cumhurbaşkanlığı, çok önemli sonuç, denetim ve değerlendirme mekanı. Son beş yıla baktığımızda, AKP iktidarının tuhaflık dışı uygulamalarına karşı Sayın Cumhurbaşkanı’nın elindeki yetkileri kullanması bu makamın gücünün olumlu kullanılması adına bir örnektir. Aynı biçimde bu gücün denetimsiz ele geçirilmesi durumunda Cumhuriyetin temel ilkeleriyle çelişme noktası toplumun geniş kesimlerini endişelendiriyor. Eğer ısrar edip dayatılırsa AKP milletvekillerine şunu söylemek istiyorum: Liderlerini gerçekten seviyorlarsa, onu, Türkiye’yi kırılma noktasına götürecek bir gerilimde belirsizliğe itmek yerine, akılcı davranmasını, bu sevdadan vazgeçmesini ve ortak isim üzerinde uzlaşmaya varmasını sağlamalılar. Çünkü, Türkiye’nin geleceğini sadece bir makama sığınma çabasında olan bir siyasetçinin hırsına indirgemeye ne Recep Tayyip Erdoğan’ın ne de bir başkasının hakkı vardır.
“Her tuzluğum var diyene hıyar diye yetişemedim” isimli kitabınızı Necdet Sezer’e ithaf etmişsiniz…
O yoğun dönemde gerçekten yüz akımız olduğu ve Türkiye’nin zor döneminde insanların “iyi ki varsınız, sayın Cumhurbaşkanım” dedirtecek bir sürü uygulamaya imza attığı için böyle bir şey yaptım.
Bu sözler sizin için ne ifade ediyor desek…
“Kötüler kendilerine tahammül edildikçe daha çok azarlarmış”: Bakınız etkili yetkililerimiz diyorum.
“En büyük insan, kendini en çok sayıda insanın yerine koyandır”: Bu bakış açısını ve bu onuru taşıyabilen o kadar az insan var ki, söz biraz havada kalıyor.
“Sis yelpaze ile dağıtılmaz”: Peki, sis nasıl dağıtılıyor? O zaman ona bakmak gerekiyor. Bu aralar Hitler’in bir sözünü çok önemsiyorum: “Yalan ne kadar büyük olursa kandırmak o kadar kolay olur.” Türk halkının artık bu yalanlarla kandırılamayacak bir noktaya geldiğini ve her şeyin görüldüğünü düşünüyorum.
“Doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar”: Ben on ikinci köydeyim ve çok mutluyum.
Şu an içinde bulunduğumuz Türkiye için ne söylersiniz?
Bazıları ‘Allah Kurtarsın’ diyor, ben de kurtuluş sizin elinizde akıllı oylarla ve akıllı oylamayla birilerini ‘Oy anam, oy’ diye bağırtmak lazım diyorum.
Siyasi mizah yapıyorsunuz… Bu anlamda malzeme kıtlığı çekmiyorsunuz herhalde?
Kesinlikle çekmiyorum. Düşünsenize, travertenlere ayakkabıyla gezenleri denetlemeye gelenlerin de ayakkabılı olması ancak benim ülkemde olur. Geçen sene, hibe eder gibi verilen bir araziyi, bu yıl yedi yüz beş milyon dolara aynı gruba satınca “Oh kar ettik” diyene, benim ülkemde kimse “kardeşim geçen sene bedava veriyordunuz, bu kadar mı rant çıldırdı veya siz orada ne elde ediyordunuz” diye sormaz. Benim ülkemin dışında hiç kimse, kendi gelirinden başka geliri olmadığını söyleyerek ve çocuklarından kalma sünnet armağanlarıyla siyasete temiz başlangıç yapanlar, hiçbir zaman bir anda gemi satın alamazlar. Bunlar sadece benim ülkemde olur, komiktir ve ben de bunları kullanmayı seviyorum.
Sizin için sivri dilli diyorlar…
Ben aslında sivri değilim. Çünkü bazılarının dilleri o kadar törpülendi ve yalamaktan aşındı ki benim yaptığım sivri dillilik oluyor. Bazı ağabeylerim ve gazeteci kardeşlerimle beraber soru sorabiliyorum. Bu sivri dilli olduğumu değil, soru sorabildiğimi gösteriyor sadece.
Niye cumhurbaşkanlığına adaylığınızı koyuyorsunuz?
Özellikle meclis aritmetiğindeki dengesizlik ortaya çıktıktan sonra karar verdim. Düşünsenize, yüzde kırk beşi dışarıda kalmış bir oyla, yüzde elli beşi yansıtan bir parlamento ve o parlamentonun içindeki yüzde otuz çoğunlukla elde edilmiş bir yüzde altmış altı çoğunluk. Dünyanın hiçbir ülkesinde böyle bir şey yok. Yüzde yetmişlere varan anket sonuçları, Cumhurbaşkanı’nın parlamento dışından uzlaşmayla seçilmesi gerektiğini gösteriyor. Bu duruma karşı olduğum, kendime güvendiğim ve bu makamı hakikaten istediğim için kendimi yetkin buluyorum. Donanım anlamında ve Türkiye sorunlarına bakış anlamında bilgi birikimimle büyük gaflara imza atan ve belediye dışında hiçbir deneyimi olmayan bir siyasetçiden daha çok layık olduğumun farkındayım. Parlamento dışında ortak akılla belirlenecek bir sürü kişi, şu an ‘Aday Olamayan Cumhurbaşkanı Adayından’ daha saygın ve daha yetkin. Bu nedenle; bu bir cüret ya da kalkışma değil, bir şaka değil ve ben de adayım diyorum. Son derece ciddiyim ve sonuna kadar gideceğim. Bu ülke için sorumluluğum var. Benzer sorumluluğu gösteren ama ben önce yola çıktığım için bu konuda beni destekleyip, kendisi aday olmayan çok sayıda aydın ve sanatçı var. Yani benim adaylığımla ortaya çıkan sonuç; Recep Tayyip Erdoğan’la bu adamı kıyasladığımda ‘ben’ oy kullansaydım oyumu kime verirdim sorusunu sorma hakkı oldu.
Cumhurbaşkanını TBMM değil de halk seçseydi yine de adaylığınızı koyar mıydınız?
Çook daha rahat koyardım, bu anlamda daha fazla güveniyorum. Halk her şeyi yapıyor ama ‘Cumhurunun Başkanını’ seçemiyor. Böyle bir saçmalık olmaz. Son üç gündür “İyi ki böyle bir şeyi yaptınız” diye halktan tebrik alıyorum. Bırakın her şeyi bir yana kendine güvenmesi gereken ve bir alanda yetkin olduğuna inanan herkesin Cumhurbaşkanı adayı olabileceği konusunu gündeme taşıdım.
Seçileceğinize inanıyor musunuz?
Meclis aritmetiğinin gerekliliği meydanda. Yüz on kişinin önermesi gerekiyor ve bu desteği bulurum. Eğer birden çok aday ortaya çıkar, Başbakan ısrarcı olmaz ve ortak akılla aday bulunursa bu adaylardan biri de benim. Kesin. Ama bulunmaz ve sadece el kaldırmayla bu çözülmeye kalkışılırsa o zaman zaten seçilecek olan Cumhurbaşkanı değil ‘AKP grubunun koltuk başkanı’ olacaktır.
Şu ana kadar sizden başka aday çıkmadı…
Dünyanın neresinde kim adaylığını son saniyeye kadar açıklamayarak bunu bir taktik savaşına dönüştürür? Ortaya çıkabilecek diğer isimleri karalama yöntemiyle ve bu amaca yönelik çalışmayla işin içinden sıyrılmaya çalışılır ki, bu sadece ülkeme özgü gariplik. Cumhurbaşkanı adayları önceki seçimde bile ortaya çıkmıştı, üstüne konuşulmuştu. Benim dışımda aday yok Türkiye’de. Böyle bir şey olabilir mi? Türkiye’nin en cesur adamı mıyım? Hayır. Ama Türkiye’de elini taşın altına koyacak ender adamlardan biriyim.
Bülent Arınç’a sizin adaylığınızla ilgili bir soru yöneltildiğinde “Böyle dönemler verimli olur. Herhalde adından söz ettirmek istiyor” diye açıklama yapmış…
Benim tanınırlık konusunda bir sorunum yok ama kendisinin belli toplumsal kesimlere karşı inandırıcılık konusunda çok ciddi sorunu var. Ben keşkek yiyerek yola çıkmadım. Keşkek yiyerek tahmin oyunları oynatmaya da uğraşmadım. Kendisini ziyaret edecek komutanlar gelmeden önce “bana en büyük saygıyı askerler gösterdi” deyip yumuşatma girişimlerinde de bulunmaya kalkışmadım. Benim ne yaptığım meydanda, onun mecliste ‘ne yapamadığı’ meydanda. Eğer hesabımızı vereceğimiz şeyler olursa, öncelikle içerisinde Atatürk resmi bulunmayan ajandaların hesabını versin sayın meclis başkanı. Çünkü kendisi meclis başkanı gibi değil ‘AKP Grup Meclis Başkanı’ gibi davranıyor.
Recep Tayyip Erdoğan aday olursa…
Recep Bey’in aday olması durumunda tüyleri diken diken konulardan biri YÖK’ün atamaları yani yüksek yargıya yönelik atamalar. Cumhuriyetin temel ilkeleriyle ve anayasanın girişindeki hükümlerle çelişen bir dünya görüşünü ‘takiyecilikle’ örtemeyen biri için bu unvanların ve güçlerin kullanımı konusunda toplumun tüm kesimlerinde endişe var. O yüzden ‘uzlaşmayla aday’ diyorum. Derdim, bu gücün kimin eline geçtiği ve nasıl değerlendirildiği. Cumhurbaşkanlığı, çok önemli sonuç, denetim ve değerlendirme mekanı. Son beş yıla baktığımızda, AKP iktidarının tuhaflık dışı uygulamalarına karşı Sayın Cumhurbaşkanı’nın elindeki yetkileri kullanması bu makamın gücünün olumlu kullanılması adına bir örnektir. Aynı biçimde bu gücün denetimsiz ele geçirilmesi durumunda Cumhuriyetin temel ilkeleriyle çelişme noktası toplumun geniş kesimlerini endişelendiriyor. Eğer ısrar edip dayatılırsa AKP milletvekillerine şunu söylemek istiyorum: Liderlerini gerçekten seviyorlarsa, onu, Türkiye’yi kırılma noktasına götürecek bir gerilimde belirsizliğe itmek yerine, akılcı davranmasını, bu sevdadan vazgeçmesini ve ortak isim üzerinde uzlaşmaya varmasını sağlamalılar. Çünkü, Türkiye’nin geleceğini sadece bir makama sığınma çabasında olan bir siyasetçinin hırsına indirgemeye ne Recep Tayyip Erdoğan’ın ne de bir başkasının hakkı vardır.
“Her tuzluğum var diyene hıyar diye yetişemedim” isimli kitabınızı Necdet Sezer’e ithaf etmişsiniz…
O yoğun dönemde gerçekten yüz akımız olduğu ve Türkiye’nin zor döneminde insanların “iyi ki varsınız, sayın Cumhurbaşkanım” dedirtecek bir sürü uygulamaya imza attığı için böyle bir şey yaptım.
Bu sözler sizin için ne ifade ediyor desek…
“Kötüler kendilerine tahammül edildikçe daha çok azarlarmış”: Bakınız etkili yetkililerimiz diyorum.
“En büyük insan, kendini en çok sayıda insanın yerine koyandır”: Bu bakış açısını ve bu onuru taşıyabilen o kadar az insan var ki, söz biraz havada kalıyor.
“Sis yelpaze ile dağıtılmaz”: Peki, sis nasıl dağıtılıyor? O zaman ona bakmak gerekiyor. Bu aralar Hitler’in bir sözünü çok önemsiyorum: “Yalan ne kadar büyük olursa kandırmak o kadar kolay olur.” Türk halkının artık bu yalanlarla kandırılamayacak bir noktaya geldiğini ve her şeyin görüldüğünü düşünüyorum.
“Doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar”: Ben on ikinci köydeyim ve çok mutluyum.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)